Emek ve Sermaye Üzerine

Sınıf tahlili yapanlar bazan sınıfların yerine ‘emek’ ve ‘sermaye’ kavramlarını kullanır. Örneğin, bir sosyalist yazısına şu cümleyle başlıyor: “Önce bir çelişki tarif edelim. İşçi sınıfıyla burjuvazi arasındaki çelişki de diyebiliriz, ‘emek-sermaye çelişkisi’ de…”. Kapitalist toplumda egemen sınıfla işçi sınıfının çelişkisini emek ile sermayenin çelişkisi olarak tasvir eden sayısız örnekten biri.

İktisat ders kitabı yazanlar veya emek-değer kuramını irdeleyenler emek ve sermaye kavramlarını kullanabilir. Bu yazıda emek ve sermaye kelimelerini sınıf tahlilinde kullanmanın sakıncalarını izah etmeğe çalışacağım.

Emek ne?

Emek kelimesi Türk Dil Kurumu’nun sözlüğünde “(1) bir işin yapılması için harcanan beden ve kafa gücü, alın teri; (2) uzun ve yorucu, özenli çalışma; (3) insanın bilinçli olarak belli bir amaca ulaşmak için giriştiği, hem doğal ve toplumsal çerçevesini hem de kendisini değiştiren çalışma süreci” diye tanımlanıyor.  Konuşurken emek kelimesini bu anlamlarda kullanırız.

Sınıf tahlillerine gelince işçi sınıfı emek oluverir. İşçi sınıfından nasıl emek diye bahsedilebilir? İnsanlardan, beden ve kafa gücü anlamına gelen bir kelimeyle bahsetmek, patronların, köle sahiplerinin, insan kaynakları şirketlerinin bakışını yansıtmaz mı?

Ayrıca, emek kelimesini ücretli işçilere atfen kullanmak, emek sarf ederek hayatını sürdürenlerin ücretli işçilerden ibaret olduğu anlamına gelir. Pekiyi, esnaf emek harcamaz mı? Aile işletmesinde ücretsiz çalışanlar emek sarf etmez mı? Ya evde geçimlik üretim yapan insanlar? Ya çiftçiler? Ya memurlar? Yoksa bunların tümü işçi midir?

Bu hatanın bir sebebi özensiz tercüme olabilir. İngilizce sözlüklerde “labor” kelimesinin bir anlamı beden ve kafa gücü, başka bir anlamı işçi sınıfıdır. O dilde “labor” kelimesi bağlamına göre ya emek, ya da örgütlü işçiler anlamında kullanılır. Oysa ne TDK, ne Ötüken, ne de Kubbeatlı sözlüğünde Türkçe emek kelimesinin anlamları arasında ‘işçi’ veya ‘işçi sınıfı’ bulunmaktadır.

O hâlde Türkçe konuşurken işçilere atfen ‘emek’ demek, işçileri insanlığından soyutlayarak beden ve kafa gücüne indirger. Emek kavramı sınıfları ayırt etmekte de bir işe yaramaz.

Sermaye ne?

Sermaye deyince ne anlaşılır? Sermaye kelimesinin kapsamı çok geniştir. Berberin dükkânı ve kullandığı araçlar-gereçler sermayesidir. Karısı ve çocuklarıyla çalışan bir küçük market sahibinin dükkânı ve mal stoku, onun sermayesidir. Kendi taksisini sürerek geçinen şoförün aracı, sermayesidir. 3-5 işçi çalıştıran kalay atölyesi sahibinin dükkânı ve araç-gereçleri, sermayesidir. 10-15 işçi çalıştıran metal atölye sahibinin işletmesi sermayesidir. Binlerce işçinin çalıştığı büyük fabrikalar da şirket sahiplerinin sermayesidir. Kısaca, birbirinden çok farklı nitelik ve niceliklerde birçok mal varlığı, sermaye tanımına girer.

Sermaye bunca heterojen bir mefhum olduğundan bunu kullanarak sınıf tahlili yapmak sorunludur.

Kapitalist toplumlarda ekonomide ve siyasette egemen olan başlıca grup, büyük sermaye sahipleri sınıfıdır. Bunları ötekilerden ayırt etmek zor değildir.

Büyük sermaye sahipleri, sermayenin tanımının genişliğinden istifade eder. Şöyle ki, birisi kapitalist toplumda büyük sermayedar sınıfın ekonomide ve siyasette tahakkümünü eleştirirken ’sermaye’ kavramını kullandığında; eleştiriyi duyan esnafın, sanatkârın, küçük üreticinin kendi grubunun da hedef alındığına kani olarak irkilmesi tabiidir. Hele hele egemenlerin sözcüleri eleştiriyi “sermaye düşmanlığı” diye damgaladığında, iş biter.

Örneğin dostum yazar Hasan Köse internette bir söyleşisinde emek-sermaye kavramları çerçevesinde İslam’ın emekten yana olduğunu anlatırken, sunucunun kendisine ‘sermayeyi tamamiyle ötekileştiren, şeytanlaştıran bir dil üzerinden mi konuşuyoruz’ mealinde soru sorması, kanımca sunucunun mevcut düzeni ve büyük sermayedarları savunduğundan değil, esnaf-sanatkâr-küçük üreticiyi göz önünde bulundurmasından ileri geliyordu.[1]

Bu hassasiyet tamamen yersiz değil. Zira bazı sosyalistler büyük sermayedarların küçük esnaflardan, sanatkârlardan, küçük üreticilerden çıktığını sanır. Küçük sermayesini kendi çalışmasıyla işleterek geçinenler ile, holding sahipleri arasında organik bir bağ kurarlar.

Doğrudur, esnaf ve sanatkârlardan bir kısmı büyük sermayedar olmayı ümit edebilir. Tarihte bir esnafın, bir sanatkârın, küçük bir üreticinin bir ömür boyu sermayesini artıra artıra büyük sermayedarlar sırasına girdiği vakidir. Ama bu çok nadirdir. Bunu başarmak büyük marifet olduğundan, böyleleri parmakla gösterilir. Kapitalizmin tarihi incelendiğinde büyük sermayelerin en çok toprak kirasından birikmiş servetlerden, mültezim servetlerinden ve makam sahiplerinin biriktirdiği servetlerden oluştuğu görülür. Avrupa’da büyük sermayelerin tarihsel kaynakları arasında köylü arazilerinin gasbı, korsanlık, sömürge talanı ve köle ticareti sayılabilir.

Ve nihayet tüm ülkelerde büyük sermayedar servetlerinin hemen hemen hepsi, nesilden nesle geçen mirasların büyümesiyle birikmiştir.

Bu sebeple bugün küçük esnafa-sanatkâra-üreticiye yarının büyük sermayedarı gözüyle bakmak gerçekçi değildir.

Öte yandan küçük işletmelerde işletmecilerle çalıştırdıkları işçiler arasındaki kişisel ilişkiler, büyük işletmelerde işçilerle sermayedarlar ve firma yöneticileri arasındaki ilişkilerden çok farklıdır. Küçük işletmelerdeki kişisel ilişkiler, “emek-sermaye çelişkisi” anlayışıyla bu işçileri patronlarına karşı kışkırtma çabalarını daima boşa çıkarır. Egemen sınıfa karşı iktidar mücadelesinde böyle bir kışkırtmanın yeri olamaz.

İşçi sınıfının karşısında büyük sermaye sahiplerinin müttefiği olan gruplar, yüksek makam sahipleri ve öğrenimli serbest meslek sahipleridir. Bunlar genelde sosyal adalet istemez. Siyasette büyük servet sahipleri, yüksek makamlarda oturanlar ve ileri öğrenim sahipleri birlikte davranır. Egemen olan bunlardır.

Pekiyi, esnaf-sanatkâr ve küçük üreticiler ne tarafa meyleder? Esnaf-sanatkâr ve küçük üreticilerin ömrü, sermayesini büyütme ümidiyle ve sermayesini yitirme tedirginliğiyle geçer. Bunların kaderi, egemen sınıfın politikalarına bağlıdır. Bu politikaları da işçilerle büyük sermayedarlar arasındaki güç dengesi etkiler.

İşçi sınıfının örgütlenip güçlendiği, sendikaların mücadeleyi artırdığı şartlarda büyük sermayedarlar bir yandan işçilere tavizler verirken; öte yandan esnafı-sanatkârı-küçük üreticiyi kendi yanına çekmeğe çalışır, onları gözetir, işçi hareketine karşı kışkırtır. Esnafın-sanatkârın-küçük üreticinin toplumun orta direği olduğu, istikrarın teminatı olduğu kanısı böyle dönemlerde rayiç olur.

Buna mukabil, işsizliğin yüksek olduğu, işçi örgütlerinin zayıf olduğu şartlarda egemenler politikalarıyla reel ücretleri, reel maaşları baskılar. İşçilerin-memurların alım gücünün azalması ve -enflasyon ortamında- sanayi mallarının pahalanması ve kiraların artması, küçük esnafın-sanatkârın-üreticinin gelirlerini daraltır; bunları işçilerine yol vermeğe mecbur eder ve bir kısmını iflasa sürükler. Böylece küçük mal varlıkları büyük sermayedarların eline geçer; sermaye temerküz eder. Küçük sermayesini yitirenler başkasının işçisi olur.

Türkiye’de durum budur. 2000 yılında tüm çalışanların içinde kendi hesabına çalışanların oranı yüzde 25, ücretli-yevmiyeli çalışanların oranı yüzde 49 idi. Bu oranlar değişe değişe 2021’de kendi hesabına çalışanların oranı yüzde 16’ya düştü, ücretli-yevmiyeli çalışanların oranı yüzde 70’e çıktı.[2] Kendi hesabına çalışanların oranındaki belirgin azalma ve ücretli-yevmiyeli çalışanların oranındaki artış, Türkiye’de bu dönemde esnaflığı ve sanatını terk etmek zorunda kalanların ücretli-yevmiyeli çalışan konumuna geçtiğini gösteriyor.

Bu sebeple bugün Türkiye’nin somut şartlarında esnaf-sanatkâr-küçük üretici gruplarını, menfaatlerinin ve refahlarının işçilerin çıkarıyla ve refahıyla büyük ölçüde örtüştüğüne ikna etmek zor olmasa gerektir. Fiyat istikrarını sağlamanın, ücret ve maaşları insani seviyeye çıkarmanın, dolaylı vergileri kaldırmanın, taşeron sisteminin ilga etmenin işçileri ilgilendirdiği kadar esnaf-sanatkâr-küçük üretici gruplarını da ilgilendirdiği kolayca anlatılabilir.

Anlatılabilir, ama bunun şartı ‘emek’ ve ‘sermaye’ gibi soyutlamaları bir kenara koyarak somut toplumsal kategorilere tekabül eden berrak kavramlar kullanmaktır.


[1] https://www.youtube.com/watch?v=1ZqlVXDctSs

[2] https://sosyalveri.net/analiz/turkiyede-istihdamin-suregen-degisimi. Şayet kendi hesabına çalışanların oranına ücretsiz aile işçilerinin oranını eklersek, bu toplamın oranı 2000’de yüzde 46’dan 2021’de yüzde 25’e düşüyor.

1 Response

  1. Ahmet Faruk Keçeli dedi ki:

    Ciddi ve dikkat cezbedici bir yazı.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir