Cemaat –Parti Kavgasından Ne Bekleyelim?
Cemaat – Parti Kavgasından Ne Bekleyelim?
Türkiye son on yılda ciddi bir değişim geçirdi. Birilerine göre “Yeni Türkiye”nin kuruluş sürecine şahitlik ediyoruz. Belki biz de, bir vakit sonra, Fransızlar gibi 1., 2., 3. ve bilmem kaçıncı Cumhuriyet’ler şeklinde Türkiye’nin kısa tarihlemeleri ile kendimize mesnetler aramaya başlarız. Şüphesiz 2002 ile karşılaştırdığımızda bugünün Türkiye’si birçok farklılık içeriyor. Fakat bugüne bizi getiren farklılık illa kutsanmayı gerektiriyor mu? Ya da her farklılığa illa bir mücadeleyle mi karşılık verilmeli?
Evet, Türkiye değişiyor, bu değişimin sağlayıcısı büyük muhafazakar-sağ blok(burada sağ’ın tanımı için isteyen Küçükömer’e müracaat edebilir) kendi içinde bazı çatışmalar yaşıyor. Bunun eni sonu karşımıza gelecek bir çatışma olacağını aslında biraz akıl izan sahibi herkes biliyordu. Bugün karşımıza Cemaat – Ak Parti ya da Gülen – Erdoğan çatışması olarak gelen şey iki büyük güç bloğunun siyasette adlı adınca belirmesinin normalliğidir.
Aslında güç blokları arasında uzun süredir var olan çekişmeyi tarif etmeye çalışanlar vardı. Fakat ismi açıkça söylemenin kabullenilebilirliği sadece sizin bilginizin gerçekliğe denkliğine bağlı değildir, bu daha çok isim sahibinin ismini sahiplenmesine bağlıdır. Bugün, cemaat eylem alanını tarif etmek üzere kendi eylemini sahiplenmişken ve bunun gereği olarak kendi ismini doğallığıyla tarif etmişken, artık tarif edilmeye çalışılanın karşımızda belirdiğini ve bizimle muhatap olduğunu söyleyebiliriz. Şimdi onunla konuşabiliriz, çünkü kendisi karşımıza çıkmıştır. Sadece bunun bile, kendi başına bir hayr içerdiğini söyleyebiliriz.
Bu girişi, aşağıda linkini vereceğim ve hakkında bir şeyler söyleyeceğim iki aktarıma giriş olsun diye belirttim. İlk aktarım, Ahmet Şık’ın kavgaya ilişkin bir röportajı; ikincisi ise, Mücahit Bilici’nin bir gazete yazısı.
Ahmet Şık’ın röportajı, siyasal-bürokratik alana hakim olmak amacıyla ve acilci bir eylemsellik eşliğinde yürütülen siyasal pratiğin işleyişine dikkat çekiyor. Aktarılan ayrıntıların hangisinin doğru veya yanlış olduğunu muhtemelen bilemeyeceğiz. Çünkü gizlilik çerçevesinde yapılan benzer işlerin, daha sonradan faillerine atfının önünde sürüyle şüphe ortaya çıkar. Ama hâkim olma niyetini meşru kılan çerçevenin, bu tip eylemselliği de meşru kıldığını biliyor olmaktan dolayı, bizim için burada önemli olan tarzın tanıdıklığı. Ve haliyle sorgulamamız gereken de bu eylemsel pratiğin güç gruplarını nasıl şartladığı ve nasıl dönüştürdüğü.
Ahmet Şık’ın röportajı şurada: http://birgun.net/haber/akpnin-elinde-cemaati-bitirebilecek-bir-arsiv-var-7369.html
Röportajı okurken iki şerh koymayı tercih ediyorum.
1. Ahmet Şık, eski hegemonyayı dağıtan iki müttefikin eylemini ahlaki sorgu alanına çekerken doğru yapıyor, ama bu sorgudan eski devleti meşrulaştıracak bir okuma çıkmasına da hafifçe kapı açıyor. Üstelik solun, sosyal demokrasinin eski hegemonyaya karşı hiçbir ciddi hamlesi veya hamle imkanı yokken, bu iki müttefik eski hegemonyayı kırmışlardı. Yeni hegemonyaya karşı mücadele vermeyi tercih etmek dururken, “eski düşmanımız olduğu yerde kalsaydı iyiydi” demek, bana biraz sol bir çevrede büyüyen birinin sosyal sermayesinin yitimine duyduğu bir özlemle ilişkili bir tavır gibi geliyor.
2. Ahmet Şık’ın kişisel bir hıncı var, bu yorumlarının arasına sızıyor. Hani, bunun için pek suçlayamayız da, çünkü adamı kitap yazdığı için hapse attılar.(Velev ki kitap bir operasyonun parçası olsundu, sanki memlekette bir operasyonun parçası olmayan çok kitap varmış.)
İkinci aktarımise, Mücahit Bilici’nin bir yazısı olacak. Bilici’yi önemsememin nedeni, cemaat kendi ismiyle daha ortaya çıkmamışken, cemaati ismiyle tanımlayıp,onun politik alandaki varlığını önceden tanımlaması ve kurucu özelliğiyle beraber risklere de işaret etmesiydi. Siyasal alana bu kadar büyük bir güçle giren bir aktörün başkasının ismi altında uzun süre yer almayı kabullenemeyeceğinin işaretlerini önümüze sermişti. Bu yazıda, çatışmanın tarafları tahrip edici niteliğine dair uyarı öne çıkarken, aynı zamanda kaçınılmazlığına yönelik bir kabulde var. Daha önemlisi ise, çoğu kişinin maç seyreder gibi tribünlere dizildiği bugünlerde, topa girmeye çalışan bazı aktörlerin niyeti ve rolüne dair bir ima.
Bilici’nin yazısı şurada:http://taraf.com.tr/mucahit-bilici/makale-cemaat-ile-hukumet-catismasinin-politik-teolojisi.htm
Bilici’nin yazısını da elbette bazı şerhlerle okumayı tercih ediyorum. Onunda sosyal sermayesi yazının diline sirayet ediyor, iki tarafa hatta bir üçüncü taraf olarak kürt sosyalitesine içeriden seslendiği için dikkatli yazmayı tercih ediyor. Fakat kavganın muhtemel sonuçları ve hâli hazırdaki dinamikleri açısından özenli bir yazı ve özet.
Ben şahsen kavgada hayrolduğuna inanıyorum. Tabi ki taraflar temsil ettikleri sosyal ağların taşıyabileceği gerilimi doğru ölçtükleri müddetçe. Muhtemelen bu sınır, biraz aşılacak ve sınır aşılmasıyla gelişecek geri-bildirim kendini liderlere şiddetle duyuracak. Eğer liderler ve çevresindeki kurmaylar bu geri-bildirimi doğru algılarsa, nefretten gözleri kararmamışsa, oturup yeniden düşünecekler.
Aslında uzun süredir iki taraf da kendini devletin sahibi, toplumun efendisi ve hatta İhvan’ın yakın vadedeki gerilemesiyle beraber sünniliğin tek ve vazgeçilmez temsilcisi olarak konumlandırmaya başlamıştı. Güçlerinin sınırlarını idrak etmelerini sağlayacak bu kaçınılmaz kavga, bir şekilde onları, Türkiye toplumu karşısında sınav vermeye mecbur olan talebe pozisyonuna çekecektir.
Bu arada, iki yazıda da atlanan birşey var. Buna özellikle dikkat etmeliyiz. Bu kavgada pozisyon ve statü kapmaya çalışan bazı eski İslamcıların tutumları, cemaat düşmanlığı ve Erdoğan lehine tetikçiliği iğrençlik düzeyinde bir ilkesizlik taşıyor. Bu arkadaşlar, hiçbir katkıları olmayan bir birikimin efendisi olmak,hatta bazıları ganimetten küçük bir pay kapabilmek için olabildiğince bir tarafa angaje oluyorlar. Hiç olmazsa bu kötülüğün nasıl yayıldığını görsek, nasihat olarak bu bize yeter.
Çok uzun süredir siyasette kendi adıyla var olması engellenmiş müslüman öznenin, son on yılda güç temerküz eden bir siyasal ittifaka koşulsuz aidiyet hissetmesi, aslında bu öznenin kötü bir sınav vermesine neden olmuştu. Bu kavga, aynı zamanda müslümanın siyasi eyleminin de iyi veya kötü olarak yargılanabileceğini göstermiştir. Adını Allah’ın koyduğu bir mensubiyetimizin olması, tek başına bizi halka hesap vermez bir konuma çekmeye yetmiyormuş, bunu öğrenmiş olduk. Belki bu vesileyle, siyasi alanda eylemselliğin ve iktidarla olan ilişkinin çerçevesinin neye göre kurulması gerektiği, araçla amaç arasındaki denkliğin ne olduğuna yönelik bir siyaset fıkhı geliştirmenin, güçle olan ilişkinin dönüştürücülüğüne dair ahlaki sorgunun ayakta tutulması gerektiğinin biraz daha farkına varırız. Hayrolsun.
Sinan kalemine sağlık,
Söylediklerine yürekten katılıyorum.
Sadece ufak bir nüansa dikkat çekmek istiyorum Ahmet Şık’ın sözleri ve senin düştüğün birinci şerh ile ilgili.
Şık’ın evveliyatını vs. hiç bilmiyorum. Doğrusu yazmış olduğu kitabı okumadım ama ismi bana çok itici gelmişti. Kendisi için üzülsem ve kendimce içeri atılmasına karşı çıksam da, zihniyet olarak “laikçi” bir insan herhalde demiştim.
Yazdığı ya da yazmak zorunda kaldığı diyelim Birgün’ü ve onun temsil ettiği ÖDP çizgisini ise iyi biliyor sayılırım. İslam ve Kürt meseleleri söz konusu olduğunda Kemalizm ile kolaylıkla rezonansa girebilen bir çizgi. Bugün sol içi ittifaklarda TKP ve Halkevleri ile birlikte adı anılan bir çizgi. 28 Şubat’ta ben henüz çok gençken “ne kışla ne cami” şeklinde dergilerinde atılan manşeti hatırlıyorum hayal meyal. Zaten sonraki yıllarda da aynı meseleye habire “yesinler birbirlerini” klişesi ve apolitizmiyle yaklaşmaya devam ettiler.
Sol’un geneli ne yazık ki bu konularda çok ve çok vasat senin Şık özelinden genele işaret ettiğin gibi. Bu girizgahı şundan yaptım, bana Şık bu açıdan sol vasata göre iyi göründü bu röportajında (bu vasat Sırrı Süreyya tarafından çoktan ve çokça aşıldı ama çoğunluk yerinde kaskatı duruyor). Ha bu bizi kesmez, biz abukluğa işaret ederiz o ayrı. Radikal solcular içlerinden geçirerek ya da ima yolu ile “CHP, AKP’den (ya da 2002 öncesi, sonrasından) yine iyidir” derlerse biz de “hop bi dur bakalım” deriz ve diyeceğiz. Çünkü bir yandan içlerinden bunu geçirip diğer yandan da “müslümanların ve islamcıların hepsi niye AKP’yi destekliyor” diye dövünmeleri ve bu destek yüzünden onlara kızmaları müthiş bir ikiyüzlülük oluyor. E kardeşim siz insansanız biz de insanız, bizim de canımız var, nefsimiz var. Biz de “bize yakın” birinin iktidarda olmasını tercih ederiz yani o zaman. Ha demek ki burada kurulmuş olan oyun zemininin kendisinde, bu formatın kendisinde bir sorun var. Ve formatı değiştirmek için de fedakarlık yapmak, kafa konforumuzu bozmak ve alışkanlıklarımızı değiştirmek pahasına dönüşümü kendimizden başlatmamız lazım. Önce karşı taraftan istemek ve beklemek yerine…
Şık’ın sözlerinde de böylesi bir vasat sol ima belli belirsiz var gibi, ama görece az. (Sinan, tabii o şerhi düşerken senin aklında geçen sorun bu muydu bilemiyorum, benimki bu en azından)
Nitekim Şık’ın aşağıya kopyaladığım cümleleri bence bir solcu için hiç fena değil. Yeter mi, yetmez ama bana önemli bir nüans gibi göründü. Şık’ı izlemekte fayda var.
“Hakkını teslim etmek gerek ki o muhtıraya karşı olması gerekeni yaparak dik bir duruş sergiledi hükümet.”
“Zaten bu kadar sorunlu, kuşkulu ve haksızlıklarla dolu olan bu sürecin en tek kazanımı, ordunun olması gereken sınırın içine çekilmesi oldu.”
“Ancak iktidarı paylaşıyor olmasına rağmen ordunun hedefinde olmaktan kurtulamayan ve darbe planlarıyla alaşağı edilme tehlikesini gören Erdoğan, yapıtaşları daha önceden Ergenekon sürecinin hayata geçmesi için de, bu sürecin en önemli aktörü olan Cemaati iktidar ortağı yapmayı tercih etti.”