Boğaziçi Direnişi;
Kaderi Tek Kişinin Dudaklarından Halkın Ellerine Yükseltme Çabası
Bu yazıyı yazmanın fikri zihnimde, 1 Ocak gecesi Boğaziçi Üniversitesi’ne, üniversitemize 12 Eylül darbesinden sonra dışarıdan atanan ilk, antidemokratik olarak atanan ikinci kayyum haberinin düşmesi ile filizlendi. Sonrasında başlayan okul dışı ve içi süreçlerle derdimizi anlatabilmiş olduğumuzu düşünme gafletinde bulundum. Gaflet diyorum çünkü geçenlerde babamla konuşurken duyduğum -ki babamın adı bildiğim kadarıyla İbrahim Kalın değil- “Boğaziçi neden istisna istiyor?” cümlesi, bana, dayanışmayla büyüyen direnişimizin neye karşı olduğunu, neyi kabul etmediğimizi, nelerden vazgeçmediğimizi ve ne istediğimizi bir kere daha söylemek gerektiğini kaçınılmaz bir biçimde hissettirdi. Böylelikle yazının filizi fitile dönüştü, ateşlendi.
Bir başlangıç olarak mevcut hükümetin ve “seçilmiş cumhurbaşkanı”nın eğitim ve öğretim kurumlarını özel ilgileriyle nasıl işlevsizleştirdiklerinden ve bu kurumların içlerini kelimenin gerçek anlamını da kapsar vaziyette nasıl boşalttıklarından bahsetmek, bunları hatırlatmak gerekiyor.
Devleti bir şahsi alana çevirip bu şiarla hareket eden iktidar, 2015 senesi 27 Mart’ında İç Güvenlik Paketinin onaylanması sonrasında 4 Nisan’da Polis Akademisi’ni ve 8 Nisan’da Polis Koleji’ni kapatarak kendi ayağına sıkar gibi görünse de aslında bunu yapmamıştı. Eğitim ve öğretim kurumlarının vazgeçilebilirliğini, tehdit unsuru olarak sunulduğunda kapatılabileceğini görmüş ve bunu alıştırma basamaklarından biri olarak kullanmıştı. Bu kurumların doğrudan devletin yürütme gücünü yetiştiriyor olması ya da buralarda okuyan gençlerin okullara girmek için sağladıkları akademik başarının yanı sıra okurken de spor, sanat ve bilim alanlarında ülke içi ve uluslararası başarılar kazanıyor olmaları önemli olmadı. Zaten iktidarın şahsi düşmanlarıyla “kapışacak” bir emniyet gücü için bu özelliklerin herhangi birine ihtiyaç da yoktu. Tersine, kısa bir itaat eğitimiyle emre amadeliğinden emin olunmuş robotik bir polis ordusu yaratmanın kapısını açmak ve adayları içeri almak için gereken hamlelerden biriydi. Bugün bulunduğumuz noktada ise bu fikrin başarıya ulaştığını görmek güç değil.
15 Temmuz 2016’ya gelmeden varlığını hissettiren güç odakları arasındaki gerilim o gecede ve gündüzünde karşılıklı şiddet eylemleriyle doruk noktasına ulaştı. Güç odakları arasında gerçekleşen her çatışmanın sonucunda olduğu gibi olan yine sivillere ve emir kullarına oldu. Sonrasında ilan edilen OHAL ile hali hazırda gittikçe güçlenen ve istediği kişiyi hain ilan ederek KHKlarla sivil ölüme mahkûm edebilen iktidar partisinin ve partili cumhurbaşkanının bu fırsatı kullanmaması kaçınılmazdı. Kaçınılmazdı çünkü ellerine, dişlerine kan bulaşalı, menfaat ve hırs adalet kavramıyla aralarına gireli çok olmuştu. 31 Temmuz’da harp okulları, askeri liseler ve astsubay hazırlama okulları bir hınçla kapatıldı. Tek hamlede yüzlerce ilkokul, ortaokul ve lise, onlarca üniversite kapatıldı. “Vatan elden gidiyor!” gazıyla istediği atı istediği yere koşturabildiğini gören otorite, imkân dahiline girdiğini düşündüğü her anda kendilerini desteklemeyen akademisyenleri üniversitelerindeki görevlerinden alıp cezaevlerine kapattı, itibarsızlaştırmak üzere medyadaki dalkavuklarını kullandı. Kendileri bu süreçte “Kandırıldık, ühü :’(” derken polis akademisi, polis koleji ve askeri lise öğrencileri gözaltılara alındı, hapis istemiyle yargılandı, cezalar aldı ve Melek Çetinkaya’nın oğlu Taha Furkan Çetinkaya gibi Harbiyeli 18-19 yaşındaki öğrenciler haksız ve hukuksuz müebbet hapis cezalarına çarptırıldı. İnsanı ve onurunu hiçe saymakta bir beis görmeyenler, 2015-2016 döneminde Sur, Silvan, Nusaybin, Cizre ve Silopi başta olmak üzere Kürt illerinde uygulanan sokağa çıkma yasakları ve operasyonlar sırasında gerçekleşen insan hakkı ihlallerine bir tepki olarak “Bu Suça Ortak Olmayacağız” diyen Barış Akademisyenleri’ni de karaladı, yargıladı ve hapsetti. Böylece kendi iradesine aksi fikir beyan eden herkesi terörist, vatan haini ve provokatör olarak işaretlemeye, sistematik olarak itibarsızlaştırmaya ve hapsetmeye alışmış iktidar eğitim ve öğretim kurumlarının içini hem öğrencilerden hem akademisyenlerden istediği şekilde “arındırmış” oldu. Görece yakın bir tarih 4 Ocak’tan da bir örnek verirsek, Boğaziçi Kayyumu Melih Bulu’nun atanmasına karşı yapılan ilk eylemler sonrası partili cumhurbaşkanı tarafından terörist ilan edilen öğrenciler, biz, “terörist değil öğrenci” olduğumuzu, gözaltına alınan arkadaşlarımızın da öğrenci olduğunu polis ablukası altındaki okulumuzda yeniden hatırlatmak zorunda kaldık. Bütün bu süreçler boyu gerçekleştirilen gözaltı ve mahkumiyetlerde, kişiler çıplak aramalara, işkencelere, tehdit, taciz ve kötü muamelelere maruz kaldı.
Meselenin diğer yüzü ise eylemlerin de fitilini ateşleyen kayyum mevzusu. Hazır adları geçmişken benim de öğrencisi olduğum okulumuz özelinde Mehmet Özkan ve Melih Bulu’nun kayyumluğunu anmak ve kayyum olarak anılacaksınız rektör değil beyanımızın geçerliliğini hatırlatmak isterim.
Melih Bulu üniversitelere atanan ilk kayyum olmadığı gibi, herhangi bir kurum ya da kuruluşa atanan ilk kayyum da değil. Zira 2000’lerin ilk kayyumu, ulaşabildiğim kadarıyla, Diyarbakır vali yardımcısı Ahmet Aydın, 2007 yılında Sur Belediyesi’ne “çok dilli belediyecilik” projesini engellemek için atandı. Dönemin belediye başkanı Abdullah Demirbaş ise görevden alınıp tutuklandı. Bir sonraki seçimde ise halkın iradesi yeniden Abdullah Demirbaş’ı belediyenin başına getirmeyi tercih etti. 2016’da ilan edilen OHAL ile çok daha kolaylaşan ve iyice şahsi iradeye geçen kayyum atama uygulamaları dolayısıyla 1. Kayyum dönemi de denilen bir dönem başladı. 11 Eylül 2016’dan itibaren HDP’nin bileşenlerinden biri olan DBP’li büyükşehir, il, ilçe ve belde belediyelerinin 95’inde gerçekleşen atamalar oldu. Bu belediyelerin eş başkanlarına yönelik tutuklamalar gerçekleşti, cezalandırmalar oldu. 2. Kayyum dönemi diye bahsedilen 31 Mart Seçimleri sonrası yenilenen İstanbul seçimlerinin ardından HDP belediyelerine kayyum atamaları yeniden başladı. Bu sefer kayyum sadece HDP’li başkanların seçildiği belediyelere değil CHP belediyelerine de atanmaya başlanmıştı. Bu süreçlerde kayyumlar, belediyelerin meclis üyeleri yerlerine de atandı. Halkın bir kesiminden hiç ses çıkmıyordu çünkü yaptıkları her kayyum atamasıyla zafer kazandıklarını ilan ettikleri yandaş medya vesilesiyle halkın içerisinde de yayılan fetih anlayışı hâkim görüş olmaya başlamıştı. 15 Temmuz’da vatana sahip çıkılmıştı ve sonrasında mevcut hükümetin ve cumhurbaşkanının yaptırımlarını kabul etmeyen, reddeden herkes o vatanın haini olabilirdi, olurdu.
Akademinin biat etmediği şiarıyla hareket eden üniversiteler eleştirel düşünmeyi, özgürlüğü savunan, muhalif bir fikir üretmekten daha az çekinen kurumlar olduğu için fethedilmesi gereken alanlardan biriydi. Belediyelerde çiğnenen halkın iradesi o sıralarda bu sebeple üniversitelerde de çiğnenmeye devam ediyordu. 2015 senesinde İstanbul Üniversitesi’nin seçilmiş rektörü Raşit Tükel yerine Mahmut Ak kayyum olarak atanmıştı. Öğrencilerin ve akademisyenlerin tepkileri ciddiye alınmadı. 2016’da üniversitelere kayyum atamalarını yasallaştıran KHK’nın çıkması ile kayyumların sayısı arttı. Aynı sene Mehmed Özkan da Boğaziçi Üniversitesi’ne seçilmiş rektör Gülay Barbarosoğlu yerine kayyum olarak atandı. Boğaziçi Üniversitesi öğrenci ve akademisyenleri, bu atamaya karşı olduklarını belirtse, mezunlar her törende kayyuma sırtlarını dönmüş olsalar da Mehmed Özkan, 2021 Ocak ayında yeni kayyum Melih Bulu’nun ataması gerçekleşene kadar görevde kaldı. Ülkenin çeşitli üniversitelerindeki kayyumlar görevlerini suistimal etmeye, keyfe keder kararlar almaya, kendilerini atayan partili cumhurbaşkanlarına karşı sorumluluklarını her fırsatta yerine getirmek için özel çabalar harcamaya başladı, devam etti. Üniversitelerin özerk, özgür ve demokratik yapılar olması gerekirken, devlet kurumlarının hepsinde daha net görünür olan aile şirketi anlayışıyla yandaş ticarethanelere dönüşümü ivme kazandı. Kürt illerindeki belediyelerde kayyum geldikten sonra işten atılan işçiler, diğer kayyum belediyelerinde acilen el değiştiren ihaleler, her pozisyon için bir tanıdığı “liyakatle” iş başına yerleştirmeler de iyice arttı. Hukukun, hükümete yüksek teşekkürler, kalmayan üstünlüğü ile bu konularda da hak mücadeleleri yanıtsız kaldı. Yükselen her tepkiye gözaltı ve baskılarla karşılık veren devlet, bütün bu süreçte edindiği güçle emek mücadelelerinde de baskıcı rejimini arttırarak uygulamaya devam etti. Tepesine kayyum atanmış Boğaziçi Üniversitesi’nin kapısı önünde, iş etiği dersi veren Vedat Akgiray kendilerinin haklarını gasp ettiği için eylem yapan Bimeks işçilerinin direnişine cevap, onları defalarca gözaltına almak, şiddet uygulamak ve Hırsız Vedat Akgiray’a herhangi bir yaptırım uygulamamak oldu. Kayyum Melih Bulu’nun atamasına karşı dayanışma içinde “Kabul Etmiyoruz, Vazgeçmiyoruz” diyen öğrencilerle Bimeks Direnişi’nden işçiler seslerini 4 Ocak günü birlikte yükselttiler. Ne öğrenciler hırsızı ne işçiler kayyumu kabul etmiyordu.
Bu günlerden bakınca teslim edilmemiş onca hak, çiğnenmiş milyonlarca irade, yapılmış bir dünya zulüm arasında Boğaziçi, istisna istemiyor. Boğaziçi, bu mücadelelerin hepsini tanıyor, bu baskıların hiçbirini kabul etmiyor ve hiçbir hakkından vazgeçmiyor. Çünkü biliyoruz ki bugün Boğaziçi etrafında büyüyen mücadele sadece Boğaziçi’nin kayyumuna karşı olan mücadelesi değil. Ben bugün Boğaziçi derken sadece o üniversitede öğrenim görmekte olan öğrencileri ve okulun akademisyenlerini kastetmiyorum. 4 Ocak tarihinde okulun kuzey kampüsünde yükselen sesler hırsızların, belediyelere, üniversitelere ve nice kuruma atanan kayyumların hiçbirini kabul etmiyor, adaletsiz işlettikleri çarkla devlet eli olup susturmak için her türlü baskıyı ve zulmü kullanmaktan çekinmeyenlere karşı tek bir iradenin hakkından vazgeçmiyordu. Biliyoruz, eninde sonunda bir kırılma olacak, devran böyle dönmeyecek. Bu kırılmanın, şimdi, yeniden bir fırsatı doğmuşken başta okulumuzun, tek imzayla tehdit edilen çalışanlarıyla, akademisyenleriyle, hırsız ve sivil polisler kampüste at koştururken içeri alınmayan mezunlarıyla, öğrenci arkadaşlarımızla kol kola, kapsayıcı ve dayanışmacı bir mücadele kurmanın tam vakti. Ülkenin her yerinde süregelen haksızlıkları bir kere daha, bir arada, çeşitli mekanlardan ancak ortak bir sesle duyurmanın ve bunlara hep beraber karşı çıkmanın tam vakti. Çünkü biz kalabalık oldukça ve direngen dayanışmalarımızı sürdürdükçe bu ağlarımız genişleyecek, çünkü bizim düşmanlarımız farklı değil. Çünkü Bimeks Direnişçilerini, hırsızlara dokunmaya kıyamazken, 15 defa gözaltına alanlarla, belediyelere ve üniversitelere kayyum atayanlar farklı değil; avukatların önünü Ankara’da kesenlerle, Ermenek Maden İşçileri’ni gözaltına alanlar farklı değil; gerek kendi günah keçileri olarak gerek kendilerine onay vermedi diye öğrencileri gözaltına alıp tutuklayanlarla, akademisyenleri, devletin çeşitli kurumlarından nice insanı görevlerinden alıp itibarsızlaştıran, sivil ölümlere mahkum edenler farklı değil. Ve biz, alıştıra alıştıra kervanı düzmeye çalışan, istediği kişiyi vatandaş istediğini vatan haini sayan, patronu ve hırsızı kayıran, devleti şahsi yandaş ticarethanelerine çevirip hak arayışının, eleştirel fikrin, devrimci anlayışın filizlendiğini gördüğü her yerde “başını ezmeye” çalışanların kim olduğunun farkındayız. Yaşatmamak için ellerinden geleni yaptıkları insanlar olarak “Yaşamak Umrumuzdadır” diyor, onların karşısında kol kola, omuz omuza, dayanışmayla direniyoruz.
Öte yandan hükümetin bu omuz omuza direnişi çeşitli noktalardan gerek aynı inançtanız ya da değiliz diyerek, gerekse dinin içinde daha hak bir din kurarak kırmak için harcadığı çabanın farkındayız. Bu çabanın en güncel örneği olarak okulumuzda eylemliliklerimiz içerisinde herhangi bir dini, tercihi, farklılığı aşağılamak niyeti gütmeden gerçekleştirdiğimiz sergi üzerinden yapılan hedef gösterme ve açılan soruşturma sonrası 5 arkadaşımız 29 Ocak akşamı, gözaltına alındı. Gözaltılar yapılırken Allah’ı olduklarını zannettikleri dini kullanarak yıllardır topluma hedef gösterdikleri, linç kampanyaları düzenledikleri LGBTİ+ arkadaşlarımız bir kez daha Süleyman Soylu, Ali Erbaş, İstanbul Valiliği, YÖK ve nicesi tarafından hedef tahtasına konuldu. Kulüp odası baskınlarında delil olarak LGBTİ+ bayrakları gösterildi. Nefret ve kini üreten, devlet eli ve ağzıyken arkadaşlarımızı nefret ve kine tahrikten yargıladılar. İkisi ev hapsine alınan arkadaşlarımızın diğer ikisi tutuklandı. Kendilerini ne kadar küçük düşürdüklerini, bu kanaldan nefreti besliyor olmaktan ve karşılarına her çıkanı baskıyla yıldırdıklarını zannedişlerinden aldıkları hazla fark etmeyen iktidara karşı, biz onların provokasyonlarına gelmemek gerektiğini söylüyoruz. Derinleştirmeye çalıştıkları ikiliklere birlikte karşı koyabildiğimizi ve onların korktuğunun da bu olduğunu Gezi’den ve nice dayanışmadan biliyor, saygı ile ortak bir yaşam alanı kurmak idealine uzanıyor ve birlikte daha güçlü olduğumuzu “Ya Hep Beraber Ya Hiçbirimiz” diyerek yeniden dillendiriyoruz.
Bahsettiklerimi anlamak, kendini kurtarmanın yeterli olduğunu düşünen ve padişahını balla kaymakla besleme sırasında kulağını, gözünü diğer her şeye kapatmış bekleyenler için zor olacaktır. Ama biline, ferman zalim padişahınsa bu memleket, karşılarına konulan polis ordularına rağmen, hak arayışında müşterek bir mücadele hattı örenlerindir!