Dekalog: Kemalist ilahiyat için bir ilmihal
Osman Özarslan, Kemalizmi bir modernizm projesi olarak tartıştığı kitabının “Epilog” bölümünde, Marksist yayınevlerinin bu çalışmayı ciddiye almadıklarından yakınıyor. Böylece Aydınlanmacı Rasyonalitenin seyrinden Mustafa Kemal’in Türkiye’de kült haline gelmesine, mekânın (örneğin Anıtkabir’in) ulus-devletin inşa sürecinde kolektif hafızayı üretişinden kadına vatan duygusu altında yeni bir kimlik atfedilirken kamusal alanın nasıl sınırlandığına kadar çok parçalı bir tartışma yürüten bu kitabın basımı, Açılım Kitap’a kalmış. Aslında Açılım Kitap’ın yeni yayınlarıyla canlanan yüzü bunun bir tesadüf olmadığını gösteriyor.
Osman Özarslan, Kemalist ilahiyatın haritasını çıkarırken işe Aydınlanmanın serencamını anlatarak başlıyor. Çoğumuzun aşina olduğu bu hikaye, August Comte’un Mustafa Reşit Paşa’ya yazdığı mektupta, bu topraklar için ayrı bir anlam kazanıyor: “Doğu, gerçek Katolik rejimine başkanlık eden toplumsal devrimin şerefini Batıya bırakmak mecburiyetindedir.” (s.49) Artık “Doğu’nun” ve “Anadolu’nun” İslamî aidiyeti “mantığa” ve Aydınlanmaya uygun düştüğü sürece bir yere gelecektir. Nitekim Osman Nuri Çerman’dan alıntılanan pasajlar bize Kemalist ideologların toplumu bir yere götürme ve yeni dünyada bir yer edinme kaygıları hakkında ipuçları veriyor. Ne var ki kitapta Kemalist teolojinin resmini vermek adına konan belgeler, tartışılmamış. Daha çok, muhtelif bölümlerin okurun zihninde tamamlayıcı bir işlev göreceği öngörülmüş.
Kemalizm’in neden bir ilahiyat, Dekalog’un nasıl bir ilmihal olduğu bu birbirinden bağımsız bölümlerde gizli. “Kült” başlıklı bölüm, Can Dündar’ın Mustafa belgeselinin yankılarıyla başlıyor ki bir ilah figürü nasıl insanileşir ve bunun “caiz görülmeyen” sonuçları ne olabilir görebiliyoruz. Osman Özarslan’ın kitabı, kutsal ile din dışı arasındaki bağı totem ve tabu tartışmasıyla açıklarken, Mustafa filminin yeni bir ilahiyat arayışı olduğunu görmeyi ihmal ediyor. Bu yeni ilahiyat, baba ve ata figüründen ziyade, tebaanın yakınlık duyabileceği bir hümanizmi esas alıyor. Kitapta, Nutuk’tan hareketle Divi Augustus’a öykündüğü söylenen Mustafa Kemal, filmde “ben bu ülkeyi seviyorum çocuk” derken de bir sevgi elçisi yapılmaya çalışılmış olmasın? Özarslan onun ilahileşmesini ulusun kutsallaştırılmasıyla paralel görürken Atatürk heykellerini örnek veriyor. Heykellerini bizzat diktiren Mustafa Kemal, kim bilir belki de kutsal kılınmayı değil de göz önünde olmayı ve anılmayı arzuluyordu.
“Artemis” başlıklı bölüm, vatandaşların aktüel konularda insanları ve iktidarları Anıtkabir’e şikâyet ettikleri haberleriyle açılıyor. Bu bölüm, Mustafa Kemal’in tanrılaştırılmasının izini yine ulusun inşası bağlamında sürerken dikkat çekici bir teşhis yapıyor: “Anıtkabir yalnızca ulusun atasının ebedi istirahatgâhı olarak değil, aynı zamanda Türk ulusunun bütün gururunun ve patolojilerinin sinir uçlarının toplandığı fiziki-siyasi bir hafıza taşı olarak tarihteki yerini aldı.” (s.115) Bu teşhis, Cumhuriyet tarihini açıklayıcı bir ufuk sunmakla birlikte Özarslan bununla yetinmiyor; Anıtkabri inşa sürecini de yarışmaya katılan projelerle beraber tartışıyor. Niçin ve nasıl Yunan milletine ait bir kadın tanrıça kültü olan Artemis, Anıtkabir için uygun görülmüş? Sorunun ipuçları Hegel’den Edward Said’e giderek aranırken, verilen yanıtlardan çok sorunun kendisi, Kemalizm’in nasıl bir ilahiyat oluşturduğuna dair fikir veriyor.
Osman Özarslan, “ulus devletin kendisini kurgulama biçimi bir ilahiyattır” (s.149) diyor. Kurgulama biçiminin bir örneği de “Sodom” başlıklı bölümde, İstanbul’un lanetlenişi ve Anadolu’nun yeni menbaa olarak keşfiyle resmediliyor. Yakup Kadri’nin Ankara romanında yozluğun nişanesi olarak çizilen hayatlar, Atatürk’ün İstanbul’a küskünlüğü veya kayıtsızlığı ile orantılıdır. Yeni dönemde, Mete Tunçay’ın ifadesiyle “İstanbul’un demokrasi talebi” yerine Ankara’nın “Tabula Rasa”sı tercih edilmiştir. Kitabın bu bölümünde, mekânları tasarlayan saikler, duygulanımların etkisi göz ardı edilmeden verilmiş görünüyor.
Dekalog’a göre kadın bedeni toplumsal alanın ve vatan-millet fikrinin çizgilerini nasıl belirledi? Atatürk, cinsiyetsizleştirilmiş Cumhuriyet kadını nezdinde göklerden yeryüzüne nasıl indi? Halide Edip’in romanlarından tanıdığımız, kadının özgürleşmesi hikayesi nereye kadar? Bu soruları okura bırakalım. Ama “Aydın Cumhuriyet Kadını” projesinin başarıya ulaştığı kadar mukavemete de yol açtığını ve yine Modernite tecrübesine içkin bir minvalde karşıtını doğurduğunu söyleyebiliriz. İkili karşıtlıklar zihnimizi hazır kalıplara sokuyorsa da, Doğu-Batı gibi ikiliklerin yanılgısı, yine o kurguların “aslında ne olmadığının” dolayısıyla aslına dair fikir yürütmelerin sonucunda anlaşılabiliyor. Edward Said’in Kemalizm tartışması içindeki anlamı da buradan hareketle bir yere oturuyor. Yani Osman Özarslan’ın “Kemalist Cumhuriyet oryantalist mi” diye sorması boşuna değil…
“Morpheus” ile “Havariler ve Fantezi” başlıklı bölümler Kemalist Cumhuriyetin kendine özgü kapitalizmini deşiyor, iktidar çevreleri ve yoksul ahali arasındaki dünya farkına dikkat çekiyor. Öyle ki iktidarın halk nezdinde hiçbir meşruiyeti olmadığını iddia ediyor, bir millete ait hissettirmenin toplumu yönetmeye yeteceğini zannetmek imkânsız bir fanteziydi, diyor.
Son bölüm ise “Spartacus” başlığıyla direksiyonu bir anda “Türkiye Solu”na kırmış. Solun da bir ilahiyatı vardı diyen Özarslan, solcular Kemalizmin modernist kurgusundan etkilendiler, demeye getiriyor. Belki de kitabın esas tezi burada saklı: Kemalizmin bir ilahiyatı olduğunu göstermek için elde mebzul miktarda veri var, ancak “islamî sol mümkün mü” gibi eklektik sorulara geçmeden önce, Türkiye’de sol düşünce ontolojik kabullerinden ne zaman sıyrıldı ki diye sormanın anlamlı bir tartışmayı çağırdığını düşünüyorum. Osman Özarslan, ilk dokuz bölümde kurduğu şablonla “bizim bilim dediğimiz şey bilimden ziyade bir tür bilim söylemi” (s.309) itirafına zemin hazırlarken, Marks’ın ifadesiyle “günahların ne olduğunu açıklama” amelini üstüne almış. Bu “farz-ı kifayenin” kâfi olup olmadığını zaman gösterecek.