Devletin Bekası veya “ya Devlet Başa, ya Kuzgun Leşe” Üzerine
12 yaşındaki vücuttan çıkan 13 kurşun. 21 Kasım 2004’te babası ile birlikte Mardin’in Kızıltepe ilçesindeki evlerinin önünde polis tarafından katledilen Uğur Kaymaz’dan bahsediyorum. Devletin Kürdistan coğrafyasında terörün çocuk yaşlarda başladığına dair ikna olmuşluğu sayesinde pervasızca şiddet uygulaması yeni değil. İç düşman paradigması ile kendi vatandaşlarını baskılamaktan, sindirmekten ve hatta öldürmekten geri durmayan bir devlet aklı bu. Uğur’dan önce katledilen yüzlerce çocuk olduğu gibi, ondan sonra da katledilenler olacak. Biz yaşarken oldu her şey, tarih tanıklığımıza ortaktır.
15 Temmuz gecesi, ordu içindeki cunta ülke yönetimine el koyduğunu ilan etti. Sokaklarda tanklar yürüdü; sokağa çıkan insanlar tank ateşiyle hayatını kaybetti. İnsanların üzerine savaş uçaklarıyla bombalar atıldı; taarruz helikopterleri meydanlara ateş açtı. Devlet içi çatışmanın bir sonucu olsa gerek, cuntacı güçler Özel Harekat Daire Başkanlığı binasına saldırdı. Kürdistan’da devam eden şiddetin failleri olan kamu görevlileri bu sefer birbirlerini öldürmeyi tercih etti. Naaşı kokmasın diye buzdolabında saklanan kız çocuklarının, evlatları tarafından saniye saniye sokak ortasında çaresizce ölümü beklenen, izlenen annelerin, bodrumlarda canlı canlı yakılan insanların ve daha birçok günahın faili devletin bekası için birbirlerini öldürdü. Öyle bir çatışmaydı ki bu kim kazanırsa kahraman, kim kaybederse vatan haini olacaktı. Atılan yazı tura neticesinde yalnızca bir tarafın yüzüne gülebilirdi ve aynen öyle oldu.
Geçtiğimiz günlerde bir haber daha duyuldu. Uğur Kaymaz’ı öldüren, olaydan sonra herhangi bir cezai kovuşturmaya tabi tutulmayıp adını-soyadını değiştiren ve Terörle Mücadele Şubesi’nde görevine devam eden polis memurunun darbe girişimi sırasında öldürüldüğünü öğrendik. Merhum polis memuru vatan haini darbecilere karşı direnirken, vazife başında kahramanca hayatını kaybetmişti. Şehit polis geride gözü yaşlı bir eş ve üç tane çocuk bırakmış, ailesinin yaşadığı yerde defnedilmişti. Okuduğum haberden merhum polis memurunun Uğur Kaymaz’ı katlettiğinde dört ve beş yaşlarında iki kızı olduğunu öğrendim. İnsanın 12 yaşındaki bir çocuğu kurşunlarla paramparça ettikten sonra kendi çocuklarına sarılması ve koklaması araştırma konusu olabilir. Küçük bir çocuğu katletmek ve ismini değiştirip hayatına devam etmek… Belli ki insan devletin bekası söz konusu olduğunda bu tip olayların ağırlığı ile yaşayabiliyor da… Trajik olansa devletin bekası için öldürmekten çekinmeyen kişilerin de bir gün devletin bekası için ölebilmesiydi.
Bütün bunların üzerine dün Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Berat Albayrak bir televizyon programında açıklama yaptı. Roboski dosyasının tekrardan açılacağını, paralel yapının devletin her kademesine sızdığını, bu sebeple Roboski katliamının da bir provokasyon olabileceğini söyledi. Bilindiği üzere askeri yargı olayla ilgili olarak takipsizlik kararı vermişti. Daha da geçmişe gittiğimizde eminim birçoğumuzun aklında “Tazminatsa tazminat” cümleciği yer alıyordur. O zaman Roboski katliamının bir zulüm olduğuna ikna etmeye çalıştığımız kalabalıklar “Orada ne işleri vardı” şeklinde argümanlar üretiyordu. Bu bir katliam olsa bile katliam değildi ve devletin bekası için kol kırılsa da yen içinde kalmalıydı.
Ne yazık ki bu yazı herhangi bir olumlu temenni ile sonuçlanmayacak. Darbe gecesi hissettiğim korku zaten delik deşik edilmiş bir anayasal düzenin bir de asker postalları altında çiğnenecek olmasıydı, öyle ki askerlerin demokrasiden ne anladığına şahit olmamız üzerinden henüz iki hafta geçmedi. Peşi sıra gelen olağanüstü hal ilanı, çok sevdiğim bir dostumun olağanüstü hal KHK’sı ile gözaltına alınması, Kürtlerin ekseriyetinin siyasi temsiliyetini simgeleyen partinin gördüğü muamele derken bütün iyimserliğimi tekrardan tavan arasına çıkardım.
1 Kasım seçimleri sonrasında üzerine epeyce düşünüp sonra tamamlamaktan vazgeçtiğim bir yazıda seçim öncesinde yaşanılan zulme duyduğum öfkeyi ve hissettiğim yalnızlığı anlatmıştım. Yazı planladığım üzere şöyle bitiyordu: “Velhasıl, biz buradayız ey insanlar. Biz buradayız ve toplumun külliyen helakına sebep günahlar işlenirken inşa ettiğimiz geminin içinde helakınızı beklemeyeceğiz.” Kendime soruyorum, acaba bu cümledeki kadar güçlü müyüm?
Biz ne yapacağız sahiden? Adalet arayışının, iyiye ve doğruya yönelme çabasının önüne her fırsatta taş koyulan, zalimler arasında bir tercih yapmaya zorlanan ve bu sebeptendir ki asla “makbul” kabul edilemeyecek olan insanlar ne yapacak?
Görünen o ki bütün zalimlerin birbirlerini nötrlemesini bekleyeceğiz.