Emek ve Adalet Platformunda bir Pazar günü
Geçtiğimiz Pazar Emek Adalet olarak dört bir yanda faaliyetteydik. Reklama gıcığız, ama olup bitenleri, yapıp ettiklerimizi bu kez paylaşalım dedik. 2011’de zorlu bir yola çıktık, zor zamanlar atlattık. Bu işlere ne zafer, ne iktidar, ne kibre vesile etmek için girdik. Ama mazlumun hak mücadelesinin hakkını verme, bize ayrılan süreyi en hayırlı şekilde kullanma konusunda niyetimiz ciddi. Her daim kafa patlatıyor, tartışıyor, yaklaşım ve yöntemlerimizi sorguluyoruz. Hatalarımız çok, ama niyetimiz halis. Emek Adalet çalışıyor. Buradayız, burada olacağız, bekleriz.
***
Bir grup emek adalet gönüllüsü olarak tekstil sektöründe yeni kurulan bir sendika olan Bağımsız-Sen’e bir süredir destek vermeye gayret ediyoruz. Hem mücadeleci hem de demokratik bir sendikacılık anlayışı ile yola çıkan Bağımsız-Sen her geçen gün daha fazla yıpranan sendikacılık alanında umut vaat ediyor. Günümüzün ücret pazarlığına yoğunlaşan sendikacılık anlayışından farklı olarak, üyelerini yaşamın her alanında desteklemek, insanların hayatındaki dayanışmayı, birlik beraberliği güçlendirmek, insanların ufkunu genişletmek gibi iddiaları var bu yeni sendikanın.
Bu iddia uyarınca sendika yaptığı işlerden biri pazar günleri işçilerin çocuklarına verilen ücretsiz dersler. Sendika Ekim ayından bu yana bu dersleri düzenli olarak organize ediyor. Biz de özellikle üniversite öğrencisi arkadaşlarımızla bu gönüllü ders verme işinde başında beri keyifle yer alıyoruz. Ne yazık ki özellikle işçi semtlerinde ilkokul ve ortaokul eğitimi kimi istisna okullar olsa da genel olarak son derece vasat. Fakat bu tersinden şu anlama geliyor: Haftalık iki saatlik bir destek ile bile öğrencilerin okuldaki performansının gözlerimizin önünde değişebildiğine şahit oluyoruz. Bu da elbette ki insana somut olarak bir işe yarama duygusunu yaşatıyor. Çocuklarını dershaneye gönderme noktasında sıkıntı yaşayabilecek durumdaki aileler için bu mütevazi desteğin anlamı büyük.
Bugün yine saat 11:00’de derslere başladık. Önce yedi kişilik 4. sınıf grubumuza bir arkadaşımız ders anlattı. Saat 13:00’te de ortaokul öğrencileri geldi ve farklı gruplar halinde onlarla 2-3 saat ders yaptık. Bu işlerle öteden beri uğraşan öğretim görevlisi bir arkadaşımız ise saat 16:00’da bir grup işçiye sendikal eğitim verdi. Sendika tüm üyelerine zorunlu olarak temel sendikacılık eğitimi veriyor. Bugün de 5 kişilik bir kadın grubuna bu eğitimin birinci dersi verildi. Arkadaşımız kendi fabrikalarında son derece aktif olan bu beş hanım efendiye Türkiye’deki emek hareketinin yakın tarihine dair bir sunum yaptı. Emek hareketinin bugünkü zayıf durumuna nasıl ve neden geldiğini, bu halden çıkmak için neler yapılabileceğini ve emek mücadelesinin nasıl bir dava, nasıl bir ahlak mücadelesi olduğunu anlattı.
Akşam saatlerinde sendikadan çıkarken yorucu ama keyifli bir günü arkada bırakmıştık. Bir pazar günü, çocuklar ve anne babalarla cıvıl cıvıl dolup taşan bir sendika ortamı ileriye dair, yapabileceklerimize dair bize umut veriyor. Sendikanın sırf bir ücret pazarlığı aracı olmasındansa bir okul, bir kaynaşma yeri ve belki de gelecekte bir hastane, bir buluşma yeri olmasına omuz veriyoruz. Sendikayı Türkçe dersinde birleştirme ekini anlatırken kullanıyor, ders aralarında içinde koşturuyor, birbirimizi tek tek şahıslar olarak tanıyıp işçi ve sendika kelimesinin içini Ahmet’le, Ayşe’yle, gerçek insanlarla dolduruyoruz.
***
Emek Adaletten bir grup arkadaş, kurulduğundan beri kadın meselesi üzerine İslamî bir söz ve iş üreten Kadına Şiddete Karşı Müslümanlar İnisiyatifi içerisinde bir şeyler yapmaya çalışıyoruz.
Bugün de 25 Kasım Kadına yönelik şiddetle mücadele günü için Fatih’te bir saatlik bir stant açtık ve “Sevginiz Öldürüyor, Adaletiniz Süründürüyor” başlıklı bildirimizi semt sakinleri ile paylaştık.
Kendilerini şiddetten, taciz – tecavüz ve öldürülmekten korumaya çalışan ve bu yüzden eşlerini, sevgililerini, tecavüzcülerini öldüren kadınlar en ağır cezalar ile yargılanıyor ve hüküm giyiyorlar. Oysa yıllardır sistematik olarak kadınlar katleden erkekler için “iyi hal”, “tahrik”, “aşırı sevgi”, “rızası var” indirimleri (nerdeyse her suçlunun kullanmayı düşüneceği şekilde) işlemeye devam ediyor. Devlet ve hukuk koruyamadığı kadın vatandaşlarını bir de adaletsiz kararları mağdur ediyor. Biz de Kadına Şiddete Karşı Müslümanlar İnisiyatifi olarak bitmek bilmeyen bu şiddet ortamında yaşam hakkını savunan kadınların yanında olmak, onların sesini sokaklara taşımak istedik.
Fatih sakinleri arasında “bırakın da öldürelim” diyen amcalar da oldu, “bunları bize değil erkeklere verseniz” diyen kadınlar da. Kadınların öldürülmesini ekonomik gelişmeye bağlayan abilerle tartıştık, “ah kızım bu olaylar böyle çözülmez, ama sizi de tebrik ederim uğraşıyorsunuz” diyen teyzelere biraz da olsa hak verdik.
Stanttan sonra Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu’nun düzenlediği eyleme kendi hazırladığımız dövizlerle destekçi olarak katıldık. “Kadın cinayetlerinde uygulanan cezai indirimler kaldırılsın” talebini yüksek sesle dile getirmek için Tünel’den, Galatasaray Lisesi’nin önüne kadar yürüyerek sloganlar atıldı ve eylemi düzenleyen platformun bildirisi okundu. Eylemcilerden oluşan bir grup, kitlenin etrafını mor kurdelelerle çevirdi. Basın açıklaması yapıldıktan sonra katledilen kadınların yakınları konuştu. Yakınların adalet talebi sonrası eylem sona erdi.
Eylemde “Asla yalnız yürümeyeceksin”, “Adalet biziz, susmayacağız”, “Yasayı çıkart kadını yaşat”, “Kadın katillerine indirim yok” benzeri sloganlar attık ve kadınlar olarak hemcinslerimize yapılan zulümlere sessiz kalmayacağımızı hep bir ağızdan tekrarladık.
***
Demokratik İslam Kongresi ilk toplantısı yaklaşık bir buçuk sene önce Diyarbakır’da yapılan bir toplantıyla kendisini kamuoyuna duyurmuştu. Kürt hareketi çok uzun bir süredir, İslam’la ilgili en önemli açılımını yapıyordu. Bu coğrafyanın belki de en muhafazakar toplumu olan Kürtler’in en önemli siyasi oluşumu, özellikle Medine sözleşmesi bağlamında bir açılım yapıyor, özyönetimin en önemli unsuru olan farklılıklarla bir arada yaşamayı tartışıyor ve tartıştırıyordu. Hareket ikinci kongreyi önümüzdeki ay İstanbul’da yapmayı planlıyor. İlk kongrede Emek ve Adalet olarak biz de delege göndererek katılımcı olmuştuk. İşte bu ikinci kongre öncesi bir dizi hazırlık toplantısı yapılıyor. 25 Kasım Pazar günü Bağcılar’da bu toplantıların İstanbul ayağı yapıldı ve biz de Emek Adalet’ten üç arkadaş katılım gösterdik. Toplantıda ağırlıklı bir şekilde Kürt illerinden gelen meleler vardı. HDP Milletvekili Ayhan Bilgen’in organizasyonuyla düzenlenen bu ikinci toplantıda konuşmacılar, Kadri Yıldırım, Ayhan Bilgen ve Tülay Yıldırım Ede bir arada yaşama meselesi üzerine sunumlar yaptılar. Bizim de bir süredir tartışmaya çalıştığımız, bir arada yaşayabilmenin imkanlarını sorguladılar.
Kadri hoca, Mardin Artuklu Üniversitesi Rektör Yardımcısı iken istifa edip milletvekili olmuştu. Hoca İlahiyat yüksek lisanslı ve Arapça ve Farsça’yı ders verebilecek kadar iyi konuşuyor. Doktorası Arap dili ve Edebiyatı üzerine, Kürt tarihini de gayet iyi biliyor. Ayırımcılık üzerine konuşan Yıldırım dil, renk ve kimlik temelli olmak üzere üç tür ayırımcılık üzerinde durdu. Kuran, hadis ve Sünni din alimleri üzerinden örnekler verdi. Mesela Hz. Peygamber’in döneminde bir Yahudi’nin mahkemede kadı karşısında kendi dilinde yaptığı savunmaya bizzat Peygamberin müdahil olduğunu ve ona bir tercüman tahsis ettiklerini anlattı.
Ayhan Bilgen “kamu düzeni” kavramının ulus-devlet tarafından nasıl kullanıldığını ve buna nasıl dini libas giydirildiğini anlattı. Farklılıkların bir arada yaşadığı toplumlarda, farklı olanın hakları yasal güvence altına alınmalı ve o haklara yapılan saldırılar suç sayılmalıdır. Bir lütufmuş gibi seçimden seçime verilenlere hak almak denemez dedi. Göstermelik demokrasinin çöktüğünü ve özyönetimin geç kalınmış bir gerçeklik olduğunu, ama yöntemin tartışılabileceğini de ekledi. “Peki, çözüm ne sorusuna” da güzel bir cevap verdi. “Çözümün nerelerde olamayacağını öğrenebilirsek her seferinde çözüme biraz daha yaklaşmış oluruz” dedi. Ama devletin sürekli çözüm olmadığını bildiğimiz yöntemlere başvurduğuna işaret etti. Son olarak iktidara destek veren kitleleri iktidardan koparacak bir dilin kurulması gerektiğini, daha kapsayıcı ve kucaklayıcı bir dile ihtiyacımızın olduğunu belirtti.
Tülay Yıldırım Ede ise Tarlabaşı’nda Kadir Bal kardeşimizin yürüttüğü işin bir parçası durumunda ve orada farklılıkların nasıl bir arada yaşatıldığını anlatmaya çalıştı. Bir Kürt, bir Rus ve bir Suriyeli’den örnekler vererek nasıl bir arada yaşamaya gayret edildiğini anlattı. Güzel bir toplantıydı, özellikle Kürt melelerin arada bir laf atmaları çok hoştu. Toplantının sonunda bana göre en enteresan anlardan biri, tesettürlü bir kadının HDP’ye oy verdiğini, fakat bunu ailesinden habersiz yapmak zorunda kaldığını, “sen nasıl o dinsizlere oy verirsin” şeklinde baskıya maruz kaldığını anlatması ve HDP’nin bu imajını değiştirmesi gerektiği yönünde yaptığı vurguydu.
***
Hatırasını aziz bileceğimiz bir dostun ardından
Aziz Güler, 27 yaşında bir üniversite öğrencisi. IŞID’in Rojava saldırısına karşı gelişen direnişe omuz vermeye gitmiş bir devrimci. 21 Eylül’de, bir mayına basarak hayatını kaybetti. 59 gündür Serêkaniyê Roj Hastanesi’nin morgunda, doğup büyüdüğü topraklara defnedilmeyi bekliyordu. Kamuoyuna mal olan hikâyesi bu Aziz’in. Sadece bu kadarında dahi, meşrebinize göre nice soru, nice ders çıkarılacak parçaları var hikâyesinin. Onun gördüğü şeyi tahmin etmek güç değil şüphesiz. Neyin hak, neyin zulüm hatta vahşet olduğu uzunca zamandır gözlerimizin önünde duruyor. Aziz de bu uğurda verdi genç ömrünü.
Cenazesi uzun süredir yürütülen kampanyanın ardından vatanına getirilebildi ve Gazi Cem Evinden on bine yakın kişinin katılımıyla ebediyete uğurlandı. Dostlarının aktardığı karakterinde ve onu uzaktan bildiğim kadarıyla eğlenceli, hayat dolu, güleç yüzlü bir fotoğraf oluşmuş hafızamda. Fakat elinde silahıyla, sert ve kararlı bakışıyla, savaşın yoğurduğu hamuruyla başka bir Aziz fotoğrafı vardı alanı donatan pankartlarda. Seçtiği yolda olması gereken insan olmuştu muhtemelen; Komutan Aziz.
Onun mücadelesine, vahşete karşı direnen bir halkın onuruna ve hayat hakkına sahip çıkan yanına, anısı önünde saygı duyduğumuzu göstermeye ve mekânının cennet olması için rabbimize dua etmeye gittik son görevimizde. Tıpkı kendini bu uğurda öne atan diğerlerine duyduğumuz hislerle.
Aziz’in cenazesinin yurduna getirilebilmesi, en azından çocuklarının mezarı başında dua okuyabilmek isteyen diğer aileleri de tekrar gündeme getirdi (bkz.) Bu süreçte, çokça benzetilen “Antigone” tragedyası, 2500 yıl sonrasının Kral Kreon’larıyla sürmeye devam ediyor maalesef.
Her kim olursa olsun ölünün toprakla kavuşması, yakınlarının dua edebilecekleri bir mezarının olması, neredeyse insanlığın tarihi kadar kadim bir haktır. Sınırda bekletilen cenazelerin utancını bari sürmeyiniz alnınıza. Cenazeler ailelere teslim edilsin ve uygun bir defin töreniyle toprağa verilsin demek herhangi bir inanç sistemine bile referans verilmeden söylenebilecek basit bir insanlık seviyesidir bizce.