Ekonomik Kriz’den Sınıfın Krizine
Memleketin gündemini bir haftadır Türk Lirası’ndaki değer kaybı meşgul ediyor. Pek çoğumuz ekranların başına kilitlenip Dolar kurunu takip eder oldu, hatta kimimiz Dolar’ın daha ne kadar yükseleceği üzerinden iddiaya tutuşuyor. Hükümetin ekonomi politikalarının bu sonuçlara sebep olacağına dair önceden getirilen uyarılara rağmen muktedirler doğayı ve hayatı talan etme pahasına sürdürdükleri inşaat sektörüne dayalı, ithalatla desteklenen ve dış borcu Türkiye Cumhuriyeti tarihinin doruk noktasına ulaştıran sürdürülemezliği tescilli ve oldukça vahşi, kapitalist politikasından vaz geçmedi. Nihayetinde, beklenen gerçekleşmeye başladı. Rahip kriziyle birlikte nicel birikim nitel bir patlamaya dönüştü. Vaziyet fena, yurdum insanı gittikçe fakirleşiyor ve hükümetin bu çıkmaza bir çözüm üretemeyeceğini görmek için yaptıklarına bakmak fazlasıyla yeterli. Büyük beklentiler yaratarak gerçekleştirdikleri bol burjuvalı yeni ekonomi yaklaşımı toplantısı ise öncelikle gözettiklerinin halk değil zenginler olduğunu kanıtlamış oldu. Gerçekleşen toplantı, ülkeyi yönetenlerin liyakat tekrardan gözümüze soktu; lisans düzeyinde herhangi bir üniversite mezununun rahatlıkla hazırlayabileceği bir powerpoint sunumuyla iflasa sürüklenen ekonomimizin nasıl kurtulacağını öğrenmiş olduk(!). Verilen görüntüyle kurtarmayı düşündüklerinin aslinda vatandaşın cebi değil de sermayedarların ve kendi cepleri olduğunu görmek hiç de zor değil. Karşımıza çıkaracakları tablo belirginleşti: sermayedarların vergi borçlarının silinmesi ve yandaşlarına kamu kaynaklarının hibe edilmesi…
Mevcut dar boğazdan hakiki bir çıkış yolu, ne bugünkü ekonomik modeli şekillendiren IMF’yi dost bilip yardıma çağırmaktan ne yaşadığımız krizi yalnızca hükümetin basiretsizligine bağlamaktan ne de dış mihraklar senaryosuyla kendimizi kandırmaktan geçmektedir. Çünkü önerilen üç yol da emekçi ezilen halkın mevcut durumunu daha da zora sokacak, sefalet ve açlığı arttıracaktır.
IMF’nin girdiği ülkelerde uyguladığı ilk politikanın emekçi haklarının sınırlandırılması ve kemer sıkma politikaları olması tesadüf değil temsil ettiği sınıfın çıkarlarının gereğidir. Nasıl hükümet OHAL’i perde yapıp grev yasaklamak için kullandıysa, sermayenin de hükümetin arkasında yedeklenmesi tesadüf değil, mensubu oldukları sınıfın çıkarının gereğidir. Yukarıda bahsettiğim toplantı sonrası sermayenin hizada olduğunu ve hizadan ayrılmayacağını beyan etmek üzere çıkan Güler Sabancı dahil toplantıda bulunan herkes akıllarıyla dalga geçildiğini bilmektedir, lakin silinecek vergi borçları, alınacak muhtemel ihaleler ve yenmesi olası cezaların önünü kesmek adına siyasi iktidarla iyi geçinmek tabi ki gözetilecektir.
Tayyip Erdoğan ise NYTimes’a yazdığı yazıyla yerli ve milli söylemin hakkının nasıl verileceğini ortaya koymuş(!) ve ABD ile mazide kalan güzel dostluk günlerini yad etmiştir. Muhalifliğini yalnızca hükümet karşıtlığına borçlu olanların, şimdilerde bize sırtını dönen ABD gibi sermaye sahibi ülkelerle iyi geçinmek için tesis edilen demokrasi ve özgürlüklerin ekonomiyi düzelteceğini ve uluslararası aktörlerle iyi geçinirsek de ödüllendirilebileceğimizi söylemeleri aldatıcı bir bilgidir. Bu sözler krizin ardındaki yapısal sorunları sadece ahbap-çavuş kapitalizmi sorunlarına indirgemektedir, hâlbuki yaşadıklarımız bizatihi kapitalizmin yarattığı sorunlardır.
Hasılı ekonomik krizin yükünün emekçilerin sırtına yükleneceği bir hal ile karşı karşıyayken artık sarayın veya emperyalistlerin(IMF) kuyruğuna takılan bir muhalefet dilinden ve söyleminden vazgeçmemiz gerekmektedir. Yapılması gereken krizin bedelini işçilerin ödememesi adına direnişi örgütlemektir. Üretim ve tüketimden gelen gücümüzü kullanmalı ve krizinin sorumlularını açık bir şekilde tespit ve teşhir etmeliyiz. Sermayeyi ve siyaseti tekeline alarak halkı zindanlara atan ya da hayatlarımızı zindana çevirenlere bizim de vereceğimiz cevap kendi sınıfımızın gereği olarak ayrışmayı derinleştirmek ve örgütlemektir.