Dünyanın Yeni Yüzyılı
Dünya tarihinin yaşadığı en ‘anormal’ yüzyıl olan 20. yüzyılı geride bıraktık. Bu çağ gerçekten de o kadar anormaldi ki, bir yandan gezegeni yıkıma götürecek olayların ve savaşların yaşanmasına tanık olurken diğer yandan da dünyayı çok daha iyi bir yer haline getirebilecek olan maddi iyileşmeyi sağlayan inanılmaz boyutlarda bir ekonomik ve teknolojik sıçramanın ve gelişmenin de şahitleri olduk.
Marksist tarihçilerden Hobsbawn, kendisinin de bütün yüzyıl boyunca tanıklık ettiği bu çağı; Aşırılıklar Çağı olarak adlandırır. Bu anlamıyla 20. yüzyıl hem hemen her bakımdan bir Batı yüzyılıydı hem de her şeyin gerçekten en aşırı şekilde cereyan ettiği bir dönemdi. Savaşlar, siyasi olaylar, ideolojik kutuplaşmalar, düşünsel tartışmalar, teknolojik gelişmeler vs. hep Batı merkezliydi. Savaşlar tarihin gördüğü en büyük yıkımı resmettiler, pek çok ulus yok olurken, pek çok irili ufaklı yeni devlet ve ulus inşa edildi, ideolojik kutuplaşmalar toplumsal kutuplaşmaların ve karmaşanın da kaynağı haline geldiler. Pek çok düşünsel tartışma, keşif, ekonomik ve teknolojik ilerleme ve atılım yine bu yüzyılın günlük olağan hallerindendi.
Bütün bir yüzyıl boyunca, Batı dışı dünya Batı’nın bu görünür üstünlüğünden dolayı kendisini hep Batı’ya göre konumlandırdı ve ona yetişmeye, benzemeye çalıştı. Bunu yaparken, nihayetinde nasıl bir şeye dönüşeceğini çok sorgulamadan yaptı bunu. Pek çok sorunu barındıran bu Batılı dünya görüşünü körü körüne benimsemek, çok sayıda problemi de beraberinde getiriyordu hâlbuki. Çünkü salt haliyle mesele bir tekniğin kopya edilmesi veya dış görünüş olarak bir benzeşimden ibaret değildi sadece. Bir kez teknik üstünlüğü kabul ettiğiniz anda gerisi çorap söküğü gibi geliyordu. Saatleri bir merkeze göre ayarlamaktan, yüzlerin döndüğü yöne, kullanılan dilden, alfabeye, para biriminden, ekonominin hayatta kapladığı yere, politik yapılanmadan, karar verme süreçlerine, mimariden, dinlenilen müzik türüne kadar pek çok kültürel, politik, teknik, ekonomik ve sosyal unsurun yeniden yapılandırılması ve düzenlenmesi anlamına geliyordu bu. Durum böyle olunca, bu eklektik yapının bir sonucu olarak Batı dışı toplumlarda gündelik hayatın yaşayışı ve işleyişinde pek çok aksaklık ve eksiklik baş gösterdi.
Bu problemli alanlardan birisi siyaset alanı ve bu alanın en çetrefilli, tartışmalı kavramlarından birisi de demokrasidir. Batı siyasetinin zirvesi sayılan ve övünç kaynağı olan demokrasi, güçlü devletlerin son yüzyıl içerisinde dünyayı yeniden dizayn etmelerinin adı haline gelmiş durumda. Dışarıdan bakıldığında oldukça naif duran bu görüş, aslında içerisinde oldukça tehlikeli düşünceleri barındırıyordu. Yani sadece başlı başına dizayn etme çabası yeterince arızalı bir düşünceyken yine de gözle görülebilecek sonuçları olması nedeniyle bir konum ve tavır almaya her zaman müsaittir. Bunun içeriğini ve oluşturan akıl yapısı ise çok daha tehlikelidir, çünkü görünmez olan her zaman görünür olandan bir adım öndedir ve sonuçları itibariyle de daha güçlü ve daha kalıcıdır.
Örneğin, yeniden dizayn etme düşüncesi her şeyden önce bu görüşün her yerde aynı ve sorunsuz bir şekilde uygulanabileceğini varsayıyordu. Bu varsayım, Batılı sistemin standartlaştırılmış şeklinin herkesçe aynı şekilde kavranacağı vehmine dayanıyordu ve herhangi bilimsel bir temeli de yoktu. Bu Batı aklının “biz apaçık bir hakikat ürettik ve önünüze getirdik onu nasıl anlamaz ve kabul etmezsiniz” demesinin bir estetik bir şekliydi de bir nevi. Yani hakikat açık bir şekilde önümüze getirilmişken onu görmemek getirenin değil muhatabın sorunuydu. Bunu kabul etmemek ise bir nankörlük ve akılsızlıktı ve bu yüzden bu akılsızlığın ve nankörlüğün cezalandırılması gerekiyordu ki böylece bu, diğer akılsız ve nankörlere bir ders olabilsin.
Diğer yandan bu standartlaştırılmış dünya görüşü bütün ulusötesi ve uluslararası sorunlara çare olabileceği, dünyayı kargaşadan kurtarıp bir nizam vereceği düşüncelerini de ima etmekteydi. Bu haliyle demokrasi ‘yayılması’ gereken bir nizam haline gelerek geçmişin haçlı seferleri gibi kutsal bir misyonu da bünyesinde barındırmaktaydı. Demokrasiyi yayma misyonu bu anlamlarıyla sorunlu bir olguyken, başarılı da olamayacak bir çabayı ifade etmekteydi. 20. yüzyıl, büyük devletlerin dünyaya nizam-intizam verme isteklerinin onlar açısından dile getirildiği kadar kolay olmadığını göstermiştir.
Öte yandan, demokrasi kavramı ta en başından zaten sorunlu ve dışlayıcı bir hüviyete sahiptir. Yunan düşüncesine dayandırılan demokrasi kültü zaten o zamanda bile belli insanlara ait ve onları kapsayıcı, diğer insanları ise dışlayıcı bir anlam ifade etmektedir. Buna göre, sadece belli insanlar (ki bu insan kavramı bile sorunludur Yunanlılarda) demokratik haklara sahip olmakta, toplumun çok büyük çoğunluğunun herhangi bir hakkı ve toplumsal statüsü/temsiliyeti bulunmamaktadır. Yani demokrasi toparlayıcı ve kucaklayıcı bir yapıdan ziyade hep bir aristokratik yapıyı, bir üstünler sınıfını ifade etmektedir. ‘Herkesin eşit olduğu, ama bazı insanların daha da eşit olduğu’ günümüz demokrasisi ise, ne dünyanın mevcut sorunlarına çare bulabilecek ne de eşitlik, özgürlük, adalet gibi evrensel değerleri tamamlayıcı ve kuşatıcı olabilecektir. Tam tersine daha çok sorun üretmekten ve sorunların daha da derinleşmesinden öteye gidememektedir. “Beyaz adam”ın dünyanın bütün yükünü yüklendiği bir zamandan, “beyaz adam” ve beraberinde getirdiklerinin dünya için bir “yük” olduğu bir zamana evrildik.
Şimdilerde ise, 20. yüzyılın egemen gücü ve yapısı olan ‘bağımsız bölgesel devlet’ bir değişim ve dönüşüm süreci içerisine girmiş durumda. Peki, 21. yüzyılın başında olan, yaşayan ve inşa etme arzusunda olan bizler, geçmişin izleri olan bu sorunlardan kendimizi kurtararak, yeni yüzyılın bize sunduğu perspektifle ileriye nasıl bakabileceğiz? Geçmişin yükünden, arkaik referanslarından kurtularak, geleceğe daha iyi ve yaşanabilir bir dünyayı bırakabilecek miyiz? Yoksa geçmişin kötülükleri, aşırılıkları ve günahları 21. yüzyıl dünyasında da sürmeye devam mı edecek?
Şimdilik, en azından görünüşte, daha iyi ve savaşsız bir dünya gerçekten bir hayal gibi duruyor, yaşanan gelişmeler bize bunu gösteriyor. Ancak, diğer yandan, insanların yeni yüzyıla dair umut ve heyecanları da tamamen bitmiş değil. Sonuçta yeni bir dünyada yaşıyoruz ve bu yenidünyayı inşa etme ve değiştirme süreci, gösterilen çaba ve iradeyle doğru orantılı olarak şekillenecek.
Müslüman dünya ve İslamiyet hala dünyaya ve bu çağa son sözünü söylememiştir. Bu yüzyılın nasıl bir yüzyıl olacağı, Müslümanların ve İslam Dünyasının konumuna, tutumuna ve ürettiklerine bağlı olarak şekillenecektir. Müslümanlar olarak bizler, Batı’nın bize son iki yüzyılda dayattığı ve yutturduğu pek çok kavramın içinin ne kadar boş ve yanlı olduğunu daha yeni yeni tam anlamıyla kavrıyoruz. Müslümanlar, dünyaya tekrar düzen ve adalet sağlayacak yegâne güçtür çünkü dünya üzerinde bütünlüklü bir yapı sunan, insanlığın hem dünya hem ahiret hayatlarını düzenleyen ve önceleyen bir dindir kendisi. Ancak, Müslümanlar olarak önümüzde oldukça çetrefilli yollar ve engeller bulunmakta. Bunları aşma iradesi gösterdiğimizde ise kazanabileceklerimiz ve başarabileceklerimizin sonu yok. Bu yüzden, dünyanın genelinde bir hoşnutsuzluk ve memnuniyetsizlik olduğu bu zaman diliminde, dünyaya söyleyebileceğimiz, verebileceğimiz çok şey var. En doğruyu, güzeli ve hakk olanı inşa etmek, onu insanlara tebliğ etmek ve dünyanın keşmekeşinden, sorunlarından çıkarmak Müslümanların güç ve tasavvurunda zaten mevcut. Önemli olan, bu sorgulamanın ve yüzleşmenin yapılması ve bize hakikat diye yutturulan gerçeklik aleminden sıyrılmamız gerekiyor. Bunlar içinde, etkili ve işleyen yapılara, kurumlara, hakkaniyetli ve adaletli bir siyasete ve adil, eşitlikçi, sömürünün önüne geçildiği bir ekonomiye ve gerçek anlamıyla bir toplumsal bütünleşme ve dayanışmaya ihtiyacımız var.
Bu yüzyılın 20. yüzyılın bir tekrarı mı olacağı yoksa mazlum dünya halkları için yeni ve umut vaat eden bir yüzyıl mı olacağını ise zaman gösterecek.