Kuran’dan Notlar – Dini Güç ve Çıkar İçin Manipüle Etme
“Onlar ki, dinlerini bir eğlence ve oyun edindiler ve dünya hayatı kendilerini aldattı. Onlar, bugüne kavuşacaklarını nasıl unuttular ve âyetlerimizi nasıl inkâr ettilerse, biz de bugün onları öyle unuturuz.” A’raf suresi 51. ayet
Bir müddet boyunca Kuran’a göre dinlerin nasıl tahrif edildiği sorunu etüt edeceğimizi söylemiştik. Ve Kuran’ın sadece akıl dışı bir inanç kaynağı değil, kaynağını deneyim alanında ve tarihte bulan bir bilgi ve bilgelik kaynağı olduğunu söylemiştik. Kuran’ın bu boyutunu ortaya çıkarabilmek için ise bir yandan Kuran’ın edebi sanatlarını etüt etmemiz bir yandan da bu ayetleri dünya tarihi birikimiyle ilişkiye sokmamız gerektiğini söylemiştik.
Yukarıdaki ayet de bunlardan biri. Bu ayeti yüzeysel bir biçimde okursak Kuran’ın bu ayette kınadığı grupların dinlerle dalga geçen ateistler olduğunu sanarız. Ayet bunları kastediyor mu? Buna bakan bir boyutu vardır muhakkak. Fakat ayetin kastı bu değil.
Zira ayet dinlerle eğlenen insanları değil, kendi dinlerini oyun ve eğlence edinen insanları kastediyor. Yani bu insanlar bir dine bağlı ve bu insanlar başka bir dini değil, tam da kendi bağlı bulundukları dini oyun ve eğlence haline getirmişler.
O halde bu ayetin ne kastettiğini anlamak için bir edebiyat analizi yapma gerekiyor. Şimdi aşağıdaki ayetlere bakın.
“Biliniz ki dünya hayatı bir oyun, bir eğlence, bir süs ve kendi aranızda övünme, mal ve evlat çoğaltma yarışından ibarettir. Bu, tıpkı bir yağmura benzer ki; bitirdiği ot, ekincilerin hoşuna gider, sonra kurur, onu sapsarı görürsün, sonra çer çöp olur. Ahirette ise çetin bir azab; Allah’tan mağfiret ve rıza vardır. Dünya hayatı, aldatıcı bir zevkten başka bir şey değildir.” Hadid suresi, 20. ayet
Hadid Suresindeki bu ayete göre içinde yaşadığımız dünya hayatı bir oyun ve eğlenceymiş. Yirmi dört saatimiz oyun ve eğlence ile geçmediğine göre oyun ve eğlence’den kastın başka bir şey olması gerekiyor.
Dünya hayatımızda bizi en çok meşgul eden şey içine girmiş olduğumuz güç, prestij ve çıkar çatışmalarıdır. Yani mal ve evlat çoğaltma yarışı, övünme yarışı. İşte hayatın bu boyutuna dünya hayatı, der Kuran.
Kuran’a göre infak ve cihad gibi eylemleri bütünleştiren ‘ahiret hayatı’ ise bizim yüksek idealler uğruna sarf ettiğimiz çabanın adıdır. Yani yüksek idealler uğruna çaba sarf ettiğimizde ödülünü ölüm sonrasında aldığımız için Kuran buna ahiret hayatı der.
Fakat dünyevi güç, prestij, çıkar gibi mücadelelerimiz ise ahirette mükafatı olmayan bize salt bu dünyada haz veren eylemler olduğu için Allah böylesi çabalara ‘dünya hayatı’ adını verir.
Kuran ‘ahiret hayatı’ merkezde tutulmak üzere ‘dünya hayatı’ çabasına girmemize onay verir. Elbette ki bu mücadelelerin ahlakına uymak koşuluyla. Yani güç ve çıkar uğruna mücadele ettiğimizde bile yalan söylememeliyiz, kimseyi sömürmemeliyiz vs.
İşte Kuran’a göre ideal Müslümanın Allah’tan duası şudur: “Bize dünya hayatında da güzellikler ver. Ahiret hayatında da güzellikler ver.” Yani hem güçlü olalım ve menfaatlerimizi meşru bir biçimde elde edebilelim. Hem de infak, cihad gibi yüksek idealler peşinde koşabilelim ve ahireti, hayatımızın merkezi yapalım.
Kuran’da ideal budur.
Buradan bakınca Kuran’ın ‘dünya hayatı’na ‘oyun ve eğlence’ demesi onun belagatinden kaynaklanır. Yoksa düz anlamıyla oyun ve eğlence değil. Yani bir siyasi partinin güç kazanmaya ve rakip partiyi alt etmeye çalışması Kuran’a göre bir futbol maçındaki müsabaka gibi müsabakadır. Ahlakına uygun yapıldığında meşrudur, fakat bu mücadelenin Allah katındaki değeri bir ‘oyun ve eğlence’ gibidir.
Yani bir devletin güçlü olmaya çalışması, bir girişimcinin zengin olmaya çalışması gibi eylemler Kuran’a göre dünya hayatındaki ‘oyun ve eğlence’mizdir.
Yani diyebiliyoruz ki insanın dinini oyun ve eğlence edinmesi, bağlı olduğu dinle dalga geçmesi değil, kişinin dinini dünyada güç ve menfaat uğruna girdiği mücadelelerde bir araç haline getirmesi eylemidir.
Yani örneğin bir siyasi parti liderinin ‘dindarlığını’ sergileyerek halktan oy istemesi dinin güç ve çıkar için alet edilmesi, yani dinin oyun ve eğlence haline getirilmesi demektir.
Din özünde evrensel ahlak ve adalet yasalarıdır ve evrensel ideallerin bir bilançosudur. Dini değerler üzerine samimiyetle bir devlet ve medeniyet kurulabilir. Fakat dinin özü eleştireldir. Yani Kuran’ın da baştan sona örnek olduğu üzere dini mesaj egemen daha da güçlensin ya da daha da menfaat kazansın diye değil, egemen kendine çekidüzen versin diye eleştirel bir işlev edinir özünde.
Fakat din öyle bir güçtür ki siyasi erk, dini kendi güç ve çıkar mücadelesi için bir araç haline getirir ve dini tahrif eder. Kuran dindarlara bunu yasaklar. İşte bu ayetin temel esprisi budur.
Şimdi buradan dinler tarihine bakınca… Konfüçyüs’ün mesajı ahlakı dumur olmuş ve siyaseten paramparça olmuş bir toplumu yüksek değerler etrafında birleştirebilmek içindi. Geçen sürede Konfüçyüs dini bunu başardı da. Fakat bu dinin öyle bir cazibesi vardı ki halklar nezdinde, siyasi erk bu dini belli boyutlarıyla tahrif edip onu kendi gücünün aracı haline getirdi.
Hıristiyanlığın başına da bu geldi. İlk üç yüz yılın hıristiyanları temiz değerler üzerine bir toplum yaratmaya çalışıyordu. Bunu başardılar da. Fakat Hıristiyanlık devlet olunca din yüksek ideallerin savunusu olmaktan çıkmaya ve egemeni meşrulaştırmak için bir manivela haline gelmeye başladı. Roma’da ve Bizans’ta Hıristiyanlığın yaşadığı tahrifat buydu.
Bugün de mseajının özü “sizden olmayanın hakkına saygı duyun” olan Yahudilik İsrail devletinin güç siyasetine peşkeş çekiliyor. Yahudi hahamlar olmadık şiddet eylemlerine fetva verebiliyor.
Yani Kuran’ın yukarıdaki ayeti evrensel bir tahrifat sürecine işaret ediyor. Edebi bir dille çağlarüstü bir beyanda bulunuyor.
Ne yazık ki bu tahrifat bizim dinimizde de vuku buldu. Bunun ilk aşaması Abbasi egemenliğydi. Bunu anlatmayacağım. Bizi daha çok ilgilendiren Osmanlı tarihine bir işaret bırakacağım.
Osmanlıyı kuranlar temiz bir din anlayışıyla ve yüksek idealler için cihad ederek bu devleti kurmuşlardı. Fakat devlet üç kıtaya yayılıp büyük bir güç olunca dinin temel esprisi kayboldu ve din kurumu devletin güçlenmesi için bir araca dönüştürülerek tahrif edildi. Bu süreç Fatih’in, devleti imparatorluk haline getirmesi ve Topkapı Sarayı’nda aşkın bir krallığa dönüştürmesiyle başlamıştı. Yavuz, Kanuni zamanında din giderek daha fazla devlete hizmet eder hale geldi. Yani artık devlet dinin evrensel adalet ilkeleri için bir araç olmaktan çıktı. Din devletin güç ve menfaat siyaseti için bir araç mesabesine inmeye başladı.
Örneğin Yavuz Sultan Selim, Şah İsmail’le mücadelesinde dini, devletin tahkimi için bir alet haline getirmiş, fıkhî mezheplerini ve tasavvuf dergahlarını devletin ideolojik aygıtı olarak şekillendirmeye başlamış durumdaydı. Örneğin Bektaşi dergahına atanan Balım Sultan devlete sadık Bektaşiler yaratmak için seçilmişti. Yavuz’la beraber Osmanlı devleti Sünni olmaktan çıkmış, kendi gücünü korumak için Sünniliği bir araç olarak kullanmaya başlamıştı. Kanuni zamanındaysa bir hukuk dehası olan Ebussud Efendi devletin güç ve çıkarına uymayan İslami yorumları küfür, zındıklık diye itham edip bunlara Engizisyonvari cezalar verilmesini savunur hale gelmişti. Oysa, Ebussud’un zemmettiği bu yorumlar, örneğin Yunus Emre gibi sufilerin düşünceleri, Osmanlı’nın kurucu ruhunu oluşturuyordu. Yine Ebussud Efendi Osmanlı saray erkanının servetlerinin biriktiği tek kanal olan vakıf şirketlerinin %20’ye kadar faiz alabilmesini; yani bu vakıfların tefecilik yapmasını meşru hale getirmişti.
Bu insanların iyi birer devlet adamı olduğunu inkar etmiyorum. Niyetleri de muhtemelen temizdi. Bunu da inkar etmiyorum. Ama bu dönemde artık din Devlet-i Âliye’nin hizmetine geçmişti. Yani Kuran’ın yukarıdaki ayetlerinin zemmettiği bir hale… Bu durum ise yukarıdaki ayetin işaret ettiği gibi kavlen olmasa da fiilen dünya hayatının padişahı ve Şeyhülislam’ı aldatması ve kavlen olmasa da fiilen Allah’ın ayetlerini inkar etmek anlamına geliyordu.
Zaten dinin temiz amaçlarını bu dönemlerde yitirmesinden ve Osmanlı temiz bir Sünnilikten çıkıp Sünniliği güç ve çıkar için bir araç haline getirdikten sonra devletin de pek tadı tuzu kalmadı. Saraylılar alabildiğine şımardı, Anadolu halkı milletine yabancılaşmış saraya isyan etti ve Osmanlı din taassubu yüzünden Rönesans’tan Aydınlanma’ya giden süreci kaçırdı.
Ne yazık ki bugün de ülkemizde siyasi iktidar giderek daha fazla dinin ideallerini yitirmiş ve dini giderek daha fazla güç ve menfaat için alet haline getirmiş durumdadır. Çağdışı tarikatlar ve dini oluşumlar devlette kadrolaşmayı dine hizmet olarak görüyor. Kendilerine muhalif olan İslami yorumlara baskı uyguluyor. Siyasi iktidar da bu oluşumlara destek verdiği zaman bundan menfaat göreceğini umuyor ve bu saçma sapan oluşumlara destek oluyor. Diyanet kurumu ise iktidarın siyasetini meşru kılmak için günbegün fetvalar veriyor, (en sonuncusu ev almak için faizi helal kılan fetvaydı) vs. Bu süreci herkes zaten biliyor olduğu için uzun uzun anlatmak gereği duymuyorum. İşte bugünkü iktidarın dini kendi güç ve menfaat işlerinde bir araç olarak görmesi durumu, yukarıdaki ayetin zemmettiği bir durumdur. Yani kavlen olmasa da fiilen dünya hayatının siyasi lideri ve cemaat önderlerini aldatması ve kavlen olmasa da fiilen Allah’ın ayetlerini inkar etme durumudur bu.