Eliaçık’ın Sosyal Adalet Söyleminde Yarattığı Tahribat Üzerine
Ön not: Bu yazı gündemi meşgul eden Cemaat-Parti kavgasına bulaşmadan yazılmıştır. Her şeyden önce bir tasaffi kaygısı taşımaktadır.
“Asfaltın üzerinde yürüyor olman asfaltı tartışmaman anlamına gelmiyor.”
İsmet Özel
Son bir kaç yıldır siyasetin garip şekilde evrildiği bir dönemi yaşıyoruz. Kürt meselesinde yaşanan gelişmeler ve sol ilahiyat tartışmalarıyla birlikte evrilen sosyal adaletçi söylemin yarattığı ya da sağalttığı siyasi hareketlilik oldukça zihin açıcı şekilde ilerledi. Bir çok ezber ve klişeleşen tavır alışlar, çok farklı mecralara dönüştü. Muhalif söylemin çeperi Gezi olaylarıyla birlikte hayli genişledi. Bazı söylemler son kurşunlarını kullanmak durumunda kalırken bazıları ise attıkları ilk kurşunun hızından dolayı sağırlaştılar. Özellikle son 3-4 yıldır yaşadıklarımız üzerine yazılabilecek metinlerin ve analizlerin alanı hayli fazladır. Bu süre içerisinde kendi adıma şahit olduğum şeylerin yoğunluğunu bir daha görebileceğimi sanmıyorum. Yaşanan tarih ya da yaşayan efsaneler zamanında yaşıyor olmanın verdiği keyif mi yoksa yarattığı zihinsel yorgunluktan kaçmak mı merkeze alınmalı sorusunun da cevabını tam olarak bilemiyorum. Ancak şurası bir gerçek ki politik eyleyişlerin ileriki süreçte çok daha beklenemez sonuçlar doğuracağı bir eşikteyiz.
Özellikle siyasi meselelerde birincil olarak iktidarın iç dinamikleri ve durumunu masaya yatırmaktan ziyade muhalif kanatta olanların problemleriyle ilgilenmenin daha sahici olduğunu düşünenlerdenim. -Son birkaç yılda iktidarın söylem meşruiyeti ciddi anlamda zayıfladı. Pratikte edindiği kazanımları ve ortaya çıkan oy artışlarını ayrıca değerlendirmek gerekir ancak bu hal bile söylemdeki tutarlılıktan kopuş halini gözden kaçırabilecek kadar önemli değil kanaatimce. Eğer meseleyi söylem ve dil üzerinden kuracaksak reel politik çamuruna bulaşmayı pek doğru bulmuyorum.-Bu uzun parantezden sonra tekrardan konuya gelelim. Son süreçte ülkemizdeki muhalif söylemlerde bir takım farklılaşmalar oluştu ancak bu farklılaşmaları dile getirenlerin eyleyiş şekillerinde iki farklı mecraya dair saflar henüz tam olarak ayrıştırılamadı. Siyasi bloğu şekillendirirken sevilme ve beğenilme arasındaki devasa farklılık, tercih edişlerde kendisine dişe dokunur bir karakter oturtamadı. Şu gün muhalif söylem, son bir kaç yıllık siyaset şekillenmesi neticesinde kimin nerede durduğunu belli edemeyecek kadar flulaşmış vaziyette. Kripto AKP’liler, Kripto CHP’liler, CHP’li ama CHP’li olmayanlar, AKP’li ve liberal olanlar, Liberal ama AKP’li olmayanlar, Solcuyum derken dibine kadar liberal olanlar, dindarken muhafazakar olmayanlar, dindar ama muhafazakar olanlar, muhafazakarken demokrat olabildiğini sananlar, müslümanken solculaşanlar, solcuyken müslüman bir dille liberal sapmaya maruz kalanlar, sosyal adaletçiyim ama AKP de lazım diyenler, Marksist gibi düşünürken İslamcılık yapanlar ve daha bir çok etiketlemeyi/dönüşmeyi bu dönemde gördük ve anlamaya çalıştık. Ancak bu siyasi çok çeşitlilik içinde sevilmek ve beğenilmek arasındaki derin farklılığı ortaya koyan bir tanım aralığı geliştirilemedi. Hakikate dair söylenecek sözlerde mutabakata varabilmenin zorlaşmasının, biraz sonra açmaya çalışacağım iki ayrımla çok alakalı olduğunu düşünüyorum.
Akıllı bir insan bu ölümlü dünya hayatında sevilmeyi tercih eden insandır. Sevgi ilişkisi, ön planda olmamayı tercih etmekle de çok alakalı ve sizi sevenlerin söylediğiniz her söz için anlamlı bir yerde durduğunu gözeterek hareket etmenizi sağlayan bir hissiyat hali yaratır. Karşılıklı bir sorumluluk hali oluşur. Onu incitmemek için ince eler sık dokunursunuz. Beğenilme güdüsü ise çeperinizde sizi sevenlerin kaygılarını ikinci plana itmeyi zihnen meşrulaştırabilir. Kurduğunuz cümlelerde beğenilir ya da sansasyonel olanı ön plana almaya başladığınız anda hayatta yalnızlaşmaya başlarsınız. Çünkü etrafınızdakilerin samimi muhabbetinden çok kalitatif ve tüketilebilir bir popülarite, zamanla fikri üretiminizin merkezinde konumlanmaya başlar. Diktatörler bu kodlarla birlikte diktatörleşmiş bir takım fırsatçı tiplerdir genelde. İktidarı ele geçirecek kadar güdüleme yeteneği olan bir beğenilme katsayısı diktatör olmak için yeterlidir. Ülkemizde hali hazırda çoğunluğun sesi olduğu iddiasıyla nobran ve pervasızca her türlü cümleyi kurma ehliyetinin kendinde olduğunu düşünen iktidar bu anlamda başarılı bir örnek olabilir. Bu tiplerin düşüş zamanlarında etrafında pek kimse olmaz. Kurdukları ilişkiler günübirlik ve güç/beğenilme asimetrisine dayalı olduğundan dolayı birden bire yalnızlaşırlar. Halbuki günlük hayat bu asimetriyi bünyesinde barındıramayacak kadar güçlüdür. Sevgi bağı kolay kurulan bir bağ olmamakla birlikte günlük hayat meşgalesi içinde üstü kolaylıkla kapatılabilecek bir şey değildir. Patron tarafından beğenilecek bir yazıyı yazmak, yazarın gazete köşesindeki yerini sağlamlaştırabilir ancak bu sağlamlık patronla ters düşmeye başlayana kadardır. Ters düştüğünüz anda yerinizi kaybedersiniz. Meşruiyet zemini patronun beğenmesi üzerinden şekillendiği için bu halin ortadan kalkması ilişkinin de sonu anlamına gelir. Siyasi kariyerin yükselişi de aşağı yukarı böyledir. Halk çoğunluğunun beğenmesi ve genel gündemin şekillendiriciliği güçlü bir iktidar zeminine sahip olduğunuz algısını yaratabilir. Ancak ilk kırılma anında yaşanacak güven erozyonu tepetaklak düşmekle neticelenebilir. Kurduğunuz gizli mutabakat zemini oldukça kırılgandır aslında. Ancak bir annenin çocuğuna beslediği sevgi zamanla silinemeyecek kadar güçlü bir etki çeperine sahiptir.
Son bir kaç yıl içinde çok fazla farklı söylem ve eyleyişle karşılaştık ancak ayrım noktalarımızı ortaya pek başarılı şekilde koyamamıştık. Bence temel farkımız muhalefet söylemini, spekülasyon katsayısı ve beğenme/beğenmeme dikotomisi üzerine kurmamış olmamızdı. Maalesef muhaliflerin büyük kısmı tıpkı iktidarın yaptığı gibi spekülatif/beğenilen/beğenilmeyen işler odaklı düşünmenin peşindeydi. Bunun yanı sıra meselenin içine eski sol hastalıklar da girince ortada siyaset alanı açılmış olmasına rağmen söz üretemeyen bir Gezi sonrası artık kaldı. Şimdi her konuda havada uçuşan onbinlerce bildiri/metin/eylemlilikler var ancak ülke siyasetinde belli güç temerküzüne sahip odaklar hala çok güçlüler. Bu noktada durup bir acaba demek gereklidir. Ben meseleyi daha çok iktidarın bayraktarlığına öykünmekle ilişkilendiriyorum. İktidarın zulmü ve sosyal siyaset denklemindeki domine ediciliği ile paralel olarak ses getirici kitlesel işler ortaya çıktı, fakat dişe dokunur bir cephenin oluştuğunu söylemekten hala çok uzaktayız.
Ülkemizdeki mevcut siyasi atmosferde bir cephe oluşturma meselesi son yıllardaki bütün bu hareketlenme içerisinde bile kadük kalmıştır. Dindar bir iktidarın daha çok kendisi ile aynı sosyolojik vasattan gelmiş altta kalanlar için sömürüyü derinleştiriyor olmasına rağmen kurmuş olduğu rıza üreten mekanizma nedeniyle, bu altta kalanların oylarıyla iktidarda kalabildiği bir dönemdeyiz. Bu sarmal zincirin kırılması için ortaya konulan söylemlerde ve eyleyişlerde, kendisi için savaştığını bir türlü merkezi kesime anlatamayan hastalıklı bir sol gelenek muhalefet sahasında hakimdi. Hala da büyük ölçüde hakim olmasına rağmen anti-mülkiyetçi retorik ile müslümanlığa farklı bir yorum getirdiği sanılan İhsan Eliaçık muhalefet sahasında bir hareketlenme yaşanmasına neden olarak hayli ön plana çıktı. Bir çok insanın gözünde meselenin tek bayraktarıymış gibi anlaşılacak kadar tekeline almayı başarabildi. -EAP’ın fikri ve eylemsel pratik olarak Eliaçık popülaritesinden daha öncesinde bir zemin olarak ortaya çıkmasını tartışmanın dışında tutmayı tercih ediyorum..- Bu kadar tantanaya rağmen şu soru ister istemez ön plana çıkıyor: “Din içinde bir söylem olmasına rağmen neden dindar halk bu tarz bir muhalif söyleme teveccüh etmedi/etmiyor?” Bu sorunun cevabını bulmak için hesaplaşmak ve yüzleşmek ve bunu yaparken muktedir odakların meşruluğunu artırmadan konuşmak gerekiyor.
“Usul esasa mukaddemdir” Cevdet Paşa
Muhalif söylemin yıllardır içinde bulunduğu hastalıklar, Eliaçık popularitesi artmaya başladığı anda bu “yeni” söylemin içinde de kendini göstermeye başladı. Pek çok kişiye farklı gelen bu ses kısa süre içerisinde küçük çaplı tartışma zeminlerinden ve dindar yoğun meclislerden dışarıya taşınmaya başladı. Bu genişleme hali genel olarak olumlu kabul edildi ancak ciddi bir şey gözden kaçmaya başlamıştı. Beraberce yapmak güdüsü yerine spekülatif yapmak güdüsü baskın olmaya başladı. Bu anlamda meselenin koptuğu an 2012 1 Mayıs’ıdır. Dindar mahallenin mevcut tıkanmışlığınd an yorulan, arayış içindeki gençleri “1 Mayıs hakkı müdafaa günüdür!” diyerek medya ordusu eşliğinde meydana doğru yürüdüler. Türkiye’deki emekçilerin çalışma koşullarından ziyade tepeden tırnağa PR kokan bir yürüme hali ülke gündemine oturmuştu. Bu spekülasyon kokan eyleyişi birileri çok beğendiler, birileri ise galiz küfürler savurdular. Sonrasında Eliaçık, aslında devasa bir hezimet olan bu eyleyişi yarattığı hazdan dolayı fazlasıyla sahiplendi. Süreç içerisinde söylemin kendisiymiş gibi lanse edilen bir çok şey eyleme ve söyleme bulaşan sol hastalık ile iyicene kronikleşti ve artık bana sorarsanız içinden çıkılamayacak kadar kötü bir noktada. Bu etkiler sadece eylem şeklinde değil söylemde de kendisini devam ettirdi.
Söylem için öncelikli olarak tartışılması gereken Eliaçık’ın alevi ve kürt hareketleri ile olan irtibat ağı değildi. Eğer hakikat için bir adalet söylemi içinde iseniz mağdurlar ile irtibat ağını geliştirmeniz ve aynı sofrada oturmanız pekala gerekecektir. Sünni algının bundan rahatsız olması aşağıda sıralayacağım hatalar kadar anlamlı değildir. Haklı bir şey için inatla ve ısrarla bütün yadırgamalara rağmen dimdik ayakta duran eyleyişler ve sözler elbette bir gün hak ettiği kıymeti görecektir. Bu bağlamda söylenebilecek çok şey var ancak mesela Cumartesi Anneleri’nin daha bir kaç yıl öncesine kadar başbakan tarafından “kime hizmet ettikleri belli değil” etiketlemesine rağmen neredeyse dokunulmaz oldukları bir vasata evrilmiş durumdayız. Kaldı ki sadece kürt çocukların anneleri değil sistem tarafından çocukları kaybedilen tüm anneler için bir zemin oluşmuş durumda. Bu kısmı parantez olsun amacıyla açmıştım. Zira daha uzun bir incelemenin konusudur. Bence Eliaçık’ın esas hataları kendisini bu örnekteki gibi marjinal duran zeminlere dair söz söylemeye başlamasında değil daha çok başka yerlerde dışa vurdu..
Televizyondaki bir konuşmasında Eliaçık “Kafası çalışan imam hatipliler ateist olur” diye bir cümle kurmuştu. Temel derdi resmi dini eğitim sistemini eleştirmekti fakat bu cümle Eliaçık’ın kastını anlasa dahi bir çok imam hatipli için fazlasıyla inciticiydi. Ateist olmayan ve mevcut eğitim sisteminden rahatsız olan, sistemle problemi olduğunu gizlemeyen imam hatiplilerin bile kendilerini dışlanmış hissedecekleri bir cümle için ortalama bir imam hatiplinin algılaması çok daha farklı olacaktır. Eliaçık yukarıdaki örneğin yanında “Başörtülülerin çoğu lüks düşkünüdür.”, “Beni 12 Eylül’ün, 28 Şubat’ın paşaları korkutamadı ki; takunyalılar, badem bıyıklılar mı korkutacak” gibi birçok cümlecik kurdu. Bu cümleciklerdeki temel kaygı Eliaçık’ı birazcık tanıyan birisi için oldukça açıktır. Eşi ve çocukları başörtülü olan birisi başörtülülere hakaret etmez ancak meramını anlatırken ortaya koyduğu üslup alt metinde başka çok ciddi sorunları barındırıyor.
Bu dil bana en çok başbakanın pervasız ve kabadayı hallerini anımsatıyor. Kurduğu kısacık cümleler ile ülke gündemini ciddi şekilde rahatsız edebiliyor başbakan. Açıklaması istendiğinde cümleyi biraz daha uzatıyor ancak söylediklerinin buyurgan ve ötekileştirici karakterinden taviz vermiyor. Daha sonra güce tapan kalemleriyle birlikte anlamsız cümleler için destan gibi savunma metinleri düşüyor gazetelere. Eliaçık’ın böyle bir şansı yok. Söyledikleri, hükümete muhalif kesimlerin özellikle CHP sempatizanlarının retweetlemeleriyle ödüllendiriliyor. Burada usulen birbiri ile aynı olan iki farklı söylem alanından bahsedebiliriz. Nobran ve küfürbaz konuşan başbakan ile muhatabının hassasiyetlerini hiç ciddiye almayan Eliaçık, siyaset ufku olarak aynı kumaşa sahip oldukları imajını veriyorlar. Aralarındaki güç asimetrisi söylenen şeyin yanlış şekilde söylendiği gerçeğini kapatmıyor.
İkinci olarak özel hayata müdahale ve belli bir kesimin hissiyatıyla oynama bu iki söyleyiş şeklinde ortak. Başbakan söyledikleriyle seküler insanların yaşam alanlarını küçümser ve dışlarken, Eliaçık aldığı beğenilmelerin şehvetiyle dindar kesimin hissiyatını ciddiye almadan konuşuyor. Bu söyleme şekli siyasal popülarite ve gündem yaratma etkisi açılarından anlamlı olabilir ancak toplumsal sorunlarda derinleşen fay hatlarını soğutucu bir etkiye ya da adaletsizlikleri önleme noktasında bir fark ediş yaratacak etkiye kesinlikle sahip değiller. Esasa dair çok edebi cümleler kurabilirsiniz ancak şeriat da toplum algısı da usulen yapılan hatalardan dolayı bu üslupla felaha ermeyecektir. Bu durumdan zaten güçten beslenen iktidar mekanizması zarar görmeyecektir ve muhaliflerin sesleri kısılacaktır ki Eliaçık sanki bu işi bilerek ve isteyerek yapıyormuşçasına kırmaya/dökmeye devam ediyor. Başbakanın siyaseten bunu böyle yapmasını normal karşılıyoruz artık. Muktedir olarak kurduğu cümlelere ehemmiyet verilmemesi noktasında her ne kadar bir cephe oluşturamamış olsak da içine düştüğü karanlığın farkındayız. Ancak Eliaçık’ın aynı şekilde zıddı olduğunu iddia ettiği şeyi güçlendiren bir dile evrilmesi muhalefete dair arayışları olan bizler için oldukça olumsuz sonuçlar doğurdu. Toplumda biriken ve dindar kesimlerin muhayyilesinde günden güne somutlaşan güzel bir sözün katledilmesine yol açacak bir hırçınlıkla karşı karşıyayız.
Başbakan iktidara geldikten sonra karşısına çıkan reel anlamda örgütlü (ordu, sendikalar, sermaye dernekleri, bürokrasi, partiler, STK’lar) hemen hemen bütün güçleri etkisizleştirmeyi ve/veya kendi kontrolüne almayı başarabildi. Başbakanın pragmatik olanı görme noktasındaki zekasının yanı sıra rızaya dayalı ve politik gücünü meşrulaştırıcı sosyolojik diğer itkileride etkili kullanabilmesinin bunda ciddi bir payı olduğu yadsınamaz. Ülke siyasetinde hala domine edici çeperi bulunan bir kaç büyük yapının etki alanlarını stabil tutarak iktidarını koruyabilecek mobiliteye hala sahip görünmekte. Kendi adıma sünni muhayyilenin merkezde olduğu mevcut siyasi cephelerden (Gülen Hareketi ve CHP dahil) başka ve bağımsız karakterde bir söylem alanının gelişmesi gerektiğini ve bunun AKP tahakkümünün kırılması için olmazsa olmaz olduğunu düşünen biri olarak, Eliaçık’ın tıpkı başbakan gibi nobran ve pervasız bir şekilde konuşarak ve gelişen ve somutlaşan alternatif söylemi başbakanağzılaştırarak iktidarın kontrol alanına çektiğini düşünüyorum. Başbakanın kendigibileştirme ve tasfiye etme pratiğini başarılı şekilde kotarabildiği bir zeminde söze zarar vermemek için temkinli olmak gerekirdi. Geldiğimiz nokta itibarı ile sosyal adalet söylemi denilince AKP tabanında, CHP söylemleri ve gizli ergenekon şüphelerinin oluşmasının esas sebebi yukarıda açıklamaya çalıştığım usul hatasıdır.
Usulün esastan önce gelmemesi haklı olduğunuz bir davada haksız duruma düşmenize yol açabilir. Cevdet Paşa’nın Mecelle‘ye böyle bir kural koymuş olmasının kerameti ortadan kalkmamış vesselam.
“Dahleden (söven) dinimize bari müselmân olsa.” Mehmet Bahai Efendi
Evvelinden beri sosyal adaletçi ve anti-emperyalist bir takım çıkışlarıyla bildiğimiz İsmail Kılıçarslan geçenlerde Yeni Şafak’ta köşe sahibi olarak yazdığı ilk yazısında, Eliaçık için bir protestan cemaat lideri gibi oldu şeklinde eleştirel bir yazı yazdı. Bu yazı üzerine konuşmanın neden sosyal adaletçi söylem için anlam ifade ettiği sorusunun cevabını vermek lazım öncelikle. Popülerliği günden güne artan ve toplumsal bir ilgiye matuf olan sosyal adalet tezleri hali hazırda devam eden muhalefetsizliğe ciddi bir alternatif olma potansiyelini taşıyan yegane söylem alanı. Ayrıca sol söylem her ne kadar kalbi tarafı olan önemli bir retorik ve geçmiş olsa da toplumsal anlamda mobilize edicilikten hayli uzaklaşmış durumda. Malumunuz, İhsan Eliaçık gibi kişilerin, HAS Parti tecrübesinin ve Anti-Kapitalist Müslümanlar Hareketinin dikkat çekici olması da bu anlamda meselenin üzerinde durulması gerektiğini gösterir nitelikte. Kılıçarslan’ın yazısı bu yükselen söylem alanı içinde kilit nitelikte tespitler taşıması ve başka bir takım tehlikeli bulduğum şeylere işaret etmesi bakımından önemli duruyor. Eliaçık için protestan bir din adamı benzetmesi yapılmasının hakikatte neye tekabül ettiği ve yazının maksadı üzerine konuşmak ve meseleyi bu bağlamda netleştirmek gerekiyor.
Yazı okuyan bir çok insan tarafında zekice ve ince tespitlerle bezeli olarak yorumlandı. Eliaçık’ın mülkiyeti sadece meta olarak gören söylemi mülk kazanmayı kutsallaştıran protestan anlayışın tersine bir yorumu olarak ciddi haklılık tarafları taşıyor. Mülk ilişkisi sadece mal ile kurulan bir ilişki olmayıp aynı zamanda kişiyi benliğinden uzaklaştıran her şeye bağlanabilecek bir şey. Dinin mülkiyet ile olan sınanmaya dair kaygıları sadece deve ve köle sayısıyla alakalı olmadı. Kişiyi benliğinden uzaklaştıran her bağımlılık mülkiyet olarak değerlendirilir. En basitinden şöhret, para kazandırsın ya da kazandırmasın bir mülk edinme şeklidir. İsterseniz bu vesileyle kazandığınız tüm malı dağıtın ancak şöhretin sizin üzerinizdeki bağlayıcılığı mülkiyetle doğrudan alakalıdır. Sosyal adaletçi söylemin en meşhuru olması ve bu anlamda tüm eleştirel tepkilere şahsını ve geçmişini öne sürerek karşılık vermesi Eliaçık’ın bir şekilde önünde bulduğu bu bayraktarlık halini mülk edindiğine dair ciddi izler taşıyor. Kılıçarslan bu anlamda doğru bir eleştiri yapmıştır. Ancak kazın ayağı tam olarak bundan ibaret değil.
Yazılan bir metnin içeriği yanında neden yazıldığını ve alt metinlerini okumak/görmek gerekiyor. Analiz yaparken metnin kendisi üzerinden yapılan eleştiriler sadece betimlemenin kendisi üzerine yapılmış olur ancak yazının neden yazıldığı sorusu ortada kalır. Şu durumda Kılıçarslan’ın neden ve nasıl böyle bir metin yazdığı üzerine düşünmek eyleyişin netleşmesi için anlamlı bir durumdur. Bugün iktidarın meşruiyeti, sistemin içinden yükselen farklı sesleri kuşatabildiği ölçüde kendini yeniden üretebilecek gibi görünüyor. Muktedirler, kendi yaptıklarına muhalif olanları da muhaliflerin söyleme alanlarını daraltarak içselleştirebildikleri ölçüde politika üretme imkanlarını çoğaltabilirler. İktidarlar hem kendisine karşı olanların alanını daraltıp hem de onların söylediklerini “bakın biz de söylüyoruz” diyebildikleri ölçüde güçlenirler. Anlaşılan o ki Eliaçık her ne kadar usulen çok ciddi bir saplantıyla konuşsa da hala bazıları için sistemin dışında söz üretme kapasitesini koruyor. Şu durumda Kılıçarslan’ın yazdığı metinden ilk olarak çıkarılabilecek sonuç; Eliaçık’ın söylemeye çalıştıklarının yumuşatılarak içeri çekilmesi ve iktidarın kontrol alanında yuva kurabilmesi ihtiyacının varlığıdır. Bu sağlanabilirse Eliaçık’ın söylem gücü ve etki alanı zayıflatılarak daha rahat marjinalize edilebilecek ve belli bir kesim için etkisizleştirilecektir. Bu arada sosyal adalet söylemi de iktidara rahatsızlık vermeden kendi çatısı altında meşruiyetini güçlendirici bir etki olarak vücut bulacaktır.
Kılıçarslan, Yeni Şafak gazetesinde köşe sahibi olarak yazdığı ilk yazısı ile iktidara selam vererek kendisine alan açmanın imkânlarını kovalamıştır. Aynı günlerde gündeme oturan kızlı-erkekli muhabbetinde ise oldukça faşizan ve baskıcı bir şey yapmış olan başbakanı kızdırmadan tasvip etmediğini belirtme yoluna gitmiştir. Şu durumda Kılıçarslan içerik olarak ne kadar doğru laflar etmiş de olsa bence kayda değer cümleler kurma yeteneğini kaybetmiştir. Kılıçarslan’ın bulunduğu zeminin Eliaçık’a laf yetiştirebilecek ehliyeti olmadığı gibi bundan sonra kurduğu her cümle için “acaba aklından ne geçiyor?” sorusu akıllara gelecektir.
Şu durumda haklı bile olsalar, iktidarın alanı içerisinde bir şeyler söyleyen sözde muhaliflere alan bırakmamak gibi elzem bir sorumluluğumuz da var. Eliaçık’ın sosyal adaletçi söylemde açtığı alan maalesef iktidara göz kırpan köşe sahiplerine malzeme vererek çok ciddi bir tahribata yol açmıştır. Şu durumda hem bu tahribatın hem de iktidara yakın mecralarda çıkan sözde sosyal adaletçi dilin arasında kalmadan bir varlık alanı ihtiyacı, günden güne artmaya başlamıştır.
“..Türk ve İslâm çoğunluğunun yerleşmiş olduğu kesimlerinin tamamı ister bir işgal ve ister bir hükümle olsun, birbirinden ayrılmaz bir bütündür. “ (Milli sınırlar içinde vatan bir bütündür, parçalanamaz hükmü.) Misak-ı Milli(Millet Sözleşmesi) Kararları, 1. Madde
Eliaçık uzun bir aradan sonra 29 Ekim Cumhuriyet bayramı vesilesiyle, Cumhuriyetin önemine dair bir yazı yazmıştı. Yazı cumhuriyet mefhumunu meşru bir zemine oturtmak için ontolojik bazı esaslar üzerine bina edilmişti. Bunlardan bir tanesi Misak-ı Milli’nin reddedilişini gericilik olarak değerlendirip ontolojik olandan kopuş şeklinde değerlendiren maddeydi. Mevcut şartlar içinde yaşadığımız Cumhuriyet rejiminin olmazsa olmazı olarak metne giydirilmişti. Vakti zamanında bu topraklarda yaşayan insanların İngiliz işgali altında aldıkları bu karar elbette oldukça cesur ve manidardır. Ülke insanına bir direniş çeperi çizmesi ve saldırı zemininin ilkelerini belirlemesi açısından oldukça ciddi anlamlar ihtiva eder ancak şu gün geldiğimiz nokta itibarı ile neye hizmet edeceği tartışılır durumda. Sosyal adalet söylemi içinde kısıtlayıcı bir anlam taşıyor olmakla birlikte resmi TC ideolojisinin değirmenine su taşımaktan başka hiçbir şeye yaramamaktadır.
Bu yazı üzerine Eliaçık, CHP sempatizanlarının gönlünü hoş etmek için böyle bir metnin altına imza attı şeklinde eleştiriler gelmişti. Bu eleştiri bir miktar doğru olabilir ancak kurulan bu cümlenin tehlikesi birilerini hoşnut etmesinden daha derinlerde bir yerde yatıyor. Misak-ı Milli çeperi şu gün ilk kalemde Rojava, Kuzey Kürdistan ve Suriye topraklarını içine alan ileri bir ufka işaret etmiyor. Esasında saldırı zemini anlamı taşıyan bu sözleşme şu gün ülkenin büyük kesimi tarafından, mevcut sınırların muhafazası şeklinde anlaşılıyor.
Vakti zamanında Eliaçık ile yaptığımız derslerin birinde Molla Sadra ve düşünceleri üzerine konuşmuştuk. Son yazısında, işlediğimiz bir derse konu olan “Hareket-i Cevher” teorisi aklıma geldi. Molla Sadra’nın bu teorisi kısaca; bırakın maddenin şeklini atomik çekirdeği bile değişimden muaf değildir, bir şey değişme yeteneğini kaybettiği anda varlık alanından yok olur, şeklinde özetlenebilir. Vakti zamanında birileri tarafında sabitlenmiş bazı sınırların zaman içinde sabit bir nokta olarak makul ve meşru kabul edilmesi söylem alanını tamamen bizim şuan eleştirdiğimiz ceberrut sistemin sınırlarına hapsetmeye yarar. Şu durumda bu yazıdan sonra Kürt Özgürlük hareketi için Eliaçık’ın söyleyecekleri aşağı yukarı belli bir sınırın içinde kalmak zorundadır. Bu varsayıma göre Kürtlerin mevcut sınırları değiştiren bir devlet kurmaları gericiliktir. Eğer dünyaya adaletli bir söz söylemek istiyorsanız kendiniz yapay sınırlara hapsedemezsiniz. Eğer bir kere hapsetmişseniz artık ancak sistemin bir argümanı kadar anlamlısınızdır.
Bir söylem alanının en domine bayraktarı olarak konuşuyorsanız kurduğunuz böyle bir cümle size rağmen söz söylemek isteyen insanların alanını kapatmak için fazlasıyla işlevsel ve tahripkârdır. Söze karşı bir sorumluluğunuz olduğunu düşünüyorsanız bireysel olarak kurduğunuz cümlelerin nerelere dokunduğunu da hesap ederek konuşmanız gerekir. Eliaçık bu yaklaşımıyla sadece sözü tahrip etmekle kalmış ayrıca resmi ideolojinin ideologlarında biri olmaya doğru dümen kırmaya resmen başlamıştır.
SONUÇ:
Geldiğimiz nokta itibarı ile Eliaçık’a ve Eliaçık’a yapılan saldırılara rağmen, iktidara karşı güçlü bir söz söylemenin imkânları fazlasıyla zayıflamıştır. Medya dünyasının mülkiyeti olan ekran şehveti ve kapitalist ikonlaştırmanın dayanılmaz ivmesi nedeniyle bir zamanlar epey bir umut bağlanan Eliaçık artık söylem gücünü esas mağdurlar nezdinde tüketmiş durumundadır. Kılıçarslan gibi AKP medyasında yazan kalemler tarafından eleştirilse bile yapıp ettikleri sözü güçlendirmekten ziyade zayıflatır niteliktedir. Sanırım bundan sonrası için yapılabilecek en anlamlı şey sistemin partilerine ve yazarlarına(Eliaçık dahil) aldırış etmeden ve onlara rağmen doğru bildiğimizi en güzel şekilde söylemenin inadını ve ısrarını taşımak olacaktır. Ülke hali hazırda oldukça garip bir eşikten geçmekte ve yeni bir Türkiye tesis ediliyor. Bu süreç içerisinde söylem zeminini ve meşruiyetini kaybedenlerle birlikte yeni aktörler ön plana çıkmaya başlayacak. Yol henüz başladı ve yapacak daha çok işimiz var.
İhsan hocaya çocuğumuz gibi bağırıp çağırıp sövebiliyorsak, bu ihsan hocanın bizlerle bir çocuk ilişkilenmesinden kaynaklıdır.
Ama bizlerle bir çocuk gibi değil hiyeraşik ilişkilenen Kılıçaslan için “Evvelinden beri sosyal adaletçi ve anti-emperyalist bir takım çıkışlarıyla bildiğimiz İsmail Kılıçarslan” ifadesini kullanırken ihsan hoca için tahribatçı ifadesini kullanmışsın.
Madem sosyal adalet söylemine tahribatları analiz ediyorsun, neden iktidara ait bir gazetede maaşlı köşe yazarı olan İsmail Kılıçaslan’dan başlamadın?
Neden emek ve adalet platformunu eleştirmedin? Çuvaldızı kendimize iğneyi başkasına batırmak ahlaktandır.
Neden fıkıh kaidelerine takla attıran “Hayrettin Karaman”dan en küçük sosyal adalet söylemi hayırlı yorumlanırken, ihsan hocanın koca çalışması yok sayılıyor?
Neden ihsan hoca’nın nefsi bazı davranışları “sermaye” olarak yorumlanırken, akif emre maaşlı çalışıyor olmasına rağmen bağımsız algılanıyor (akif emre bağımlıdır demiyorum-ölçüsüzlüğü göstermeye çalışıyorum).
Başbakana karşı kabadayı ve pervarsız olmak nasıl oluyor da bütün iktidarın sahibi olan başbakanın kabadayılığı ve pervarsızlığı ile aynılaştırılıyor. İhsan hoca’nın elinde iktidar mı var, aşağıdan yukarıya dayılanmak ne zamandan beri sosyal adalete zarar veriyormuş?
İhsan hoca eleştirilmez demiyorum. Ama bu eleştirinin ölçüsüz olduğu kanısındayım.
Sosyal adalet söylemini tahrip eden unsurları ele aldığımızda buna ihsan hocadan başlanmaz. Emek ve adalet platformunun da içerisinde olduğu, has parti ve antikapitalist Müslümanlar, çeşitli köşe yazarları vb. bizleri de içerisine alacak geniş bir havuzdan başlanmalıdır. Yoksa bütün sıkıntıların ihsan hocaya ihale edilmesini adil bulmuyorum.
Saim başkan öncelikle belirtmem gerek, Hali hazırda yenişafakta falan yazan yazarlardan hiçbirisi benim gözümde matah tipler olmadılar. Akif Emre onca süslü edebiyatına rağmen benim için bir hedef belirleyici bir karaktere ve niteliğe işaret eden çok fazla şey yazmadı. Eliaçık bu anlamda öyle biriydi. Kılıçarslanı da zaten gözümde büyüttüğümü hiç hatırlamıyorum. Bu anlamda sitede bazı iktibasların olması beni bağlamaz kanaatindeyim. Bazı arkadaşlar uygun görüp yayınlamışlar. Ben şahsen öyle parlak tiplerden ziyade sesi daha az çıkan kişiler için iktibas yayınlama taraftarıyım. Platformdaki diğer arkadaşların tercihlerini referans alarak beni eleştirmen bence hakkaniyetli değil. Zira bu yazı öncelikle benim yazdığım sonra sitede yayınlanmış bir yazı.
Bizlik ve diğerleri bahsi için; sosyal adalet söyleminde benim kırmızı çizgim halkçılık ve toplumculuk gibi kavramlar. Eğer kişi kendini halkın değerleriyle çatışmayı doğru kabul eden yada ona vaaz veren ve akıl öğreten konumunda görebiliyorsa bence kurduğu cümle din diliyle batıldır. Sadece zarar verir. Eliaçık televizyona çıkmaya başladıktan sonra olan şey tam olarak budur. Meselenin “batıl”lığını bir kenara koyarak ikinci bir hususa da değinmem lazım. Geçenlerde Yavuz abi ile muhabbet ederken İsmet Özel’in “Türk namaz kılan kişidir” ifadesi ile Eliaçık’ın “Namaz bir ibadet değildir” açıklamalarının dokunduğu ve işaret ettiği noktaların ayrımı üzerine konuştuk. Bu ülkenin en az %80’i için namaz bir “ibadet” ve kılmasa bile saygı duyulası bişeyse ve bu ülkenin mağdurlarının en az %60-70’i bu namaz kılma eylemine saygı duyan kişiler ise Eliaçık bu insanlara sırtını dönmüş ve “beyaz türk”e selam çakmıştır. Şimdi diceksiniz ki hayır aslında ortada bir cümle kuruyor falan. Bence kesinlikle değil. Bu ortada bir cümle değil. Bu saygısız bir cümledir.
Son olarak; artık bu anlamada kuracağım her cümle için “işte senin hocan eliaçık da şöyle dedi bak ona ne diyorsun” gibi bariyerlerle karşılaşmak istemiyorum şahsen. cümle kurabilme selahiyetimi AKP engelleyemiyor. Ancak Eliaçık engelliyorsa bununla hesaplaşma hakkımın olduğunu elbette düşünecem.
Eliaçık, yazıda da belirtmeye çalıştım artık bence bizden çok sistemin bir kalemidir. Kılıçarslan kadar olmasa da sisteme hizmet etmektedir. Tabi tövbe eder özeleştiri verirse diyebileceğim bişey yok. Bu an itibarı ile bir durum tesptidir. sadece. bence eleştirini bu zemin üzerinden kurmalısın.
Bedri bu konuda kim seni eleştirirse aynı cümleleri kuruyorsun, başka bir argumanin yokmu ve beni ikna etmiyor. Gereksiz ve zamansız bir tartışma açıyorsun, bu konu beni çok rahatsız etti, o çok onemsedigin platformun yatayligi meselesine aykırı hareket ettin, bir diğer husus Saim’e yazdığın cevapta tövbe etsin falan demişsin, ne zamandan beri bir müslümana böyle hitap edebiliyorsun doğrusu çok yadirgadim. Üslubunu gözden geçirmeni tavsiye ederim.
Abi aynı cümleler kurmak yerine boşlukları doldurmak için kullandığım argümanlar aynı diyelim. Zamanlama konusunda ikna olmamanı ve tövbe meselesinde üstenci olduğumu düşünmeni aynı yere bağlıyorum şahsen. Benim özgül rahatsızlığıma işaret ederek cevap vermekten başka da şansım yok. Zamanlama konusunda ben bundan sonra oluşabilecek her türlü sözcüleştirme meyline de itiraz ediyorum. Bence Eliaçık sözün ağırlığını kaldırabilecek bir performansı bugüne kadar ortaya koyamadı. Ve bu haliyle kendi adıma cümle kurabilme selahiyetimi önemesemem gerektiğini elbette düşünücem. Bundan sonra Eliaçıksız cümle kurabilecek olmanın rahatlığını “ömerin kölesi” olmaya tercih ederim. Söz söylemek istediğim alanda sürekli yapma abi, etme abi, uygun olmaz abi gibi cümlelerle enejimi heba etmek istemiyorum. bunun yanı sıra tövbe bahsinde kendimi hatadan tenzih etmediğimi ve herkesin tövbe etmesi gerektiğini düşündüğümü az çok tahmin edersin diye düşünüyorum. bence hata yapmıştır ve tövbe etmelidir. ben hata yaparım ve tövbe etmem gerekir. bunu dipnotsuz söylemek üstenci bir cümle olduğu anlamına gelmese gerek.