Bir Sınıfın Uzun Kış Uykusu ve Kahramanları
Filmde Aydın-Necla-Nihal üçlüsünün ama elbette özellikle Aydın’ın zalimliğini izledik. Ekonomik ve kültürel sermaye bakımından hayli zengin bir erkeğin, tam da bu yüzden ne kadar insanlıktan çıkabileceğinin (ve nasıl genellikle çıktığının) hikayesini… Yer yer benim için izlenimi zorlaştıracak, içimi fazlaca daraltacak kadar bu zalimliğe, kötülüğe maruz kaldık.
Üst/orta sınıfların iç dünyaları, psikolojileri, birbirleriyle ilişkileri aslında benim pek ilgimi çekmez. Bu kesimlerin iç dünyalarına, onu kıyasıya eleştirmek için bile olsa fazlaca odaklanılması beni rahatsız eder. Böyle yaparak sanki yine üst/orta sınıfın hegemonyasını, hep onların özne, hep onların kurucu, yaratıcı, ilginç ve derinlikli oldukları yalanına istemeden olsa su taşıyormuşuz gibi gelir. NBC filmlerini izlesem, ilginç bulsam da çok da sevemememin bir sebebi buydu. Filmlerinde malum, genellikle taşralı olan yoksul karakterler olsa da asıl odak sanki hep bu taşralılarla zıtlık içinde üst/orta sınıfsallıkları belirginleşen karakterlerdedir.
Bu sebeple, NBC’nin şimdiye kadar en çok sevdiğim filmi Üç Maymun olmuştu. Fazlaca karamsar, izleyiciye umut ışığı bırakmama konusunda fazlaca özenli olsa da bu kez emekçi sınıflardan karakterler vardı odakta. Onların derinliklerine iniyor, onlar üzerine düşünüyorduk. Üstelik meselemiz, alt sınıfların herhangi bir hali değil, basbayağı üst sınıfla ilişkileri, biraz da çelişki ve mücadeleleriydi. Üç Maymun’daki çocuğun (İsmail), patronu filmin sonunda öldürmesi, biraz sert ve ayarsız kaçsa da bir direniş, bir haysiyet arayışı, bir ahlaki duruştu muhakkak. Lakin gerek aynı çocuğun önceki performansı, gerek filmin sonundaki mazlumun zalimin rolüne geçtiği vurucu sahne, bize ezilenlerin ezenlerin ahlak(sızlığ)ına alternatif bir ahlak yeşertemeyişlerini gösteriyor, mücadele ya da umuda dair ser verip sır vermiyordu. Buna karamsarlık ya da Zahit Atam gibi siniklik diyebiliriz belki, ama bugün hangimiz bu konularda öyle boylu boyunca iyimseriz ki? Üç Maymun’un esinlendiği, esinlenmediyse de benzeştiği, çok sevdiğim bir film olan Yılmaz Güney’in Baba’sını düşünecek olsak, o filmde de benzer bir karamsarlığa maruz kaldığımız muhakkaktır, üstelik de yellerin çok başka taraflardan estiği zamanlarda, 1971 senesinde. Üç Maymun güzel filmdi vesselam. Üstelik sınıfsal meselelerin ötesinde bence çok güçlü bir kadın karakteri karşımıza çıkarması sebebiyle de.
Kış Uykusu’nda yönetmen yeniden üst sınıfa zum yapıyor. Ancak bu üst sınıf mensuplarının etraflarındaki alt sınıf mensuplarıyla ilişkileri daha doğrudan, daha sert, daha politik. Üst sınıfın memleketten gelen akrabalarla yaşadığı kültürel gerilimler bu kez yerini, kiracılar ve yanında çalışanlarla kurulan doğrudan iktisadi nitelikli, bu yüzden de daha sert ve daha çelişkili ilişkilere bırakmıştır. En çok ve asıl olarak Aydın’ın Necla ve Nihal ile ilişkisine odaklansak ve Aydın’lığın, yani patronluğun/erkekliğin (burada okumuş versiyonuyla) ne kadar zalim ve gerzek bir pozisyon olduğunu izlesek de filmin usul usul taşıyıp büyüttüğü (sanırım tek) hikayesi ise başkadır. Sanki alttan alta sürükleyen bir büyük akıntı gibi bu hikaye üzerine yerleşen film çok klas bir işçi sınıfı direnişi ile başlar (işçi sınıfı kavramını zorlayarak mümkün olan en geniş anlamıyla kullanıyorum). İlyas, Aydın’ı önce pis pis keser, sonra da camını patlatır. An itibariyle evin direği, emektarı, cefakarı konumunda olan İlyas’ın amcası Hamdi’nin işçi sınıfı alttan almacılığı/uzlaşmacılığı ile ilerler ve İlyas’ın babası İsmail’in epik direnişi filmin doruk noktasını oluşturur.
Üç Maymun’da para dolu zarfı yutan, aklı sonradan -o da yarım yamalak- başına gelen ergen İsmail, bu kez “yaban” bir eski maden işçisi kılığında önüne atılan zarfa, gereken cevabın en kralını, en asilini verir… Gerçekten destansıdır. Onuruna sahip çıkmayı babasından öğrenen, “babasının oğlu” İlyas yanılmamış, babasından o ana kadar aldığı belki en güzel hediyeye şahitlik etmiştir kapı arasından. Baba oğul, ikisi de şaşkındır sessiz bir diyalogla örgütledikleri iki kişilik direnişin gelip dayandığı bu fantastik merhale karşısında. İsmail’in en büyük sınıf yarası oğluna daha iyi bir hayat sunamayışıdır elbette ve bu destansı sembolik direnişin bu gerçeği değiştirmeyeceğini bildiği için de gözü yaşlıdır oğluna bakarken. Tabii ki asıl posta konması gereken kişi, sınıfsal olarak üstte gibi görünse de kadınlığından ötürü mazlum klasmanından çıkamayan Nihal değil Aydın’dır. Ama işçi sınıfı strateji kuramaz, taktiklerle idare etmek durumundadır. Yani fazla seçme şansı olmadan, önüne çıkan fırsatları doğaçlamayla gole çevirmelidir. İsmail figürü, bu kez bırakalım karamsarlığı, basbayağı romantiktir (hayalci, iyimser anlamında). Böyle bir hareketi “gerçek” hayatta yapacak kaç kişi çıkar ki? Ama mücadele de, umut da, ahlak da, kıvamında bir romantizm olmadan mümkün değildir.
İsmail Türkiye sinemasının en kral işçi sınıfı kahramanlarından biridir artık. Hani ozanın birinin, “şu hayatta insanın olup olabileceği en hayırlı şey, bir işçi sınıfı kahramanı olmaktır” dediği türden… Davaro’daki Memo (Kemal Sunal) gibi parayı ağanın suratına fırlatıp, “şimdi dağa çıkıyorum, eğer bir daha köylüyü ezmeye kalktığını duyarsam gelip ağzına sıçarım” demek yerine bu jesti ile “idare ediyor”, sembolik bir zaferle yetiniyor ise eğer, Memo gibi heybesinde on beş yirmi yıllık bir işçi sınıfı uyanışını değil, uzun bir kış uykusunu taşıyor olmasındandır. Türkiye sinemasının en büyük işçi sınıfı kahramanı Gelin-Düğün-Diyet’in Hülya Koçyiğit’i, ikincisi Kemal Sunal, üçüncüsü Yılmaz Güney’se eğer, İsmail de bu mukaddes listede kendine özgü güzel bir yer bulacaktır.
Siz bugünkü görünüşe aldanmayın. İşçi sınıfı haysiyetine düşkündür. Ve insanlık elbet bir gün güzel bir ahlakı, ezilenlerinin öncülüğünde umuma yaymasını becerecektir. Beceremeyecek olsak da bunun cihana bedel hayali, anlayana bir ömür yeter de artar.
etraflı bir okuma yapmışsın eline sağlık. ama karakterleri siyah ve beyaz olarak gören, işçi “sınıfını” yüceltip Aydın’ı büsbütün kötüleyen muhafazakar bir yoruma yaslanmışsın, oysa bütün o erkeklikler insanlıktan çıkmanın değil insan olmanın ayrıntılarını gösteriyordu. zira nuri bilge de röportajında şöyle diyor: “Biraz fazla ötekileştirmeye yönelik bir bakış görüyorum genellikle filmle ilgili yazılarda. Filmde Aydın’ı anlamayı zorlaştıran bir bakış geliştirdiğimizi de düşünmüyorum nedense. Aydın’ı tümüyle negatif görmüyorum, hepimizden izler taşıdığını düşünüyorum.”
http://www.altyazi.net/gozecarpanlar/nuri-bilge-ceylanla-kis-uykusu-uzerine/
Bana Aydın karikatür düzeyde zalim, elitist ve öküz erkek göründü. Filmde adamın gözümüze sokula sokula zalimlik yapmadığı tek bir sahne aklıma gelmiyor inan, kendi kendine bunalım yaptığı sahneler hariç. Fazla hassasım belki. NBC, bu kadar “ötekileştirme”ye şaşırıyor ise bence biraz daha yumuşatmalıymış o zaman. Aydın, irtibat kurduğu istisnasız herkesi (çiftlik sahibi arkadaşı ve ekmek yediği müşterileri hariç) ezmek, kırmak, eğmek için azami performans gösterdi film boyunca. Ha insan olmaksa, Hitler’de, Şaron’da bile insanlıktan, insanlığımızdan izler bulabiliriz, bulmalıyız belki onlar gibi/kadar zalimleşmemek için, amenna. Siyah beyaz ikiliği kurduğuma dair ise: Filmdeki imam, Hidayet, öğretmen gibi karakterler “işçi sınıfı”nın başka hallerini gösteriyor zaten, İsmail onlardan ayrışıyor, o yüzden “kahraman”. Kendi meşrebince, olduğu kadar…
Gerçeklik herkesin gerçeğe dair algısının bir ortalaması. NBC filmleri de, “gerçekçi”den ziyade, daha “doğal” belki. Filmin geçtiği ortamı neredeyse insan gözüyle görüyormuşçasına yansıtan bir filtre kullanması, bunu hazmettirmek için zamandan tasarruf etmemesi bu yönde çok etkili. Oyunculara da önemli doğaçlama alanları, yani ciddi inisiyatif vermiş gibi göründü bana. Bu “doğal” akışa uygun olarak, NBC’den klişe beklemiyorsun izlerken. Bekleneni vermez, işler “doğal akışında” imiş gibi görünür, gibi geliyor.
İsmail masada paraya dair ironik hesabını yaparken, arkadaki şömine vurgusu dolayısıyla “o parayı oraya atabilir aga” diye bir düşünce geçti bi an kafamdan. Sonra otomatik olarak, bu davranış çok klişe olabilir dedim, NBC’den beklenmeyecek derecede. Sonra gerçekten parayı attı şömineye. Filmdeki doğal görünen, insanı içine alan oyunculuk ve uzun tartışmalar da o paralarla birlikte yandı o anda. Buna romantik bir an demeyeceğim. Daha çok “epik” diyebiliriz. Coşkulu bir andı. İsmail karakterinden beklenmeyecek bir andı bana göre. Fazla epikti. Olmadı mı, bal gibi de oldu. Toplumcu gerçekçi değil ama, toplumcu epik belki de. Camı kırması, çocuğa attığı tokat, epik oğlu epik gibi geldi bana.
Bir de, tek bir ana akıştan bahsedemeyiz sanırım eserde. 3-4 farklı hikaye, eşgüdümle ilerliyor film boyunca. Yani arkada bir yerlerde, ana akışın bir sınıf mücadelesi olduğunu söylemek, hakkımız. Film böyle bir potansiyel taşıyor, buna imkan tanıyor. Başka bir izleyici de, Aydın ile kardeşi arasındaki, veya karısı arasındaki hikayelere odaklanıp, öyle bir ana akış çıkarabilir. NBC buna zemin tanıyor. Bize de elbette İsmail’i öne çıkarmak, ona dikkat kesilmek kalıyor.
“Kış uykusu”ndan kasıt, emekçi halkın uykusu mu, yoksa aydının pencere önü uykusu mu, ya da ikisi birden mi, bu da aynı şekilde izleyiciye bırakılmış. Entellektüel karakter Aydın da, kardeşinin çok net bir açıklıkla ifade ettiği gibi, zehirli bir uykuda olabilir. Uzmanı olduğu işle ilgilenmeyip, iktidarını kurabildiği bir taşra gazetesinden atıp tutmak, gibi gibi. Fakat aydın karakteri bu sefer çok kötü olduğundan, şimdi düşününce, gerçekten Alpkan’ın dediği gibi fazla takmaya değer gelmiyor. Bir yerden sonra “e tamam abi adam kötü işte” falan diyorsun. Ara ara herifin kendi de fark ediyor durumu, özeleştiri verecek gibi oluyor, sonra tekrar küfür günah.
Yılmaz Güney benzetmesini dikkatli yapmak lazım. Cannes’a çıktığında da tartışılmıştı bu. Yılmaz Güney %70 olunabilir belki ama, %30 da doğulur sanki. Bu farkı teslim ederek, olası karşılaştırmaları yapmak lazım. Adana’lı bir Kürt olmak, hayatında en az bir savcı vurmuş olmak, maoculuk falan gerekiyor. E tarihsel bakarsak biraz daha normalleşir işler.
3 Maymun’dan beridir ortaya çıktığını düşündüğüm bu eğilimin, yani aslını inkar eden bir entellektüel eleştirisinden çıkıp sınıfsal ayrılıklara vurgunun gelişmesinin arkasında Ercan Kesal dostluğunun halkçı bir etkisi olabilir. Dolayısıyla hafiften Ercan Kesal’a da yoğunlaşmak gerek sanırım.
Neyse. NBC izlemeye devam.
hiç işçi karakterinden bakmamıştım. ben nedense buhran yaşayan aydın’da takılıkalmışım yine. bazen işte ilerleyemiyorum bir türlü. oysa hakkaten nbc ilk kez aydın-olamayanın onurunu ciddiye aldığı için film yapabilmeyi becermiş gibi bişeyler düşünmüştüm. çok sinemadan anlamam arada üç maymunu da atlamışım ama nbc hep aydın’ın duygusu üzerinden hikayesini kuruyordu. oysa bu filimde aydın-olamayan’ın duygusunu hikayesine dahil ettiği için hikaye daha yerli bir derdi anlatır hale gelmiş. ötesi bir türlü kendi yerini beğenmeyen aydın’ın mekanını, toplumunu yabancılamasının sonsuzluğu idi. üstelik gayet tercüme bir ontolojik kasıntı eşliğinde. fotoğraf ile hikaye akışının eski filimlerindeki ayrışıklığı da filimden başka bişey olarak görmeme neden oluyordu yaptığını. bu filimde biraz daha fotoğraf-hikaye ilişkisi güçlü, hatta hikayenin kendi fotğrafını çağırmasına izin vermiş gibi. ama burda filmi film yapan şey, tekil ve ayrıcalıklı olanın bunalımından insanlararası ilişkinin karşılıklı etkisine sıçrayabilmiş olması. aydın’ın ilişmek istemediği, hep uzağında tuttuğu aydın-olamayan kişiler kendi duygusal varlıkları ile firme girdiği oranda aslında aydın’ın hikayesi de daha gerçek br yere oturuyor. ismail hakkaten sürüyle kötülük içeren bir karakter ama kötülüğü bir onur ısrarı olarak gayet anlamlı. ve kendi kötülüğünün iyileşebilmesi için belki de bir red hamlesine, onur ispatına ihtiyacı var. oğlunun da bu sahnedeki gözü, güvenebileceği bir babaya aitliğini sevince dönüştürecektir. onun da buna ihtiyacı var. ismail’in kendi kötülüklerinin döngüsünden çıkışı için duygusunu açığa vurabilme iradesi-o an karşısında kim olduğunun önemi olmadan- bir sefer dile gelmeliydi. nbc ilk kez aydın-olamayanın bir onur ve hakikat çığlğı taşıdığını ikrar etmiş aslında.