Dini Sekülerizmler: Türkiye’de Muhalif Dini Akımların Sınıftan Kaçışı Üzerine

Arkadaşımız Süha Tarık, Türkiye’deki dini akımların sınıf, toplum ve iktidar ile kurduğu bağı ele alıyor ve dini hareketlerin hegemonyayı kırmasının yollarını tartışıyor. İlginize sunuyoruz…


Yazıma en başta baltayı en büyük putun, yani halihazırda inançtan sömürüye rıza üreten elitlerin, boynuna bırakarak başlıyorum. Ol rivayetdir ki  İbrahim aleyhisselam, puthanedeki tüm putları yıktıktan sonra, bir meydan okuma olarak, putları kırdığı baltayı en büyük putun boynuna asmış. Böylelikle bunca putu kıranın en büyük put olduğunu göstermeye çalışmış.

Ben de bu yazıda elbette Türkiye’de müslümanların inancı üzerine bir yandan enflasyon hutbeleriyle, bir yandan da Mercedes’li şeyhlerle hücum edenlerin boynuna asıyorum baltayı.

Bilindiği gibi inanç; inananlar ile var olan bir olgu. Tıpkı başka büyük kavramlar gibi, kapitalizm, sömürü veya manipülasyon gibi, cismen bir varlığı olmayıp ortaya çıkardığı durumlardan varlıklarını anladığımız bir olgu. İnanç; inançlıların fiilleriyle gerçeğe dokunur. Oruç ancak Tanrı adına tutularak bir aç kalma halini ibadete dönüştürür. Daha açık belirtmek gerekirse inananların cismen aç kalma hali, inananların zihninde Tanrı’ya adanarak, dışa dünyada “oruç” haline gelir. Burada önemli olan nokta, orucun ortaya çıkış halinin “kolektif” bir şekilde yaratılmasıdır. İnananlar birlik halinde, kolektif bir şekilde cismî ve zihnî olan fenomenleri yoğurarak nesnel bir kavram haline getirirler.

Namaz da yukarıdakine benzer bir yapıya sahiptir. Namazı birtakım kültür-fizik hareketlerinden ayıran nokta, belli bir hareket örüntüsün Tanrı’yı anıştıracak bir yönde toplumsal kılınmasıdır. Namaz, Muhammed peygamber döneminde zamanla şekillenmiş ve bu hareket bütünü bir örüntü olarak nesilden nesile aktarılmıştır. Bir manada namazı namaz yapan bir yanıyla Muhammed Peygamber’in uygulamaları iken bir yandan da toplumun onu bu zamana değin aynı veya benzer örüntülerde taşımasıdır. Bugün farklı mezheplerden dahi olsa bir İsmaili’nin namaz kıldığını anlamamız mümkündür. Namazın hareket örüntüsü yine inananlar tarafından korunup şekillendirilerek bugüne taşınmıştır.

Ancak, yukarıda açıkladığımız ilişki, toplumun içinde ve toplumun parçası olan inananlar/bireyler tarafından gerçekleştirilir. Öyle ki, orucun ve namazım dış dünyaya suduru/dökülüşü iktidar ilişkilerine göre belirlenir. Her sene yaptığımız iftar saati tartışması da bunun bir örneğidir. İnanç alanında söz söylemeye kadir olduğunu bir çeşit güç ilişkisi ile ortaya koyan, en azından bu sahada bir gücü olup fikir belirtme hürriyetine sahip olan kimseler iftar saati konusunda tartışırlar. Ancak belirli iktidar simgeleri arasında geçen bir tartışmadır bu. Şu anki ana akım dini söyleme muhalif temsillerden Abdülaziz Bayındır ile ana akım dinin temsili olan Diyanet işleri başkanlığı arasında bir tartışmadır devam eder gider. Öyle ki oruç, bu kısımda ana akım dini söyleme dayanan inananlar ile ana akıma muhalif dini söyleme dayanan inananlar arasında bir tartışma iken, inananların kolektif iradesi, hem resmi dini söylem hem de muhalif dini söylem arasında temsil ve isimlere önce hapsolur, ardından ise inananların kolektif üretimi olan bu pratik, ve dahi bu pratik üzerindeki iftar saati tartışması, inananların görünmez kılınması ile son bulur. Tartışma öyle bir zemine gelir ki, muhalif ve resmi temsiller, inananların iradesinin önüne geçerek onları yönlendirir.

En basitinden oruç ve namaz üzerinden anlatmaya çalıştığımız devinim, zemin açısından ise bir iktidar ilişkileri üzerinden şekillenir. Artık inananların temsilinden ve onların gücünden bağımsızlaşarak, devletin rıza aygıtı haline gelen diyanet işleri başkanlığı ile muhalif hocaların karizması arasında dönen, tartışmaların gündemini de onların belirlediği bir safhada tartışma, inananların gündeminden kopan ve inananların akıp giden hayatı hakkında olan polemik, YouTube tartışmalarına ve ünlü reddiye sitelerine hapsolur. Ortaya dökülen tartışma anlamsızlaşır ve inananlara konuşamaz hale gelir. Bir yandan bin yıllık kaynaklar, bir yandan Kuran ayetleri karşılıklı olarak suratlara fırlatılır. Günlük hayattan çok tartışma ringlerine konu olan din, tabi ki yabancılaşılan bir olgu olacaktır.

Resmi söylem karşısında konumlanan karizmatik hocalar ise, gittikçe iktidarın kendi karşıtı olarak şekillendirdiği ve kendi “mukaddesatçı” hegemonyası ile sürekli şekillendirebileceği “laik” kampına sıkışır kalır. Örnek vermek gerekirse İhsan Eliaçık’ın mealini istediği gibi toplatabilir bu hegemonya. Çünkü iktidar, karşı “muhalif” kampı da şekillendirme gücüne sahiptir ki, bir manada Eliaçık’ın mealini diğer mealler arasında “istisna” kılarak toplatma yetkisine sahiptir ki, bu nokta  asıl manada, sosyal alanda istisnayı tayin etme yetkisine sahip olması açısından, mukaddesatçı hegemonyayı iktidar yapan noktadır.

Bu noktada Marks’ın Hristiyan Sosyalizmi üzerine söyledikleri de anlam kazanır. Marks Hristiyan sosyalizmi hakkında şu ifadeleri kullanır;  “Hristiyan asketizmine sosyalist bir renk vermekten daha kolay şey yoktur. Hristiyanlık, özel mülkiyete karşı, evliliğe karşı, devlete karşı çıkmamış mıdır? Bunların yerine yardımseverliği ve dilenmeyi, evlenme yasağını ve nefse eza etmeyi, manastır yaşamını ve kiliseyi vazetmemiş midir? Hristiyan sosyalizmi, rahibin, aristokratın öfkesini takdis ettiği kutsal sudan başka bir şey değildir.”

Bu noktada fark etmemiz gereken denklem, inananlara ait olmayan bir inanç; ancak karizmatik hocalar, rahipler, dini kullanan cemaat ve tarikatlar ve kimi kendinden menkul aristokratların herhangi bir değişim iradesi sırasında bu mezkûr sınıfın elinde bir aparat haline geleceğidir. Nitekim, bugünkü iktidarın söylemine muhalif olan karizmatik hocalar, muhalefetlerini iktidarin onlara sunduğu alanlardan yaptığı sürece, bireysel kinlerini döktükleri bir alana sahip olacaklar. Önemli olan, inananların bugüne getirdiği dini onlara geri mâl etmek çabasıdır. Yoksa bu kavga, iktidarın hegemonyasını genişletmekten başka bir imkanı beslemez.

Bir başka açıdan, ilahiyatçı Mustafa Öztürk’ün Türkiye’deki ilahiyat akademisinden el çektirilmesini sağlayan mekanizma da budur. İktidar, karizmatik hocaları mukaddesatçı-laik ikilemine sıkıştırabildiği sürece kendi hegemonyasına karşı bir tehdit unsuru olmaktan çıkarabilir. Çünkü karizmatik hocalar ile mukaddesatçı resmi söylemin ortaya çıktığı zemin aynı sınıfsal zemindir. Daha da açmak gerekirse, bu ikilemin gerçekleştiği zemin günlük hayatında dini yaşayıp yeniden üreten Türkiye’deki müslümanların değil, Türkiye’deki müslümanların bu tartışmalara kulak verebilecek imtiyazlara, boş vakte ve teknolojik imkanlara, sahip olan kesimdir. Dini seküler bir alanda konu edinenler de, mukaddesatçı bir alandan konu edinenler de aynı zeminden konuşur. Nitekim bu durum yukarıda bahsettiğimiz “yabancılaşmaya” işaret eder. Öyle ki güncel hayatta herkesin sahip olabileceği bir varoluştan uzaklaşarak/yabancılaşarak karizma veya imtiyaz aracı haline gelen bir dindarlık, doğal olarak “deizme” yönelimin artmasına sebebiyet verecektir. Çünkü bu topraklarda büyüyen doğan insanlar, mukaddesatçı veyahut muhalif dini söylemlerin aynı zeminde olduğunu ve bu zemindeki tartışmaların ancak hegemonyaya sahip kesimin iktidar alanını genişleteceğini sezer ve buradan çıkışın yollarını arar.

Bu denklemden çıkış, sekuler ilahiyatlar üreterek mukaddesatçı hegemonyanın müdahale yetkisine sahip olduğu “laik” kampına sıkışmakla gelmez. Eğer ki dinin mızrak uçlarından inmesini, ayetlerin insanların yüzüne fırlatılmamasını istiyor isek mukaddesatçı-laik kampından çıkarak, bu kampları redderek dini bugünlere taşıyan ve her gün namazıyla, zikriyle yeniden üreten inananların yanına dönmektir. Çünkü yukarıda zikrettiğimiz sınıfsal olarak imtiyazlı olan inananların zemini bugün cumhuriyetin genel geçer kalıplarına ve kamplarına sıkışmış durumdadır. Daha açık bir öneri olarak, müslümanlar ve onların karizmatik hocaları işçilerin mescid hakkını konuşmalı veya her seferinde enflasyona razı edilmeye çalışılan öğrencileri, işçileri ve memurları bu duruma karşı gelmeye davet etmelidir. Dinin, onu bugünlere getiren inananların hepsinin ortak malı ve ortak üretimi olduğunu ortaya koymanın tek yolu, inananların içinde bulundukları ve her gün karşılaştıkları sınıf olgusuna seslenmektir. Hepimizi kuşatan mukaddesatçı hegemonyayı kırmanın yolu budur.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir