Hakk’a Karşı Sorumluluk Bilinciyle Emek Mücadelesi
Emine Arslan’a ithafen…
Beş sene önceydi Boğaziçi Üniversitesi’ndeydik. Okulda büyük bir endişeyle başlayıp, tarifsiz bir tatla biten kampanya siyasetlerimizin ötesinde bir şeyler yapmaya karar vermiştik. Belirlenmiş sınırlarıyla bizi öğrenci, kurulu olduğu mekânı özerk bir alan olarak tanımlayan bir yönetim merkezinde, yapılabilecek en tutarlı siyasetin kendi mekânlarımızı inşa ederek, kampüs denen mekânı dönüştürmek ve sözümüzün duyulabileceği bir mecra oluşturmak olacağını düşünerek Çayhane’yi kurduk. Çayhane’nin hikâyesi uzun nasıl başladı, nasıl bitti belki başka bir zaman hakkında yazmak lazım ama kapattığımız zaman hesabını vermek adına söze dönüşemeyen fikriyatımı ve duygularımı, Amargi’nin İstanbul Şubesi’nin kapanış bildirisini okuyunca tamam şimdi oldu diyerek orada hissetmiştim. Çok farklı siyasal çizgilerde olsalar da tüm örgütlü hareketlerin yaşayabileceği ortak tecrübeleri yansıtması açısından kıymetli bir metindi.
Neden Çayhane’den söz ettiğim bahsine gelirsek, aslında bu yazıya Çayhane’de yaptığımız en değerli işten bahsetmek istediğimden. 2007 yılında Tuzla’da tersane işçilerinin ölüm haberleri ardı ardına gelmeye başlamıştı ve müstekbir patronların kameralar önünde arsızca konuşmalarına şahit oluyorduk. Rahatça işlenen bu cinayetlerin faillerini tedirgin etmek için o sene Boğaziçi’nden bir grup öğrenci de okulda gerçekleştirilen Emek Haftası sonrasında Tuzla’ya yürümüştü. Çayhane ile birlikte sonraki seneye geldiğimizde bir şekilde emek mücadelesiyle olan bağımızı devam ettirmeliyiz diye konuşup, 2. Emek Haftası’nı gerçekleştirme kararı almıştık. Belki de gerçekleştirdiğimiz en coşkulu ve kalabalık Emek Haftası’ydı. Dört gün sürmüştü ve gelen işçi gruplarından bazılarına daha sonra gidip eylem alanlarında birebir destek vermiştik. ATV işçileriyle Zincirlikuyu’dan Taksim’e yaptığımız uzun yürüyüş hala aklımdadır.
Aslında o Emek Haftası benim hayatımdaki önemli anlardan biriydi. Hayatımda pek çok işçiyle tanışıklığım vardı ama ilk kez sorunları ve mücadeleleri bağlamında bu kadar yakın temas etme imkânı bulmuştum ve o konuşmalardan birinin bende çok ayrı bir yeri vardır. Sanırım farklı fabrikalarda direniş göstermiş tekstil işçilerinin katılımıyla gerçekleştirdiğimiz bir oturumdu. Annemden daha yaşlı olduğunu düşündüğüm, başörtülü bir kadın mikrofonu eline almıştı. O konuştukça içim zangır zangır titremeye başlamış, o konuştukça başım biraz daha eğilmişti. Kendimi bir yandan aciz ve suçlu, bir yandan çaresizce öfke dolu ama en çok da o kadına duyduğum saygı ve hayranlıkla hatırlıyorum. Konuşmayla birlikte ben gittikçe küçülürken, o adaletin ve direncin vücutlaşmış hali olarak karşımda duruyordu. İşte tam o noktada emek meselesi artık içimde bir yer etmişti ancak ne bir sınıf hareketi olarak, ne de bir tür işçicilik takıntısı olarak. Karşımda konuşan DESA işçisi Emine Arslan İdris Özyol’un Lanetli Sınıf’ından çıkıp gelmiş gibiydi. Şehrin efendileri kime neyi lütfediyorsa ayak takımı şükranlarıyla birlikte bunu alıp gitmeliydi. Efendiler bu acınası insanlara merhamet ediyorken, itiraz etmek nankörlükle eş anlamlıydı ve affı yoktu. Ne zamanki sınırları ihlal ettiler, yasaları sorgular hale geldiler hadleri bildirilmeliydi. Zaten onlar buraya ait değillerdi, her zaman mülteci olmaya mahkûmdular. Bu sebeple de efendiler tarafından cezalandırılmalı, görünmez hale getirilmeleri suç teşkil etmeyecekti ve arkalarından da kimse yaslarını tutmayacaktı. İsimsiz bir mezar taşı haline gelmelerinin önünde hiçbir engel yoktu.
Emine Aslan benim içim bir semboldü, çünkü bu çarpışmanın bir ‘ekmek’ kavgasından, materyal çıkarların uzlaşmazlığından ibaret bir durum olarak açıklanamayacağını göstermişti ve daha da önemlisi dilimize pelesenk olduğu için kurtulamadığımız bir söylem olarak bir “hak mücadelesi” de değildi yapılan, orada benim dinlediğim bir sorumluluğun ifasıydı. Patron için mesele paradan çok iktidardı, çünkü haksız yere bunca yıllık emeğini hiçe sayarak işten attığı Emine Arslan’ın (bazı eksikleri ve eleştirilecek noktaları olsa da mücadeleyi arşivlemesi bağlamında ‘Kafesteki Kuş Gibiydik’ belgeselini burada anmalıyız sanırım) bu zulme karşı koyduğunu görünce yapmadığını bırakmamıştı. Tehdit, polis ve jandarma şiddeti kullanarak vazgeçiremediğini görünce, bu sefer tek başına bir insanı o dönem yeni yeni ayyuka çıkan Ergenekon terör örgütünün bir parçası olmakla suçlayacaktı ve ne yazık ki bunu İslami diye bilinen basın üzerinden medyaya taşıyacaktı. Ancak bunda da muvaffak olamayan patron, bu sefer diğer işçilerin kendi çaresizliğini görmemesi ve iktidarını kaybetmemek adına Emine Arslan’a çok yüksek miktarlarda paralar teklif ederek onu bölgeden uzaklaştırmak isteyecekti. Ancak mesele tam da burada kopuyordu, Emine Arslan bunları kabul etmeyeceğini ve arkadaşlarını geride bırakıp gitmeyeceğini söylediğinde, İslami ortamların vazgeçilmez ifadelerinden İbrahimi duruşun, vakıf odalarından ya da parti binalarından değil, bir tekstil fabrikası ve gecekondu mahallesinden yükseldiğine şahitlik ediyorduk. Emine Arslan tek başına başörtülü bir kadın olarak, Avrupa’da pek çok yere direnişi anlatmaya davet ediliyordu. Bu noktada emek mücadelesi benim için kınayıcının kınamasından korkmadan verilen bir hakk ve adalet çabasıydı. Ve benim durduğum yerden hiç kimse dergilerinde, dernek binalarında, gösterdiği sebat ve ilkelilikle Emine Aslan’dan daha İslamcı bir iş yapmıyordu. Neden bu örnekliği hak mücadelesi değil de bir sorumluluğun yerine getirilmesi olarak gördüğüme gelirsem. İçinde bulunduğumuz neo-liberal dönem direnişin kavramlarını da kendi belirlemek istiyor ve hak söylemi, çıkar söylemiyle bir yerden ortaklaştırılıyor. Ancak burada çıkar peşinden gidilen bireysel arzulardan ziyade, bir cemaat olmanın sorumluluğuyla hakk’ı ayağa kaldırmaya yönelik bir mücadeleye şahit olduğumuzu düşünüyorum. Yeri gelmişken şunu da söyleyeyim HAS Parti’ye dair en büyük inancım da kendisinin varlığıydı. Daha sonra o gemiden ilk ayrılanlara yönelik tükenmeyecek öfkemde, aynen müstekbir patronlar gibi karşılarındaki o insana hesap vermeden karar alma hakkını kendilerinde görmeleri olacaktı. Ama neyse ki gemiyi bekleyenler, mükâfatı kimden bekleyeceklerini de şaşırmamış olanlardı.
Dört günlük Emek Haftası’nın sonunda Okul Gazetesi’ne yazı işini ben üstlenmiştim. Biraz da o döneme denk gelen Garaudy tedrisatımdan esinlenerek, bu işçilerin anlatılarının “Yaşayanlara Çağrı” olarak adlandırılabileceğini düşünmüştüm. O zamandan beri de bu işlerle ilgilenirken kulakları işitip, gözleri görenlerden olacaksak bu çağrılara kulak verenlerden olmalıyız diyerek eylemeye çalıştım. Neden tüm bunları anlattım derseniz, Boğaziçi’ndeki 5. Emek Haftası’nın arkasındaki hissiyatı açıklamanın kıymetli olduğunu düşündüm. Açıkçası 5. Emek Haftası, Çayhane’de 5 yıl önce yaptığımız Emek Haftası’ndaki ruhu tekrar yakalamamıza imkân veren bir coşkuyla gerçekleşti. Yeniden Yaşayanlara Çağrı’mızı dillendirdik ve dirilmek için bir araya geldik. Haftanın içeriğine dair ayrıntıya çok girmeyeceğim, çünkü nasip olursa bu hafızayı yazıya aktarma niyeti içerisindeyiz. Ancak yine de kısaca bir tur yapmakta fayda var sanırım.
İlk gün öğle saatlerinde bir araya gelerek alelacele mekânı hazırlamaya koyulduk. Önce ‘Direnişte Sermaye Kadar Küreseldir’ pankartımızı iki ağaç arasına gerip altında çayıdır, sandalyesidir ne gerekiyorsa son haline getirmeye çalıştık ve ilk oturumumuz Serap Güre’nin Türkiye’de kadın istihdamı ve kadınların çalışma hayatındaki sorunları konusundaki sunumuyla başladı. Gündeme getirilen konulardan biri Türkiye’de bir şekilde sürekli sümen altı edilen bir mesele olarak aynı işi yapıyor olmalarına rağmen kadın ve erkek emeğinin ücretlendirmesinde yapılan çifte standart ve adaletsizlikti. İkinci oturumda ise konumuz Türkiye’deki iş güvencesizliğiydi. Konuklarımız ise kot kumlama işçisi abilerimiz, Aslı Odman ve Zeki Kılıçaslan’dı. Bu insanları yan yana görünce aklıma gelen ilk şeylerden biri, burada yürütülen mücadelenin sınıfsal pozisyonlara indirgenemeyeceği olmuştu. Aslı Odman bir üniversitede sosyal bilimler alanında akademisyen, Zeki Kılıçaslan ise Çapa Tıp Fakültesi’nde profesör titrine sahip bir doktor. Ancak ikisi de sahip oldukları bilgiyi büyük çoğunlukların yaptığı gibi akademik puana ya da paraya tahvil etmektense adalet mücadelesine bir değer olarak katmayı tercih etmişlerdi. Sanırım burada mesele büyük oranda ‘tercih’ meselesiydi. Aslı Odman ve Zeki hoca önlerinde bulunan tüm imkânlar ve sayısız kariyer seçeneklerine rağmen tercihlerini bireysel çıkarlar kazanmaktan değil, toplumsal adaletten yana koymuşlardı. Oturumda ise Türkiye’de meslek hastalıklarından ölenlerin nasıl devlet tarafından görünmez hale getirildiği anlatıldı. Türkiye her geçen gün daha güzel rakamlar, gayri safi milli hâsılalar, faiz oranları, milli gelirler açıklarken, bu rakamların bizden gizlemeye çalıştığı bazı şeyler de vardı, muasır kapitalist medeniyetlere ulaşma çabamızda kaç kişi iş cinayetlerinde ölüp görünmez kılınmıştı. Firavun’un kanlı piramitleri gibi, kan ve gözyaşı üzerine inşa edilmiş bir avmler cennetine giderken ülkemiz sayılara çok da takılmamak gerektiği telkin ediliyor. Odman bir şekilde bu durumları teşhir etmemiz gerektiğini belirterek yapılan bazı çalışmaları aktardı. Kot kumlama işçileri konuştuğunda ise devletin ölüm üzerinden politika yapmasının ne demek olduğunu gördük. Kapitalist şirketlerin yeni modalar yaratması için, en alttaki insanlar ölüme gönderilmeliydi. Emek sömürüsü farklı bir hal alarak insanların yaşam haklarına el koyma noktasına geliyordu. Zeki hoca ise örgütlü bir mücadele ile içinden çıkılmaz bu halde bile kazanımlar elde edilebileceğini işçilerle birlikte yaşadıkları tecrübeler üzerinden aktardı.
Birinci günün son oturumunda ise önemi gittikçe artan bir konu olarak taşeronlaşma sorununu konuştuk. İlk olarak Boğaziçi Üniversitesi Taşeron Komisyonu’ndan arkadaşlar söze başladı. Bu kısım bizim için ayrı bir öneme sahipti, çünkü dışarıdaki pek çok emek mücadelesini kampüs içine taşımaya çalışırken, kendi içinde bulunduğumuz mekânı ve oradaki ilişkileri es geçemezdik. Okuldaki çalışanların genel durumunu dinledikten sonra, var olan sorunlara dair neler yapabiliriz konusunda beraberce bir sohbet gerçekleştirdik. Oturumun ikinci ayağında ise Çapa’da ciddi bir mücadelenin ardından kazanımlar elde eden taşeron işçilerinin tecrübelerini dinledik.
İkinci gün ilk oturumda ise ülkelerinde yaşadıkları çeşitli siyasal ve ekonomik baskılar dolayısıyla Türkiye’ye gelmek zorunda kalan mültecilerin sorunlarını dinledik. Bu oturum hem kayıt dışı iş, hem de mülteci işçilerin durumu üzerine düşünmek konusunda önemli bir pencere açtı. İkinci oturumda ise özellikle 90’lardan sonraki sürece dair yapılan önemli tartışmalardan biri olarak Türkiye’de Kürt işçilerin emeğinin yeri konuşuldu. Zorunlu göç ile gitmek durumunda kaldıkları yerlerde en alt pozisyonlardaki işlere tabi tutulmalarının yanında, Türkiye’de gün geçtikçe büyüyen kayıt dışı bir saha olarak mevsimlik tarım işçiliği de oturumun diğer önemli bir ayağıydı. Bilindiği üzere mevsimlik tarım işleri de her gün biraz daha Kürdistan bölgesinde yaşayan insanları tanımlar bir hal alıyor. Bu konuda önemli bilgiler üretme çabasında olan akademisyenleri dinleyerek Türkiye’de emek sorununun yeni boyutlarını görmeye çalıştık.
İkinci günün üçüncü oturumu yani Emek Haftası’nın son oturumu ise bence ayrı bir değere sahipti. Biz oturuma başlarken hava soğumuş ve herkes ufak ufak üşemeye başlamıştı. Ancak meseleyi kampüsün içine taşımak niyetinde olduğumuz için, kapalı bir mekâna sıkışmak istemiyorduk. Başta ne yapacağımız konusunda biraz kararsız kalsak da farklı tecrübeleri ve mücadeleleri temsilen gelen işçileri dinledikçe artan soğuğa rağmen bizi orada tutan bir atmosfer oluşmuştu. Oturuma katılan grupların hepsinin kendine has çok önemli mücadele deneyimleri vardı; Teksim İşçileri, Tekel İşçisi Metin abi, İTÜ’de asistan Semiha, Hava-İş üyesi THY işçileri, daha çok sıcak bir süreç olan Koç Üniversitesi direnişinden Ali, Vicdan ve Adalet Nöbeti’nden İş Cinayetlerinde yakınlarını kaybedenler ve tüm bu grupların hem birbirlerine hem bize dönük konuşmalarını kolaylaştırmak için emek veren Alpkan. Buradaki deneyim paylaşımlarının aktarımını çıkarma niyetinde olduğumuz kitaba saklayarak geçiyorum. Oturumun sonunda Boğaziçi Üniversitesi öğrencileri olarak hayalimizin, 6. Emek Haftası’nı yapmamızı gerektirmeyecek bir noktaya gelmek olduğunu söyledik. Ancak Emek Haftası şuna tekrar iman etmemize vesile oldu, neo-liberal dönemde gücü elinde bulunduranlar azgınca zulmetmeye devam etse de, mücadele hiçbir zaman bitmiyor, her zaman adaleti düştüğü yerden kaldırmayı yüklenen sorumluluk sahibi insanlar var ve bunlar bize kaybolan bir değer olarak insanlığı hatırlatıyor. Bu yüzden onlara çok şey borçluyuz.
Emine Ablaya saygılar…
el ele vererek emek emek, emek ve adalet demek gerek 🙂
“Emine Aslan benim içim bir semboldü, çünkü bu çarpışmanın bir ‘ekmek’ kavgasından, materyal çıkarların uzlaşmazlığından ibaret bir durum olarak açıklanamayacağını göstermişti”
Alperencim emek meselesini nasıl ve neden anlamlandırdığını anlattığın bölüm çok güzel olmuş. Emek meselesini buradan kurmamız lazım.
“Patron için mesele paradan çok iktidardı” kısmı da paralel olarak çok isabetli.
Aklına sağlık.