Emek, Ekmek ve Haysiyet
Bugün “Emek Mücadelesi” kimine göre bitmiştir, kimine göre siyasî bir söylemden ibarettir. Eğer ciddi anlamda süregeldiğini kabul edersek, sermaye sahiplerine karşı işçilerin hak arayışı diye özetleyebiliriz. Bazen bu mücadele emekçinin dâhil edilmediği bir iktidar savaşı haline getirilebilir. Ama her halükarda, “güçlü” konumda olmadığı için güçlülerin büyük hesapları içinde kaybolanların hikâyesi mühimdir. Entelektüelin işlevi, göçük altında kalanı günyüzüne taşımaktan başka ne olabilir?
Alpkan Birelma, böyle bir ahlakla çıkıyor yola. E.P.Thompson ile başlattığı teorik tartışmayı Arif Dirlik, Chakrabarty ve Scott ile bir çerçeveye sokuyor ve Markowitz, Meyer ve Hodson ile dallandırıp budaklandırıyor. Duyguları öne çıkarıyor Birelma, çünkü yer verdiği mücadele, faillik ve onun ardındaki öznelliğin keşfiyle özgün manasına eriyor. Bu manayı tüketilen bir anlatıya dönüştürmemek adına, sebeplere inmeye muhtacız zira. Birelma’nın sebebini/derdini zulüm üreten mekanizmayı tekrar tekrar deşifre etme; formülü değil imkânı gösterme olarak anlıyorum. Kolektif işçi örgütlenmesi, yazarın işaret ettiği imkânlardan biri; öyle ki işçilerin tecrübeleri hakikaten tek başına kaldırılır gibi değil. Yazar, kolektif direnişlerin maddi olduğu kadar haysiyet temelli olduğunu vurguluyor. Soğuk “üretim araçları” anlatımları yerini kırılan gururun tamirine bırakıyor nihayet. O zaman her öznel tecrübe, kendi öznelliği içinde okurun da hikâyesinde bir gedik açabiliyor ve birden, “onun hikâyesi” haline gelebiliyor.
Örneğin “Orpak” işçilerinin hikâyesi kayda değer. Kitapta sadece mücadele değil, fabrika içindeki gruplaşmalar ve işçilerin anlam dünyası da işlenmiş. Fakat öznelerin kendi ağzından anlatımı esas alınmaya çalışılırken, Alevi ve Sünni işçilerin ısrarla reddettiği inanç ayrımı, sürekli varmış da inkâr ediliyormuş gibi öne çıkarılmış. Bu varsayımla yola çıkılınca da, “samimiyet düzeyi” (s.98) gibi kriterler bilimsel çıkarımların parçası olabilmiş. Mart 2007’de başlayıp birkaç yıl devam ettiği anlaşılan saha araştırması, aslında iki grup işçinin birbirinden ayrı olarak sendikalaşmasını anlatıyor. İşten çıkarılanlar, sendika hakkını hangi ihtiyaçlara dayandırmak zorunda hissediyorlar; eylemlilik hali işçileri nasıl ve ne derece politize ediyor; bu mücadeleye katılanlar ne tür tehditlere ve baskılara maruz kalıyorlar, dinleme fırsatı buluyoruz. Sendikanın anlamı, işçilerin hafızasında zamanla değişebiliyor tabii, bazı işçiler onları “satan” sendikayla yolları ayırıp mücadeleye “kendi başlarına” devam ediyorlar…
“Daltek: Fabrika İşgalinden Sendikadan Toplu İstifaya” bölümünde olduğu gibi, işçilerin kendi öznelliklerini her seferinde yeniden üretebilmeleri, grevle başlayıp 200 işçinin fabrikayı işgaliyle devam eden hikâyelerde görülebilir. Şaşırtıcı olan, “onlardan beklenmeyen” bir başarı ya da yeni fark edilmiş bir “kabiliyet” değildir. Bu çalışmayla günyüzüne çıkan ya da hatırlanan şey, temsiliyetin ancak bir araç olduğudur. Sendikalar, ekmek mücadelesi için bir ihtiyaç olabilir, ancak kimse onlara ilelebet muhtaç değildir. Ve ekmek, haysiyet muhafaza olmadan kazanılamaz ya da ondan ayrı yaşayamaz.