Demokratik İslam Kongresinin Tarihsel Bağlamı ve Bazı İzlenimler
16 Mayıs 2014 Cuma
Geçtiğimiz hafta sonu[1] Diyarbekir’de “Demokratik İslam Kongresi” başlıklı bir toplantı yapıldı. Toplantı Kürdistan siyasetinin geleceği açısından bir dönüm noktasını daha işaretleyebilecek bir potansiyele içkindi fakat bu imkânın kullanımı için bazı risklerin nasıl alınmayacağına dair işaretler, daha doğrusu tutumlar, önceden kendini belli etmişti. Bu nedenle ihtiyatlı yaklaşmak için yeteri kadar gerekçe vardı. Yine de bu toplantı, Kürdistan siyasetinin ana aktörlerinden biri olan PKK’nin toplumsal olanla yüzyüze gelme denemesi olması nedeniyle güçlü bir ilgiyi hak ediyordu.
Bu yazıda, Kongrenin iç tartışmaları ve söylemlerine yoğunlaşma yerine, içerde konuşulanlara vakıf olabildiğimce sadece işaret edip, daha çok kongrenin üzerine oturduğu bağlama ve bu bağlam içinde Kürt siyasetinin geleceğine ilişkin bir şeyler söylemeye çalışacağım.
Öncelikle Öcalan’ın Kongre talebini anlamlandırmamızı sağlayacak uluslararası, bölgesel ve yerel bağlama yönelik bir dikkati belirtik kılmak gerekiyor. Çünkü Kürt siyaseti artık sadece kendi toplumsallığında yer alan bir alan olmayı çoktan aştı, etrafındaki bölgesel dinamiklere ve güçlere etki eden ve etkilenen bir alan olarak, içerde siyasi gücünü kurmaya ve korumaya çalışan bütün aktörleri sürekli hamle yapmaya, stratejisini yeniden düşünmeye zorlayan bir alana dönüştü. Bunun için de yakın tarihli bazı olayları yeniden düşünmek gerekiyor.
İlk olarak şunu hatırlatalım, Hamas’ın Filistin’deki seçim zaferi ve meşru siyaset alanının bir aktörü olarak toplumundan onay alarak, Filistin siyasetinin kurucu ve hegemon aktörü FKÖ sonrasında iktidara gelişi bütün çevre bölgede İslami siyasetin nasıl icra edilebileceğine dair eğilimleri dönüştürdü. Süreci izleyenler birçok tıkanmanın şahidi oldu fakat burada esas olarak önemli olan; parlamenter siyaset yürütüldüğünde ancak uluslararası sistemden onay alınarak zafer kazanılabileceğine yönelik güçlü bir algıya sahip olan İslamcı aktörlerin zanlarının kısmen geriye çekilişiydi. Hamas’ın silahlı mücadeleden parlamenter siyasete nispeten başarılı geçişi ve seçim zaferi, burada üzerinde durmayacağımız bir özgünlüğe sahip olsa da, nihayetinde çevredeki bütün İslami hareketleri az çok etkiledi. Kürdistan siyasetinde ise bu olgunun özgün etkisi Hizbullah[2] üzerinde işledi.
Bunun ardından etkili ikinci olgu, “Arap Baharı” denilen ülkeler-aşırı hareketliliğinin Mısır’da aldığı hal oldu. Mısır’da Mübarek’in beklenmedik çöküşü ve ardından İhvan’ın seçim başarısı şiddete mesafeli, sosyal bağlar içinde güçlü, gelenek ve toplumsal kültürle mutedil bir uyuma önem veren İslami hareketlerin geleceğine dair güçlü bir işaret verdi. Arap Baharı, Mısır’daki başarılı performansıyla, parlamenter siyasetin kanallarını İslami hareketlere açacak şekilde bütün çevresinde iktidarları zorlayıcı bir güç olacağını hem muhaliflere hem muktedirlere göstermiş oldu. Bu dalga, 90’ların başında Cezayir deneyimi sonrasında gelişen militanlaşma dalgasının bu sefer tersine dönebileceğine dair güçlü işaretler veriyor, İslami siyasetin muhayyilesini dönüştürüyor ve aynı zamanda Alem-i İslam’da her aktörü yeni ve daha İslami bir siyaset diline icbar edecek bir dinamiği kuruyordu. Maalesef bu dalga Suriye krizi ile kısmen kırılacaktı. Suriye krizinin ardından Mısır’da gelişen darbeye rağmen, geniş çevre coğrafyamızda siyaset dilinin İslamileşmesine yönelen dalga hemen sönecek gibi görünmüyor.
Bu olguların etkisi devam ederken Türkiye’de Ak Parti eliyle yürüyen değişim dalgası devam ediyordu. Oslo görüşmelerinin açığa çıkması sonrasında, PKK’nin devletle muhataplığının açık ilanına şahit olduk. Uzun yıllardır beklemeye alınmış bir çözümsüzlük süreci, 93’te savaşın tıkanmasından beri ilk kez, devletin çözüm için bir muhataba ihtiyaç duyduğunu toplum nezdinde ikrar etmesi ve muhatabını ilan etmesi ile başka bir evreye geçildi. Ak Parti bir taraftan Türkiye’de siyaset dilini ve usulünü domine eder diğer taraftan çözümün muhatabı olarak belirirken, aynı zamanda muktedir ve kurucu bir aktöre dönüştü. Bu süreç[3], Türkiye’de siyasetin kısmen de olsa İslamileşmesi olarak çeşitli aktörler tarafından okundu ve bürokratik güçlerin kesici müdahilliğinin kırılması ile beraber bu dalganın geri döndürülemezliği Kürt siyasetinin aktörlerine de etki edecek noktaya taşındı.[4]
Bu duruma eşlik eden başka bir olgu ise Kürdistan’da yaklaşık 150 yıldır görmediğimiz bir siyasi yükseliştir. Hem kuzeyde hem güneyde iki güçlü siyasi dalga yaklaşık aynı zamanlarda yükselmiş ve kendilerini bölgesel ve uluslararası aktörlere kabul ettirebilmiş durumda. Oysa daha önce Kürt siyasetinin her yenilgisinden sonra coğrafya içerisinde kuzey-güney ekseninde yeni bir merkezileşme değişimine şahit olurduk. 90’dan sonra hem kuzeyde hem güneyde muzaffer bir Kürt siyasi aktörünün varlığı, Kürt toplumunun geniş alanda temsilcisinin kim olacağına yönelik soruyu kaçınılmaz olarak hem PKK’nin hem PDK’nin gündemine kritik bir soru olarak soktu.[5] Geniş Kürdistan’da iki ana-akım siyaset olarak PKK ve PDK’nin daha fazla toplumsal tabanı kuşatma yönünde refleksler gösterecekleri tahmin edilebilir. Kürdistan’ın çevresinde yükselen İslami siyaset dilinin belirleyiciliği doğal olarak iki hareket için de kritik bir dikkati uyanık tutuyor.
Bu durum aynı zamanda birbirleriyle daha fazla kapışmaları anlamına gelebileceği gibi, kapışmanın dozunun geniş toplumsal kesimler tarafından taşınabilir bir düzeyde tutulmasına yönelik bir teyakkuzu da geliştirebilir. Bu durum, tarafların birbirine benzeşmesine gidecek bir yol açarken, uzun vadede, yeni siyasal aktörlerin yükselişine de yol verecek gibi görünüyor.
Ayrıca Güney Kürdistan’ın hakimi olarak Barzani ve bir dönem Irak’ın bütünsel temsilcisi olarak Talabani’nin Ankara için önce mecburen sonra alışılmış akreditasyonu Kürt siyaseti içinde geniş alanın liderliği yarışında PKK’yi teyakkuza geçirecek ve kendisinden rol çalınmasını engelleyecek bir dikkate mecbur bırakmıştı.
Geniş Kürdistan’da karşımıza gelen merkezileşmeye ek olarak, kuzeyde PKK’nin karşısında 90’dan beri siyasi şiddete alışkın ve dayanıklı olan Hizbullah’ın farklı bir hamlesi şekillendi. 2000 Beykoz operasyonundan sonra bittiği zannedilen bu hareket, sosyal ağlar üzerinden varlığını devam ettirmiş, 2002’den sonra bilinen bir şiddet eylemine bulaşmamış ve kadın failliğinin de çok etkin olduğu sosyal örgütlenmeler üzerinden varlığını yeniden duyurmuştu. Özellikle Hamas’ın tecrübesinin duygusal bağlılıklar üzerinden sirayet eden etkisiyle açık siyasal partiye dönüşme tecrübesi kolaylaşmıştı. Sivil dernekler aracılığıyla kurduğu ağlar 2000 öncesi siyaset dilinin yavaş ve tedrici dönüşümü noktasında bir tecrübe birikimini sağlamıştı. Toplum nezdinde karşılaştığı meşruiyet sorununun varlığına ve bu sorunun katıldığı ilk seçimde performansını gölgelemesine rağmen, kuzeyde ikinci ana-akım olarak belirme imkânı, PKK’yi dikkatli olmaya ve toplumla ilişkilerini sürekli yeniden kontrol etmeye zorluyor. Aynı zamanda Hizbullah ve onun eksenindeki kurumsallaşmaların kendiliğinden İslami olan siyasi dili yukarıda aktarılan yeni bölgesel bağlam içinde onu güçlü kılabilecek bir imkân taşıyor. Fakat PKK’nin Hizbullah hakkında topluma güçlü şekilde okuduğu ve toplumun çoğunluğunun kendi yaşadıklarıyla doğrulandığını düşündüğü hikâye, Hizbullah’ı kısıtlayıcı şekilde ortada bekliyor.
Buraya kadar işaret edilen olgular son dönemde PKK’nin stratejik değişiklikler yapmasına neden oldu. Daha önce de güçlü stratejik dönüşümlerine şahit olduğumuz PKK’nin siyaset dilinin kritik eşiklerde değiştiğini görmüştük. Elbette ki kendi geçmişinden kopma anlamında bir dönüşüm değil burada bahsedilen, kendi geçmişini yeniden tanımlamayı da içermesine rağmen, kendi hikâyesinin temel unsurlarına bağlı bir değişimden bahsediyorum.
PKK’yi stratejik bir değişime zorlayan bölgesel bağlama Suriye krizi ile yeni bir olgu eklendi. Mısır’la mutedilleşmeye yönelen İslami hareketlilik belki de uluslararası ve bölgesel aktörlerin etkisiyle Suriye’de militanlaşmaya evrildi. Toplumsal değişim talebiyle makul bir ilişkiyi bir çırpıda yırtıp atan bu dalga, siyaset dilinin İslamileşmesi üzerinden biriken enerji ve özgüveni aktifleştirerek, fıkhın sınırlayıcılığının neredeyse lağvedildiği bir ortamda, şiddetin temel siyaset yapıcı mevkisine yükselmesini sağladı. Suriye’de Kürtlerin farklı konumuna bağlı gelişen çok özel bir durum ve strateji, PKK ile organik birlikteliği olan PYD’nin Rojava’ya hâkimiyetini sağladı. Buradaki hâkimiyet bir taraftan PKK’nin PDK karşısında güçlenmesini sağlarken bir taraftan da PKK’nin alan hâkimiyeti için kendisine benzer refleksler gösteren İslamcı örgütler ile karşı karşıya gelmesini sağladı. Yaklaşık bir yıldır bölgeden gelen enformasyonun alan hâkimiyetinde ve toplumsal mobilizasyonda yararlılık kaygısıyla yeniden kurgulanmış olduğuna dair güçlü şüpheler taşıma gerekliliğine rağmen bir yargıya çekincesiz varabiliyorum. PKK, Rojava’da kazandığı alanı korumak için aynı zamanda savaşının “İslami haklılığa” sahip olduğuna dair hakimiyet alanında ve çevresinde güçlü bir izlenim oluşturmaya kendini mecbur hissediyor. Çünkü Rojava’da İslamcı grupların doğuya ve güneye doğru geniş bir cephe savaşı yürütebilecek varlığı ve retorik dinamizminin sınırlanması PYD için kritik bir önem taşıyor. Aslında bu grupların çoğunlukla fıkhi meşruiyeti şüpheli ve keyfi şiddet kullanımı PYD’nin hem yerel hem uluslararası bağlamda elini güçlendiriyor. Bu avantaja rağmen, mücadelenin “İslami haklılığa” sahip olduğunun onayına, yeni dalga nedeniyle ihtiyaç duyulmakta.
Buraya kadar aktarılan hikâye aslında 2013 Newroz’unda Öcalan’ın mektubunda beliren yeni dile dair de bir açıklama taşıyor. Türkiyelileşme konsepti, PKK’nin stratejisi ile Türkiye’nin dış politikasında bir uyuma da karşılık geliyor ve bütün çevre kuşakta değişen siyaset dili, usulü ve toplumsallığı hakkında güçlü bir sezgiye dayanıyor.
Kongrenin gündeme geldiği ve düzenlendiği yaklaşık altı aylık aralıkta bu gelişmeler etkiliydi. Muhtemelen uzun bir süre daha etkisini hissettirecek bir bağlamla karşı karşıyayız. Bu bağlamı belirtmemin nedeni Kongrenin icra edildiği bağlamın siyasi stratejilerle ilişkili olduğunu söyleyip buradan samimiyet sorgusuna bir yol açmak arayış değil. Nihayetinde bu yazıyı yazarken de, Kongrenin çevresinde nasıl anlaşıldığını anlamaya çalışırken de “samimiyet” üzerinden siyasi eylemin yorumlanamayacağını iddia ediyorum. Bunun yerine fiili siyasi eylemin ve bu eylemin ürettiği somut karşılıkların analizi üzerinden, Kürt toplumunun hayatına etkileri üzerinden düşünmenin makul olduğunu düşünüyorum. Burada belirtilen bağlam, bölgedeki bütün yerli siyasi aktörlerin gördüğü, en azından sezdiği ve hâlihazırda üzerinde düşünüp, kendini buna bağlı olarak yeniden kurmaya çalıştığı bir bağlam olduğu için önemli görülmüştür. Bununla beraber siyasi aktörlerin Kongreye karşı sert duygusal reflekslerinin de aynı zamanda bazı sorulara işaret eden bir hafızaya dayandığını unutmamalıyız.
Öcalan’ın talebi ile düzenleyiciler tarafından kongre hakkında ilk temaslar kurulduğunda temel bazı sorunlar konuşulmuştu. Kongrenin kuşatıcılığı, İslam üzerinden çekeceği ayrım hattı, rakip siyasi aktörlerin daveti temel sorunlar olarak sanırım birçok hazırlık toplantısında gündeme gelmişti. Hazırlık toplantılarına katılan bazı kişilerden aldığım bilgiler bu yönde bir izlenim bırakıyor. Nihayetinde isimlendirmenin sadece bir isimlendirme sorunu olmayacağı aynı zamanda bir ayrım hattına kaynaklık edeceği, iyi Müslüman ile kötü Müslüman arasında bir ayrıştırma çizgisi olarak işleyebileceği geçmişin tecrübesi nedeniyle açıkça ortadaydı. Hiç değilse liberal İslam, kültürel islam, siyasi islam vb. kavramsallıkların geçmişte sadece Türkiye siyasetinde nasıl çalıştığını hatırlayanlar bunu rahatlıkla anlayabilirler.
Başka bir mesele olarak kongrenin kuşatıcılığı bu sorunla doğrudan ilgiliydi. Fakat aynı zamanda PKK ve Kürt meselesi hakkında medya ve devlet aracılığıyla edinilmiş algılar nedeniyle birçok kurum ve kişinin katılmamak yönünde refleks gösterebileceğini tahmin ediyorduk. Kuşatıcı bir tartışma bağlamının oluşamaması bir tarafta bununla ilgiliyken bir taraftan da Kongre konseptinin fazlaca belirlenmiş ve müdahil olmak isteyen kişilerin etkisine kapalı bir çerçevenin zaten belirlendiğine yönelik şüphelerin yoğunluğuydu.
Fakat daha önemli bir sorun şuydu; PKK şemsiyesi altında yer almayan, örgütsel ya da ontolojik kaygıları veya deneyimleri nedeniyle PKK’nin dışında durmaya ama Kürt/Kürdistan meselesine ilgisini ahlaki bağlıkları nedeniyle korumaya niyetli, eyleyici kurum ve kişilerin kongreye katılımı sağlanacak mıydı? En azından kongrenin düzenleyicileri bu amaçla ve kuzeyde Kürt siyasetinin en büyük aktörü olmanın özgüveni ve gerektirdiği rolle dışarıda olanları davet edecek miydi? Bu mesele aynı zamanda yeni bir siyaset dilinin kurucu öğesi olmaya doğru giden ve toplum içinde karşılığı milliyetçi veya sosyalist sözlükten daha güçlü olan İslama ait sözlüğün nasıl işlevselleştirileceğine, bu işlevselliğin beraberinde ne tür bir siyasi ahlakın inşasını sağlayacağına dair soruların da karşılığı olacaktı. Ayrıştırıcı bir dille, iyi-kötü Müslüman ayrımı yapılarak, toplumsal ve dini bir mirasın temellük edilmesi daha önce kötü örneklerini gördüğümüz dini araçsallaştırma deneyimlerinin bir benzerine yol açabilirdi ancak. Maalesef ilk kez çıkılan yolda bu minvalde yapılan uyarıların ciddiye alınmadığına şahit olduk, çerçeve baştan tek taraflı belirlendi, içeriğe müdahil olabilecek kişiler dışarıda tutuldu ve PKK’nin şemsiyesi dışındaki aktörler ya davet edilmedi ya da katılımlar sağlanamadı.
Şimdi kongrenin başlangıcına dikkat kesilelim ve Öcalan’ın liderlik gücüne bağlı olarak kaçınılmaz şekilde belirleyici olan, meselenin konuşulacağı bağlamı kuran mektubuna eğilelim.[6] Mektup “doğru İslam” olduğu teyid edilecek bir “yanıt”ın, Arabî ve İranî merkeziliklere karşı “mekan, halk ve demokrasi” merkezli kuruluşunu tavsiye ediyor. Garip şekilde Osmanlı ana-coğrafyasını aynı zamanda tarihsel olarak hakikati taşıyıcı bir rolle birleştiriyor. Selefi, Şii ve İhvani cemaatleşmeyi aşmak üzere İslamın “evrenseli” ile “tekil”inin uyumunu örgütleyecek yeni bir kurumsallaşma hatta “amel biçimlerini” bulmayı öneriyor. Aynı zamanda, “milliyetçilik mikrobu”na karşı “İslami Milletler Birliği”nin tarihsel role sahip coğrafya üzerinden yeniden düşünülmesini istiyor. Bu mektup aslında yeni bir hattı işaret etmiyor. En azında 2013 Newroz mektubu ile ortaya çıkan ve 2014 Newroz mektubuyla tekrar tasdik edilen tarihsel-coğrafi birliktelik ve toplumsal ortalamaya uyumluluk hedeflerinde ısrar ediyor fakat bu sefer doğrudan İslam üzerine söz söyleme hakkını kendinde ihdas ediyor. Artık rahatlıkla söyleyebiliriz ki; PKK Kürt toplumunun kitlesel ana-akımı olmanın bütün gerekliliklerini icra edecek, fakat hep eleştirdiği (hatta bu mektupta da eleştirdiği) modern bir devlete gitgide benzeyerek.
Bu mektubun karşıtlaştığı iki şey öyle görünüyor ki, Kürt coğrafyasının hemen yanı başındaki İranî ve Arabî İslamcılığın Kürdistan’ın dokusuna sirayet etmiş etkisi ve meseleyi Kürdî/Kürdistani olarak kurmaya çalışan yeni okuryazarların milliyetçi eğilimi. Mektubun içerimleri önemli görülmelidir, çünkü daha önce Türk seçkinlerinin “doğru İslam”ı tanımlama çabaları nasıl Anadolulu kitlelerin en azından sembolik bir şiddete maruz kalmasına neden olduysa, Kürt siyasetinin seçkinlerinin de “doğru İslam” tanımlama çabaları yoğunluğu farklı da olsa benzer bir sembolik şiddeti içerecektir. Doğal olarak buna karşın, Kürdîliğinde ısrar eden ve İslamiliğini de bildiği haliyle korumak isteyen bir tutumun dışarıda kalma veya kendini karşıt olarak kurma iradesini göstermesi muhtemeldir. Bu ise İslamilik üzerinden yeni bir söylemsel kapışmaya kapı açacak gibi görünüyor.
Özellikle bölgede İslami hareketliliğin iki kaynağını ayırt edersek PKK’nin stratejik değişiminin muhtemel etkisini daha rahat anlayabiliriz. İlk kaynak, Şeyh Said ve Said Nursi sonrasında devlete karşı toplum içi dayanışma ağlarına sığınarak-hicret ederek var kalan, fakat bunun bedeli olarak tarihsel bağlantılarını ve dolayısıyla beslenme kaynaklarını gitgide kaybeden ve bunun sonucunda yerelleşen medreseliler. Modern siyasi örgütlenmelere karşı söz söyleme ve kimlik inşa etme kapasitelerini gitgide kaybeden bu kesim, geleneksel statü ve saygınlık üzerinden İslami bakiyeyi muhafaza edecek bir dinamizm gösterdi fakat toplumun karşılaştığı yeni sorunlara cevapsızlığı nedeniyle modern örgütlenmelerin şemsiyesi altında suskunlaştı. Bugün hem Ak Parti, hem PKK, hem Hizbullah şemsiyesi altında görünebildiklerine ama hiçbir yerde etkin olamadıklarına şahit oluyoruz. İkinci kaynak ise, 70’lerin sonundan itibaren, PKK’nin kurucu kadrolarına benzer şekilde modern okul sistemi içinde yetişmiş yine PKK’ye benzer şekilde modern-okullu siyasal dilin imkânları ile Kürtlüğü ve İslamiliği kurmaya çalışan okuryazarlar oldu. Bu okuryazarların özellikle çevre İslam coğrafyasının birikimi ile ilişkisi hep daha yoğun oldu. İranî ve Arabî olanın etkisini daha çok burada görmekteyiz. Bu kesimin duygusal hafızası, Şeyh Said kadar Seyyid Kutup’a ve İmam Humeyni’ye de atıf yapacak bir geçmişe sahip. Fakat toplumun İslamiliği ve gündelik hayatı ile olan ilişkisi geleneksel medreselilerde olduğu gibi maalesef kendiliğinden ve doğrudan değil. Belki burada Hizbullah’a dair bir şey söylemek gerekiyor. Bu iki kaynakla da ilişki kurabilecek bir örgütsel yetkinlik imkânını taşıyan tek yapı. Fakat toplumun hafızası, cevabını almadığı soruları hala koruyorken bu ilişkinin büyümesi mümkün görünmüyor.
PKK bu iki hattı tamamen kuşatamayacağının elbette farkında. Fakat kitlesel bir parti olmanın savaş sonrası şartları ile karşı karşıya gelirken toplumun içindeki farklılıklara cevap üretmeye kendini mecbur hissediyor. Ayrıca Kürdistan ve çevresinde kendisinden bağımsız gelişen yeni siyaset dili ve dalgasına geç kalmadan uyum göstermek istiyor. Bunun için de doğal olarak ana-akım olduğu alanda iki İslami hareketlilik kaynağı ile ilişkiye geçmekten başka çaresi yok. Sol siyaset dilinin kendisine getirdiği sınırlılıkları, halk mücadelesinin hatırasını taşıyan örgüt olmanın avantajı üzerinden aşabilecek imkâna da sahip.
Öcalan’ın mektubu, ilk kaynak olduğunu söylediğim ve artık liderlik imkânı kalmamış medreselilerin “kültürel islam” vurgusuyla içerilmesini öneriyor. Hâlihazırda PKK’nin bu noktada çok ilerlediğini zaten biliyoruz. PKK kitleselleştikçe o kitle içinde yer alan mollaların da bir kısmını kendi mücadelesine katmayı zaten başarmıştı. Bu katılımın kendiliğinden bir İslami onay olduğunu da unutmamak gerekiyor.
Buna karşın okuryazar İslamcılığın da ciddi bir yekunu İstanbul ve Ankara merkezli İslamcılığın vesayetçi kabalığından sıyrılma refleksiyle PKK’nin siyasetine farklı düzeylerde angaje olmuştu. Halkının haysiyet iradesine duygusal tanışıklığı olan, bu nedenle ahlaki bir tercihle Kürt meselesinin içeriğine yüzünü dönen okuryazar İslamcılık diğer taraftan İslamcılığını kurarken öğrendiği ontolojik refleksin onu bağımsızlaştırıcı gerekliliği karşısında ikilemde kalmış görünüyor. Temel bir kriz kaynağına dönüşen bu ikilem, hem özgürleştirici bir potansiyel taşıyor hem de siyasal faillik yoksunluğu nedeniyle iradesizleştirme riski taşıyor.
Öcalan mektubuyla bu iki kaynağın PKK şemsiyesi altına alınma kanallarını açarken aynı zamanda bu şemsiye altına girmeyecek kesimlerin Kürt siyasetinde simgesel şiddete maruz bırakılmasının yolunu da açıyor. Burada İslami pedagojinin modern dönemde İslamcı Kürtlerin hafızasına kazıdığı “beşeri bilgi” ve “ideolojiler”den bağımsızlıkçı refleksinin işleyeceğini tahmin edebiliriz. Kaldı ki Öcalan’ın İslam hakkında giriştiği tanımlama çalışmasının özellikle okuryazar İslamcılık tarafından bir meydan okuma olarak düşünüleceğini de söyleyebiliriz. Bu nedenle İslam’ın özü veya içeriği üzerinden yürütülecek tartışmanın bir ayrışma hattını derinleştirmesi mümkün. Fakat bu ayrışma aynı zamanda İslami siyasetin Kürdistan’da kendini yeniden kurmasını da sağlayabilir. Bu tür öngörüler için henüz çok erken olmasına rağmen, PKK’nin İslamla bir yüzleşme denemesi olarak okunabilecek bu Kongre, en azından PKK’nin kendi toplumunun gerçekliği ile açık alanda karşılaşması olarak yorumlanmalıdır. Bunu, siyaseten kurucu rolle kendini topluma dayatmaya çalışan her örgütlenmenin toplum tarafından baskılanmaya açık hale gelmesi mecburiyeti olarak düşünebiliriz.
Bu genel yorumdan sonra, Kongre çevresinde gözlemlediğim bazı izlenimlere dair kısa notlar aktararak bu yazıyı sonlandırmaya çalışabilirim.
Kongrede, DTK tarafından seçilen katılımcı Türk İslamcılar maalesef toplumla bağı güçlü olan kişi ve gruplar değildi. Bunun yerine ilginç şekilde, Ali Bulaç dışında, bir zamanlar içinde yer aldığı İslamcı camia ile ilişkileri kopmuş isimler tercih edilmişti. Bunu ne katılımcıları hafifsemek ne de niyet sorgusu yapanlara yol vermek için söylüyorum. Fakat fiili durumda PKK’nin HDP deneyiminde de görüldüğü gibi geniş kesimlere ulaşmak istediğinde seçtiği solcu Türk partnerlerin toplumla ilişkisizliğini burada da gördük. Belki de ilişkinin bu şekilde aydın tipi üzerinden kurulamayacağını artık görmek gerekiyor. Fakat aydının siyasal örgüte ve topluma karşı zayıflığı nedeniyle tercih edilen bu ilişkinin alternatifi de pek görünmüyor.
Daha önce gayet soğukkanlı değerlendirmeler yaptığına şahit olduğum bazı Kürt aydınlarının, Kongre gibi PKK egemenliğindeki bir ortamda angaje bir aydın tipine dönüştüğünü görebildik. Oysa tam da bu tür ortamlar, aydının dışardalılıktan kaynaklı soğukkanlılığına daha fazla ihtiyaç duyulan ve ancak bu soğukkanlılığın değer üretebileceği bir alan. Eleştirel mesafenin korunması ve bunun aydın tipinin zayıflığı ile alakasını ve aydının statü özlemini bir daha düşünmeliyiz.
Kongre devam ederken bölgenin İslamcı okuryazarlarının ve bazı İslamcı aktivistlerinin kongrenin katılımcılarına yönelik samimiyet sorgularını hatta bazen “kandırılma” ithamlarını bir tarafa not etmeliyiz. Bu aynı zamanda duygusal bir gerilimin işaretlerini taşıyor.
Kongreye katılan mollaların modern aydın ve siyasetçi tipi tarafından sürekli söylemsel baskı altına alınması ve mollaların buna karşın aktif cevap üretememesi ve kendi geleneksel lügatına dönerek cevaplarken ortamdan kopması ve belirleyici olma imkanını kaybetmesi, ya da buna karşın sadece edilgen bir role uyum sağlaması gözden kaçırılmamalı. Bunun fıkhın kaybı ile ilişkili olduğunu unutmamalı ve fıkhın yeniden kuruluşu için nasıl bir çaba gerektiğine yönelik çabayı daim kılmanın yollarını aramalıyız.
Kadın failliği ve özgürlükçülüğü meselesi bu kongrede de karşımıza geldi. Özellikle iyi seçilmiş, Kongre ortamına uygun kadın BDP aktivistlerinin mutedil dili aracılığıyla medreseliler ve İslamcılar kadın hareketliliğiyle ittifaka çağrıldı. Fakat PKK içindeki kadın örgütlenmesinin genelde daha öfkeli bir sesi var ve bu ses daha modernist bir bakışın etkisini taşıyor. Yine de bu kongrede kadın hareketliliğinin İslami kaynaklarla doğrudan yüz yüze gelmesi muhtemelen ilerleyen dönemlerde yaşayacağımız başka karşılaşma deneyimleri için konuşmayı kapatmayan bir dilin oluşumuna katkı sunabilir. Kadın failliği ile İslamcılığın karşılaşması, en azından 2000 sonrası Hizbullah’ın hikâyesinde kadın emeğinin katkısı göz önüne alındığında ilk deneyim olmadı, fakat buradaki failliğin kendini kurduğu söylemin ve hareketlilik içinde oluşan özgüvenin farkı meselenin tekrar tartışılmasını kaçınılmaz kılacak. Gerek Newroz mektuplarında gerekse Kongre mektubunda Öcalan’ın bir fark kurma aracı olarak kadın hareketini koruyucu bir siyaset üzerinde ısrar etmesi de, modernlik tecrübesinin Kürdistan’a sirayeti ile birleşerek tartışma zeminini geleneksel erkek rolü aleyhine derinleştirecek ve Kürdî -İslamcı tartışma hatlarına da uzanacak.
İslamcı kesimlerin Kongre hakkında genel tutumu için bazı ayrım hatları çekmek gerekli. Genel olarak Ak Parti angajmanındaki kesimlerin tutumu, Erdoğan’ın müttefiki olması nedeniyle Öcalan’ın hamlelerine yönelik yorum yapmamaları normal. Çünkü çoktandır liderlerinin görüş belirttiğini görmeden ne söyleyeceklerini bilemeyecek kadar iradesizleşmiş durumdalar. Buna karşın, bir mücadele hattının nasıl halklaştırılabileceğinin örneğini sadece bu harekette görebildiği için PKK’nin müttefikine dönüşen İslamcılar ise, Kongre ve benzeri çalışmalarda eylemin eleştirisine dair hakkı bile lağvedebiliyorlar. Hatta bu noktada Kürtlerin kendi deneyimlerinden çıkabilen ve benzer her harekete karşı görülebilecek eleştirel vurguları, halklaşan mücadeleye ihanet olarak yorumlamaya meyyal bir tutum takınabiliyorlar. Bu haliyle Kürt siyasetinin kendi toplumsallığında tanışık olduğu eleştirilerin gündeme gelişine set çekebiliyorlar. Bu ilginçlik bir kenarda dursun.
Bu iki grup dışında PKK’nin radikal muhalifleri yer almakta. Bu muhaliflerin bir kısmı sağ siyasetin tortusu ve duygusallığı ile PKK tarafından icra edilen her eylemin kötücüllüğüne odaklanıyorlar- bunlar genelde Türk kesimde yer alıyor. Fakat başka bir grubu ayırmak gerekiyor. Bu radikal muhaliflerin bir kısmı İslami pedagojinin bağımsızlıkçı refleksiyle dünyevi siyasetin her ilişme çabasını bulaşıcı bir karakterde görüyorlar. Bu zannı haklı kılacak yeteri gerekçeye elbette sahipler, fakat tutumları radikal politik göründüğünde bile toplumsal alanın dışına düşmeleriyle siyasete karşı etkisiz bir pozisyona sıçrıyorlar. Hizbullah’ın kongreye ilişkin tutumu da şu anda daha çok bu tavra yakın görünüyor. İslamcılığın ontik-etik mirası ve refleksiyle bağını koruyan bu tutumun en büyük zaafı ise toplumsal çeşitlilikle yüz yüze gelmeyi seçen bir ana-akım olarak PKK’nin yanıt üretme gücünü ve toplumun bu yanıtlarla ilişkisini dışlayıcı bir “cahiliye” kodunun yardımıyla görmeyi reddetmesi. Bu hal, ontik-etik mirasla ilişkisinin sağladığı imkânları fiili bir karşılığa dönüştürmesini kısıtlıyor.
Diğer taraftan son yıllarda gelişen ve kendini söyleminin gücüyle açığa vurmaya çabalayan Kürdî/Kürdistanî aydınların gayreti Kongrede de göründü. Söylemi güçlü fakat siyasetinin yerleşeceği toplumsal bağları zayıf olan bu damarın çaresizliği öyle görünüyor ki onu bir ana-akıma eklemlenmeye mecbur bırakacak. Fakat bu eklemlenme aydın statüsünün teyidi karşısında eleştirel mesafesini kaybetmek pahasına şekillenecek gibi görünüyor. İkinci bir ihtimal ise nihilist bir siyaset reddine açılma olabilir. Bu okuryazarların hızlıca kapana kısılacak olmasının nedeni, güçlü bir siyasi kuruculuk gerektiren vurgulu söylemlerinin, kendi emekleriyle toplumsal bağlam içinde örülmüş bir karşılığının henüz olmaması. Uzun ve çetin süreçlerle halklaşmış bir ana-akım karşısında bir taraftan çaresizleşecek ve ona mecbur kalacaklar bir taraftan da bir daha yakalanamayacak imkânın harcandığını düşünmeleri nedeniyle umutsuzlaşacaklar gibi görünüyor. Güçlerine denk düşmeyen bir vurguyla kısa vadede PKK’yi sıkıştırabilirler, fakat siyasi inşanın gerektirdiği sabrı gösteremezlerse sözlerinin değeri kalmayacak. Öcalan’ın mektubunda eleştirilen muhatap olarak kendilerini açık etmemeleri de farkında oldukları bu zayıflığın sonucuydu.
Bu kısa izlenimlerden sonra Kongre hakkında genel bir kanaate dönebilirim. Kongre, Kürt siyasetinin kurucu unsurunun orta vadede hem dar hem geniş alanda muhtemel rakibi olarak görünen İslamcı siyasete karşı güçlü bir hamle dizisine başlangıç teşkil ediyor. Siyasal rakibiyle toplumun şahitliğinde açık alanda karşılaşacağının farkında olan PKK, ahlaki ve siyasi üstünlüğü ele geçirmek için zamana yayılacak bir strateji değişimine gidiyor. Bunun gerekliliğinin farkına sadece siyasi hesaplarla varmış değil, aynı zamanda toplumun baskılamasıyla da bu hamleye mecbur kalmış durumda. PKK’nin söylemsel esnekliği ise bu süreci kolaylaştırıyor, fakat iç tartışmalarda bazı kesimlerin etkisizleştirildiğini hissetmesi pahasına. Bu, uzun vadede PKK’nin kendi içinde bir siyasal farklılaşmaya gitmesine de neden olabilir.
Bizim sosyal bilim pratiğimiz çoğunlukla örgütsel olanın gücüne karşı toplumun gücünü azımsadığından, Kürt meselesi hakkında düşünürken de, toplumun kurucu örgüt olan PKK üzerindeki baskılayıcılığını ciddiye almıyoruz. Fakat bugüne değin PKK’yi dönüştüren iki temel dinamik vardı. Biri toplumla kurduğu ilişkilerde hissettiği değişim/uyum baskısı diğeri ise meşruiyetini bulmaya çalıştığı uluslararası sistemin uyumlulaşma baskısı. Bu iki baskı kaynağına karşı en sert suçlayıcılıkla saldırdığında bile yavaşça söylemini ve ilişkilerini değiştirdiğini biliyoruz. Yerel yönetimler üzerinden meşru iktidarın sahibi olmaya başladığından beri iktisadi güçlerin de baskısını hissetmeye başladı. Şu anda bu üç baskılayıcı, PKK’yi büyümeye mecbur bırakırken aynı zamanda muhafazacı bir siyasete zorlayan tedirginliğe de kapı açıyorlar. Kongre, tam da bu bağlam içinde bir anlama sahip. Muhafaza, toplumsal dinamiklerin tamamı üzerinde bir kontrol kurmayı gerektirdiği ölçüde aynı zamanda toplumsal olan her içeriğin yeniden tanımlanmasını da gerektiriyor. Fakat bu çaba aynı zamanda karşıtını doğuracak refleksleri uyaran bir gelişmeye meyyal.
PKK’nin açık alanda İslam ile yüz yüze gelmesi elbette risklere ve imkânlara gebe. Toplumun çoğunluğu imkânlara odaklanacak İslamcı aktörler ve özellikle Kürt Aleviler ise doğal olarak risklere. İslamcılığın bu riskler karşısında tedirgin ve saldırıya maruz kalmanın öfkesi ile aceleci değerlendirmeler yapıyor olması başlangıçta elbette normal karşılanmalı. Fakat İslami siyasetin Kürdistan’da bugüne kadar bir adalet alternatifine dönüşememesinin nedenleri sadece PKK’nin siyaset yapma tarzıyla ilişkili olmayıp daha çok İslamcı aktörlerin doğruyu yapmamasıyla ilişkili olduğu hatırlanarak, PKK’nin bir alanı işgal ettiği düşüncesinden vazgeçilmeli. Ele geçirilen bütün alanların toplumun icazeti ile yeniden devralınabileceği fakat asla sonsuzca temellük edilemeyeceği İslamcı bir siyasetin unutmaması gereken bir ilke olmalı. Bunun için galiba toplumun içine daha çok yürümek ve emek vermek gerekiyor.
[1] 10-11 Mayıs 2014.
[2] Yazıyı yazmaya çalışırken bir tanımlama zorluğu hissetmemek mümkün değil. Kürt kamuoyunda bazen “İlim Grubu” bazen “Hizbullah” olarak tanınan grup kendini “cemaat” olarak da adlandırmakta. Bu yazıda en çok bilinen ismiyle seslenmenin daha makul olacağını düşündüğüm için “Hizbullah” demeyi tercih ettim. Hüda-Par’ı da üye ve yöneticilerinin beyanları hilafına, taban örtüşmesini göz önüne alarak Hizbullah’la sürekliliği olan bir parti olarak düşündüm.
[3] Bu sürece ters etki yapan Gezi eylemliliğinin henüz ne kadar kalıcı güçte olacağını öngöremiyorum. Bu nedenle ve ayrıca Kürt siyasetinin güçlü aktörlerinin Gezi eylemliliklerinin kalıcı etkisine inanmıyor oluşu nedeniyle, yazının bağlamında, bu aktörlerin konumlanışını etkilemediği düşünülerek önemsenmeyecektir.
[4] Bu yargının, kesin bir olguyu işaret eden bir yargı olmaktan ziyade Kürt siyaseti içinde alımlanma tarzına işaret eden bir yargı olduğunu ayrıca belirtmiş olayım.
[5] Burada aktörlerden biri lehine tavır almaktan ziyade iki aktörün de siyasal stratejisine ve toplumla ilişkisine ne tür bir etkinin geliştiğine dikkat etmek daha makul bir tutum olarak benimsenmiştir.
[6] Mektubun tam metni için: http://www.firatnews.com/news/guncel/iste-ocalan-in-islam-kongresi-ne-sundugu-mesaj.htm