Dalkavuklar, Memurlar ve Medya Maymunları
“Tam odadan çıkacağı sırada Halit Bey’in bir gece evvel duvara astırdığı grafik, nazarı dikkatini çekti. Uzun uzun baktı:
– Demek böyle ha!
– Evet efendim, bilhassa sinema saatlerinde ve öğle yemeklerinde saat ayarları hatırlanır. Mamafih bu tam bir grafik değildir. Hayri Bey işi daha ciddi bir şekilde derinleştiriyor. Muhtelif mesleklere göre ayar meselesi çok değişiyor.
– Şu halde tam bir sosyal etüd…
– Gayemiz o değil mi?
Çeşitli mesleklere göre saat ayarı hakkında hiçbir fikrim yoktu. Hele böyle bir sosyal etüd hiç aklımdan geçmemişti. Bununla beraber bu sosyal etüdü yaptığım için çok memnundum.
Tekrar bizim odaya geçtik. Belediye reisi boş klasörlere, kılıfları içinde uyuyan yazı makinelerine ve büyük siyah defterlere bir müddet daha baktı. Duvarda sloganları okudu:
– Ayar saniyenin peşinde koşmaktır… Mühim söz bu Halit Bey!..
– Tahmin ederim efendim…
Halit Bey hiç de mütevazı değildi, mamafih belediye reisine Nuri Efendi’nin adını söylemeden, eski saatçilerimiz tarafından bu cins birçok sözlerin söylendiğini ve bu adamların cemiyet ve çalışma işlerini çok iyi bildiklerini, enstitümüzün gayelerinden birinin de bu ustaları halkımıza tanıtmak olduğunu anlattı.
– Neşriyat büromuzun vazifesi bu olacak…
Belediye reisi göz ucuyla muavinine işaret etti. O, neşriyat bürosunun lüzumunu ve vazifesini defterine kaydetti. Sonra gece lambalarımıza bakarak Halit Ayarcı’yı en ciddi sesiyle tebrik etti.
– Demek geceleri de çalışılacak! Büyük fedakârlık, büyük muvaffakiyet… Teşekkür ederim, çok memnun oldum. Cidden teşekkür ve tebrik ederim…
Halit Ayarcı birdenbire çok tatlı ve cömert bir jestle kendini ortadan kaldırdı. Bütün bu klasörlerin, ne yazacaklarını henüz kimsenin bilmediği makinaların, odamızın kirli ve sıvasız duvarıyla hiç bağdaşmayan perdelerin, etajerlerin, gece lambalarının, benimle ve Nermin Hanım’la beraber olmalarındaki muvaffakiyeti olduğu gibi ona, sadece ona bağışladı.
– Estağfurullah efendim… Muvaffakiyet efendimizin… Bunlar hep sayenizde oldu.”
Yukarıda alıntı yaptığım parça Merhum Tanpınar’ın ‘Saatleri Ayarlama Enstitüsü’ romanından bir bölüm olup, romanın tamamı memleketteki hem ‘asrileşme’ hem de geçmişten gelen ‘köhneleşmiş muhafazakarlık’ın esastan eleştirisini ve memleketin memurunun halini, pür melalini arz eder. Uyduruk bir birim kurulacaktır ve o birimin her şeyini hazırlayan dalkavuk memur, hiçbir katkısı olmamasına rağmen bütün yapılan işlerin belediye reisi tarafından yapıldığını ve onun sayesinde olduğunu söyler. Ahmet Hamdi Tanpınar bu romanı o tatlı üslubuyla çok güzel yazmıştır ve hakikaten Türk Edebiyatının en önemli eserlerinden biridir. Bu yazımızdaki mevzumuz dalkavuklar olunca, Tanpınar’dan böyle bir giriş yapmak benim için farz oldu, rahmet canına olsun.
Yazımızın başlığı, ‘Dalkavuklar, Memurlar ve Medya Maymunları’ olduğu için bu girişten sonra dalkavukluk neymiş biraz bakalım. Dalkavuk’un TDK’ya göre iki anlamı var.
1-) Çıkar ve yarar beklediği ya da kendisinden çıkar sağladığı kimselere, makamca, durumca büyüklere karşı saygı ve hayranlık göstererek yaranmak isteyen kimse.
2-) Saraylarda devlet büyüklerini nükteli sözlerle eğlendiren kimse.
Tarih boyunca dalkavukluk iki anlamda da bu topraklarda var olmuş, ha diyeceksiniz ki bu sadece bizim topraklara has bir olay mıdır? Evet, bu sadece doğu toplumlarına has bir olaydır. Batıda buna benzer iş yapana soytarı derler. Yalnız aralarında şöyle bir fark vardır. Soytarı, şaklabanlık yaparken, bazen de acımasız bir şekilde eleştirir ve kral bu eleştiriyi genellikle hoşgörüyle karşılar ve alıp cebine koyar. Bizde ise dalkavuk katiyen eleştiremez, onun en büyük vazifesi onaylamaktır. Hatırlayanlar belki olur, 90’lı yılların meşhur Genelkurmay Başkanlarından biri olan Doğan Güreş, ki daha sonra DYP’den milletvekili de olmuştur, aşağı yukarı mealen şöyle bir cümle kurmuştu: ‘Sayın Başbakanımız Tansu Çiller bir Tak diye emrediyordu, biz bu emri Şak diye yerine getiriyorduk.’ Sonraları Paşa’nın lakabı Tak-Şak Paşa olarak kalmıştı. Bizdeki dalkavuklar Tak-Şak paşanın değişik versiyonlarıdır.
Reşat Ekrem Koçu’nun, 1952 tarihli kitabı olan, ‘Tarihimizde Garip Vakalar’ isimli kitabında dalkavuklarla ilgili bir pasajı vardır. Orada der ki;
“Bugün dalkavukluk bir ruh ve tıynet meselesidir, iş, meslek olmaktan çıkmıştır. Tanzimat’tan evvelki devirde ise, dalkavuklar, kâhyaları, nizamnameleri ve narhları olan bir esnaf zümresi idi.”
Birinci Mahmut zamanında bir arzuhal bugünkü anlamıyla bir dilekçe bulunmuştur. Bu dilekçe bir dalkavuk tarafından yazılmış ve Reşat Ekrem Koçu’nun ifadesine göre kime yazıldığı belli değildir. Dilekçe aynen şöyledir:
“Devletli, inayetli, merhametli efendim,
Kimsesiz dalkavuk kullarınızın arzuhalidir. Her sene Ramazan-ı şerif geldiğinde, İstanbul’da, davetli, davetsiz iftarlara gideriz; ulemanın, ricali devletin ve sair büyüklerin, mevki sahiplerinin sofralarında çeşitli nefis yemekler, şerbetler, türlü türlü reçeller, tavuk göğüsleri, elmaspareler, helvalar, kaymaklı baklavalar, ekmek kadayıfları, süzme aşureler, hoşaflar yer ve içeriz; üstüne göbek tütünü ve kahve ile ikram görürüz. Lakin içimizde bazı terbiyesizler bulunup edebe uymayan hareket ve tavırlarıyla velinimetlerimiz efendilerimizi gücendirmekte, zararı da hepimize dokunmaktadır. Dalkavukluk sağlam bir nizama bağlanmazsa cümlemizin açlıktan öleceğimiz aşikârdır. Kadim nizam kanuna göre yeniden bir nizama bağlanmasını, uygunsuzların içimizden tard edilmesini, tavır ve hareketleri hepimizin makbulü olan Şakir Ağa’nın cümlemize kâhya tayin olunmasını ve eline memuriyetini bildiren bir kıt’a ruhsatname ihsan buyurulmasını niyaz ederiz. Emir ve ferman devletli, inayetli efendim Sultanım hazretlerinindir.
Dalkavuk Kulları”
Görüldüğü üzere o dönemlerde dalkavukluk bayağı geçerli bir meslek imiş, anladığım kadarı ile 2. Mahmut dönemi çıkan Kabakçı Mustafa isyanı ve ertesinde Yeniçeri Ocağı’nın lağvedilmesi ve yerine Nizam-ı Cedid’in isminin değiştirilerek, Sekban-ı Cedid adıyla daha ‘modern’ bir ordu denemesi sonunda galiba maaşlı dalkavukluğunda sonu gelmiş oluyordu. Bu yapılan işin adı, ‘Vaka-i Hayriye’ yani Hayırlı Olay olarak tarihe geçmiştir. Binlerce insanın öldürüldüğü, binlercesinin sürgüne gönderildiği, Bektaşi ocaklarının kapatıldığı dönemin adı ancak bizim gibi memleketlerde hayırlı bir olay olarak anlatılır. Tabii bu hayırlı olay, dalkavukluğunda sonunu getirmişti, daha doğrusu meslek olarak dalkavukluk bitmişti ama ülke de ruhen dalkavukluğun bitmesi tabii ki mümkün değildi.
Gördüğüm kadarı ile Tanzimat’tan sonra ve özellikle Cumhuriyetle beraber, ülke bunların epey ağırlıklı bir kısmını memur yapmaya başlamıştı. Lügate göre birinci maddedeki insanların zamanı gelmişti. Tanpınar’ın romanında anlattığı gibi çeşitli yazarlarda bu tipleri romanlarında, hikâyelerinde resmetmişlerdir. Memleketimiz bu konuda menbaı tükenmeyen bir berekete sahiptir. Tanzimat ve 1980’lere kadar Cumhuriyet dalkavuk kadrosunu genellikle bürokraside ve parlamentoda değerlendirmiştir. Özellikle Aziz Nesin hikâyelerini okumanızı tavsiye ederim. 12 Eylül darbesinden sonra bu mesleğin erbapları önce gazeteci, sonra medya mensubu olarak iletişim sektöründe oldukça boy göstermeye başlamışlardır ve günümüzde sayıları giderek çoğalmaktadır. Ülke medyası bunlarla doludur.
Uzun bir memuriyet hayatı geçirdim ve defalarca yukarıda saydığım üstün özelliklere sahip amirlerle ve yöneticilerle çalıştım.
Mesela:
Galiba 90’ların sonuydu. Bir daire başkanımız, üst yönetici değişikliği olur olmaz hepimizi toplantıya çağırdı. Toplantının konusu kısaca şuydu. ‘Eskiden, eski yöneticimizle şu yöntemle çalışıyorduk, şimdi ki yöneticimiz bu yöntemi istemiyor, onunla başka bir şekilde çalışmaya başlayacağız, ona göre vaziyet almamız gerekiyor’ diyordu. Biz memurduk ve üst yöneticinin istekleri doğrultusunda çalışacaktık. Kanun, tüzük, yönetmelik bunların hepsi teferruattı ve bunlar bir şekilde kitabına uydurulurdu. Yeter ki yöneticimizi mutlu edelim.
Bir başka örnek daha verecek olursam, amir bir talimat veriyor ve onun verdiği talimatın olma ihtimali teknik olarak mümkün değil, bir Şube Müdürü hemen arkadan atlıyor. ‘Tabii ki efendim çok güzel olur’, o anda yönetici dönse ve dese ki ‘Bre adam ne güzel olur, bir anlatsana’ hiçbir şey anlatamayacağından eminim ama tam tersi olur, yöneticilerimiz tasdik edilmeye bayılırlar.
Memurlar bir konuda karar alırlar, aldıkları kararı uygulamak isterler ama muhakkak üstünün onayını alması gerekir, o da bir üstünün onayını alacaktır ve o da bir üstünün… Bu sıralama devam eder, artık senin iraden sadece amirinin iki dudağının arasındadır. O yüzden resmi bir yazı yazdığınızda üstünüze ‘arz edersiniz’, astınıza ‘rica edersiniz’, velev ki sizinle eş değerde bir yer işgal eder o zaman ‘rica ve arz edersiniz’, yani yukarı kuzu, aşağı kurt, eşdeğerine tilki olursunuz. Artık kendi kişiliğiniz gitmiştir, amirinizin kimliğine bürünmek zorundasınızdır. Ne de olsa 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu size ilk önce disiplini ve itaati emreder. Gerisi hiç de önemli değildir.
‘Emredersiniz’, ‘hakkı aliniz var efendim’, ‘ne kadar da uygun düşünmüşsünüz efendim’ dersiniz. ‘Allah benim belamı versin ki, sizin kadar uygun düşünemiyorum’ dersiniz!
Galiba postmodern dönemde biz tekrar eskiye döndük ve dalkavukluk tekrardan medya kanalıyla bir meslek haline geldi. Mesela devletimiz Avrupa Birliği ile tam ortaklık görüşmeleri yapar, hepsi birden Avrupa Birliği aşığı olurlar, bizim zaten o kulüpten başka yerde işimiz yoktur. Sonra Amerika ile kanka olunur, o zaman da ABD Başkanının cemaziyülevvelinden bugüne her şeyine övgüler düzülür. Sonra bir gün Rus uçağını düşürürsünüz, herkes Rusya’ya söver. Sonra barışırsınız, Rusların hikmeti anlatmakla bitirilemez. İsrail’in Mavi Marmara gemisindeki barbarlığını tel’in eder, İsrail devletine demediğinizi haklı olarak bırakmazsınız. Sonra İsrail ile barışılır, bu sefer de İsrail ile Türkiye’nin nasıl birbirleri için vazgeçilmez olduğunu söylersiniz. Çözüm süreci başlar, otuz yıldır ‘Bebek katili’ dediklerinize övgüler düzer, ‘Analar ağlamasın’ dersiniz. Yarı yolda masa devrilir, hep bir ağızdan terör ve şehit sözleri ağzınızdan düşmez. Ergenekon yargılamalarında, bir savcının heykelini dikmek istersiniz. Sonra 17-25 Aralık zamanında aynı savcıyı darbeci ilan edersiniz. Mesela eşiniz Atatürk’e küfreder ve siz son dönemin trendi gereği 10 Kasım’da kalkıp ‘Ben Atatürk’ü babamdan çok severim’ dersiniz. Bu örnekler artık saymakla bitmiyor.
Bence artık bu dönemin dalkavukları içinde bir nizamname gerekiyor. Ha bir de o eski dönemde yapılacak çeşitli eğlencelere göre dalkavuklara narh konuyormuş, yani asgari ücretleri varmış, mesela:
Dalkavuğun burnuna fiske vurma 20 para, başına kabak vurma 30 para, merdivenden aşağı yuvarlama 180 para gibi yapılan eğlencenin ve aşağılamanın çeşidine, derecesine göre paralarla mükâfatlandırılırlarmış. Bence günümüzde de bu fiyatlandırmayı güncellemek gerekiyor. Artık bunun ciddi bir şekilde düşünülmesini öneriyorum. Yalnız velev ki böyle bir düzenleme yapılırsa en iyi eğlencelerden biri yüzlerine tükürmek olur ki, şimdiden biliyorum ‘Yarabbi Şükür’ diyeceklerdir. Ben ona en yüksek parayı vermeye hazırım, arz ederim efendim!