Bir Anti-Boykot Yazısı

Kutuplaşmanın pik yaptığı ve ülkedeki hemen herkesin iki tercihten birini yapacağı bir seçimin arefesindeyiz. Meseleyi bu kadar genele teşmil eden seçimin sadece İstanbul’u ilgilendirmemesi ve sistemin restorasyonu ve dönüşümü için bir dönüm noktası olarak da görülmesinden geliyor. Bu seçimle birlikte bir şeyler değişebilir ve mevcut yönetimin yerine yeni bir yönetime giden kapılar açılabilir olduğuna dair genel bir kabul var. Eski figürlerin tasfiyesi ve yeni yüzlerin siyaset sahnesinde yer alacakları bir momentten bahsediyoruz. Bu beklentilerin bir sebebi de İstanbul şehrinin büyük bir ekonomiye sahip olması ve iktidar partisinin belediye başkanlığını kaybetmesi durumunda artık dağıtamayacağı rantın, iktidar için toplumsal konsolidasyon imkanına ciddi bir ket vuracak olması. İktidar ise son bir çırpınışla elindeki tüm imkanları muhtelif gayrı hukukilik isnadına maruz kalmayı bile göze alarak kullanıyor. Her türlü tehdit, rüşvet, yalan ve yargı müdahalesi buna dahil… Bir umut, belki İstanbul’u kaybetmeyerek barajdaki çatlağı kapatabilir miyiz düşüncesinde. Sızan sudan ve barajın geleceğinden onlar da haberdar, herkes yaklaşmakta olanın az çok farkında.

Bu siyasa ister istemez ülkenin büyük çoğunluğunu bir tercihe/desteğe/tarafa itiyor. Önümüzden akan suyun debisi yüksek ve akıntının insanları kendisine katma kabiliyeti var. Haliyle en azından zihinlerde, katılım oranları yüksek bir seçim yapılacak. Bu yazıda ise her ne kadar bazıları buna boykot yerine farklı bir siyasallık çağrısı dese de sandığa gitmemeyi tercih edenleri ve boykotçuluğu yazacağım.

Hemen hemen bütün sol örgütler bir açıklamada bulundular seçimler üzerine bazıları ise medyaya açıklama vermekle yetindiler. Ahmet Tirej Kaya’nın Artı Gerçek için hazırladığı haber[1] bu anlamda detaylı bir çalışma.

Bütün çağrıları ve bildirileri bir araya koymak zor bir iş olur haliyle boykot beyanı yapanların ana argümanlarını özetlemek daha yerinde olur:

1-) Seçimden sonra oluşacak olan liberal, emekçi düşmanı ve sistem uzantısı partilerin gerici saldırılarına hazırlıklı olmak için cephe oluşturmak.

2-) Genel oy kullanma hakkının yani demokrasinin kazanımlarının yok sayılmasına razı olamamak.

3-) Alternatif bir toplum için sistemin partilerine destek vermek devrimci bir dönüşümün gelişmesine manidir.

4-) Sandık siyasetiyle devrim olmaz. 23 Haziran aldatmacası da bu minval üzeredir.

5-) Düzen partilerine oy verilmez, onlardan hesap sormak gerekir.

6-) Erdoğan’a alternatif olarak sunulan TÜSİAD güdümlü bir siyasettir ve bu siyasetle mücadele edilmelidir.

7-) Sokak siyasetini zayıflatan her sandık gericiliğe hizmet eder. Sosyalistler sokak siyasetine yönelmelidirler.

Bu önermelerin büyük kısmı gayet doğru ve şahsen katılıyorum. Gelecek olanın çok matah bir şey olmadığını düşündüğümü de daha önce yazmıştım. Ancak “doğruluklar” eğer bir sistem tartışması yapıyorsanız tüm değişkenleri potaya koyarak bakamayacağınız için “doğru” neticeyi vermeyebilir. Önermelerin anlamlarından ziyade bir birleriyle etkileşimlerini ve bağımsız değişkenleri de tartışmaya katmanız gerekir. Eğer toplumsal ilişkiler ve siyasa tartışma konusu ise dört doğru ve bir yanlışın bir arada olduğu şey %80 doğru %20 yanlıştır denemez. Bambaşka bir şeydir karşımızdaki: “Şu kadar doğru, şu kadar yanlış, şu kadar iyi, şu kadar kötü”’den ziyade bunların biraradalığıyla oluşan kimyasal reaksiyondan sonra karşımıza çıkan şeydir. Denklemin neticesi daha amorf ve gerektirdikleri kestirilemezdir. Yani özetle beklentiler ve neticeler aynı olmaz. Tahmin yürütebiliriz ancak.

Boykot çağrısı yapanlar kendilerine bir siyasal tutum atfetmek durumundadır her zaman. Yapılan çağrı, alternatif ve gelecekte karşılığı olan bir siyaset iddiasını barındırmıyorsa bir toplumsal karşılık bulması da neredeyse imkansızdır. Eğer küçük bir siyasal aktör iseniz ve kendinize yer bulmak istiyorsanız siyasal alandaki boşluklardan girmeye çalışırsınız. Orada yer edip ayakları yere basan bir harekete dönüşmeye çalışırsınız. Haliyle her ne kadar alt yapı dinamiklerini, topluma işlemiş kurumsal yapıları, madun bırakılmışların korkularını ve burjuva hukukunun manipülasyon imkanlarını pek de ciddiye alıyor görünmeseler de boykot çağrısı yapan siyasallıklar, yaptıkları çağrıyla örgütsel hedefleri için anlaşılır bir iş yapıyordur. Ancak ben eleştirel bir yerden yazacağım.

Herkes Sistemin İçinde

Gözden kaçan ve müdahil olamayacakları dinamikler bir tarafa, şu günlerde yapılan boykotçuluğun boykot ettikleri siyasal atmosferin bir parçası oldukları gerçeğini gözden kaçırdıklarını görüyoruz. Herkes gibi vergi veriyorlar, herkes kadar telefonları dinleniyor, herkes kadar potansiyel “terörist” konumundalar, mahkemeler bir ceza kestiğinde o cezaya herkes kadar razı oluyorlar, hemen her seçimde “gerici” unsurların güdümündeki bir yüksek yargının kanatları altında oy kullanıyorlar ve onca alternatif siyaset çağrılarına rağmen yer yer aday çıkarıp siyasal alanda söz sahibi olmaya çalışıyorlar. Yani aynı suyun içinde herkes ıslanıyor. Kimisi suyun debisinin yüksek olduğu yerde hızlıca akıntıya kapılırken kimileri suyun akış şiddetini kendilerince izleyebilecekleri bir kıyıda takip ediyor. Ve herkes suyun aktığı yataktan şikayetçi…

Günün sonunda kurduğunuz her cümle suyun içinden kurulmuş cümleler oluyor. Elbiseleriniz ıslanmışken kuru laflar etmek ise pek ahlaki durmuyor. Ayrıca meseleyi gerçek bir tartışma zemininden kaçıran bir etkiyi güçlendiriyor. Farkında olarak veya olmayarak tüm boykotçular aynı şeyi yapıyorlar. Doğruluk barındıran ifadeleri arka arkaya sıralayarak kendilerine bir ahlakilik yükleyip konuşuyorlar. Bu tarz tersine sinizm üreten politikimsiliğin nereye değdiği de meçhul.. Bu tarz bir “siyasallık”ın siyasi tarihimiz boyunca kayda değer bir etki oluşturduğunu da söyleyemeyiz.

Eğer devrimciliği “ahlaki tutuma sahip öbekler” ve “ahlaki tutuma sahip olmayan öbekler” gibi bir diyalektik üzerinden kurarsanız sisteme karşı olma noktasında esaslı ve dinamik bir hali barındıran tekil tutumları ve tetikleyicileri es geçmiş olursunuz. Devrimci olan “ahlaklı” öbeklerden kitlelere doğru akan değildir, tutumlar üzerinden birleşen kitlelerin rizomatik bir akışla şekillendirdiğidir. Türkiye’de devrimcilik iddiasıyla ortaya çıkan örgütlerin başından beri göremediği nokta tam olarak burada başlıyor. Sistemin dışından konuşma iddiası, iddiacısını topluma ve hayata yabancılaştırmakla kalmıyor, devrimci dönüşümün imkanlarından da koparıyor.

Burada şu eleştiri haklı olarak gelecektir; e peki geçmişteki devrimleri nereye koyacağız, kendi özgün siyasetini güçlendirerek yer eden yapılar mutlaka bir şeyleri doğru yapmış olmalı ve sistem dışılık iddialarını hafifsemememeliyiz. Tartışmayı buradan derinleştirmek yazının boyutunu aşar ve daha uzun gündeme gelmesi gereken bir bahis bu. Uzatmadan kişisel okumama değineyim, özetle şöyle: Bize sistem dışı örgütlenme modelleri olarak tefsir edilen tüm devrimci olgular aslında sistemin iç krizlerinin bir neticeleri olarak ortaya çıkmış şeylerdi ve devrimci durumlar sistemden besleniyordu, yani nehrin akıntısı da nehrin yatağını değişmeye zorlayan önemli bir etkendi. Geçmişin devrimcileri de suyun içinden, ıslanarak bir şeyler söylediler.

Devrimcilik İddiasında Olanların Gözlerinden Kaçan

Nehrin/akıntının değişme arzusunu ve nasıl bir mekanikle geliştiğini, devrimcilerimizin pek bir benimsediği iki somut vaka üzerinden anlatmaya çalışayım.

Türkiye’nin en devrimci momenti olduğu söylenen 1968’deki öğrenci olayları örgütlü sol tarafından ne öngörülmüştü ne de tam olarak anlaşılabilmişti. Gözden kaçırılan bir anekdottur, 68 Haziran’da üniversite işgalleriyle başlayan olaylar ilk olarak Ankara DTCF’de pek de örgütlü olmayan öğrencilerin homurdanması ve bir araya gelmesiyle başlar. O dönemde örgütlü olan yapılar, sağcı öğrenci grupları dahil, sonradan bu işgallere katılırlar. Olayın fitilini devrimcilerin apolitik bulduğu öğrenciler yakmıştır.

Diğer bir örnek de Gezi’dir. Gezinin öncesinde tek örgütlü yapı olan ve şehir sorunlarına küçük eylemler ve raporlarla destek olan Müştereklerimiz idi. Onların “zayıf” çağrısı sonrasında bir araya gelindi. Küçük bir kitleydi. Sonra çadırlar yakıldı ve Sırrı Süreyya Önder’in biber gazı kapsülü ile yaralanması olayları büyüttü. Barikatın yıkılmasını ise taraftar gruplarına borçluyduk. Ayrıca Gezi’yi destanlaştıran şey coşkuyu büyük oranda devrimci örgütlere nazaran pek bir “liberal görüntü” veren ve “devrimci örgütler” tarafından zayıf örgütlenme şekli olarak değerlendirilegelen feminist yapıların aktif müdahalesiydi. Polisten dayak yemekten usanmış “şımarık ortasınıf” Beşiktaş taraftarları ve “liberal liberal konuşan” “zayıf örgütlü” feminist gruplar…

Bu iki örneğe rağmen özlenen toplumsal dönüşüm için işaret edilen köşe taşlarını bile kendisi dizmemiş bir devrimci örgütçülük lafazanlığı ile hala Gezi’ye dair teorik analizler vermeye devam ediliyor ve hala bazıları 68’in sahibiymişçesine konuşmaya devam ediyorlar. İlginç şekilde boykot çağrısı yapan tüm örgütler kendilerini 68 sonrasında şekillenen mücadele geleneğine yaslamaya çalışan yapılar olarak göze çarpıyor. Bu ironik hal de kenarda dursun. 

Gezi ve Türkiye 68’i gibi pratikler yükselen sağa dair dönüştürücü momentler olarak öne çıkan ve kazanımları devletten ziyade halka yarayan olgular. Hali hazırdaki korkak ama inatçı İmamoğlu desteği/siyasallığı de/da bu gibi bir olgunun rezonansı olarak düşünülmeli. Eğer bu eşik güçlü bir şekilde aşılırsa kendini daha özgür hisseden bir siyasal mobilizayon imkanı doğabilir.

Boykot çağrısı yapanların temel argümanlarından biri ise İmamoğlu desteğinin sistem partilerine yedeklenme ve günün sonunda devrimci enerjinin sönümlenmesine hizmet edeceği şeklinde. Burada unutulan söylem hakimiyeti kurabilmenin teorik gücüne sahip olmayan bir CHP pratiği ve bir çok açıdan daha özgüvenli olan Gezi fikri arasındaki kapanmaz gedik… Yani dün Selahattin Demirtaş siyasetiyle cisimleşen örgüt üstü bir figürün demokrasi iddiasına işaret eden hal, İmamoğlu pratiği ile kendini gösteriyor. Yarın İmamoğlu bir şekilde sisteme angaje olursa ya da İmamoğlu’nun siyaset imkanı bir şekilde kapanırsa, bu enerji kendisini başka şekillerde gösteremeye devam edecek. Yani siyasal denklemler matematiği kestirilebilir şeyler değil ve siyasa içinde iki kere iki dört etmiyor.

Bu bağlamda söylenebilecek bir diğer şey de şu: Artık hiç kimse eskisi gibi değil.

Gezi sadece bir siyasal pratik üretmedi ayrıca sahiplenilen ideolojileri de dönüştürdü. Kemalizm artık eskisi gibi bir şey değil. Bunu daha detaylı yazmak gerekiyor ve öğrenme sürecine giren her merak farklı bir siyasallığa yelken açmaya neden olur deyip bahsi kapatayım.

Sonuç

Sisteme kafa tutmanın türlü türlü yolları vardır. Her zaman kendini devrimci ideallerin ve tutumun sahibi olanların idrak düzeyinde ilerlemeyebilir. Bazen susarak kendini gösterir, bazen kendisine korunaklı limanlar arar ancak eğer hareketi tetikleyen arzu dinamiği diriyse bir şekilde kendisine akacak mecra bulur. Şu gün yapılması gereken ise faşist bloku olabildiğince ezici şekilde yenmek için tercih yapmaktır. Buna benzer bir moment Fransa’da da yaşanmıştı yakın zaman önce. Seçimlerde liberal siyaseti ile öne çıkan Macron ile ırkçı siyaseti ile oy kazanmaya çalışan Le Pen ikinci tura kalmışlardı. Macron’un kazanacağı da neredeyse kesin gibiydi. Ancak buna rağmen Balibar gibi ortodox Marksistler bile Macron’un olabildiğince yüksek bir oyla seçilmesi gerektiğini vurgulamışlardı ve faşizmin olabildiğinde büyük bir hezimet yaşaması gerektiğini deklare ederek çağrı yapmışlardı. Örnek bir tutumdu.

Hali hazırda sadece hukuk değil siyaset kurumu da işlemez durumdadır. Siyaset yapmadan da kalıcı çözümler üretme imkanına sahip değiliz. Tüm sokaklar, mahkemeler, şehirler arası yollar, eylem alanları polis ve iktidar ablukasındayken şiddet kartına bulaşmadan bir şeyleri değiştirme imkanı çok zorlaşıyor. Şiddet kartını pervasızca kullananları geriletmek için sandıktan başka barışçıl bir çaremiz yok. İmamoğlu’na verdiğimiz oy, onun kara kaşı, kara gözü için değil ülkenin geleceği için verdiğimiz bir oydur. İmamoğlu’na bir sistem partisinin sunduğu alternatif adayı olduğu için değil, sisteme dair değişim imkanlarının önünü açması kaçınılmaz göründüğü için oy veriyoruz. Ve şu momentte rakibimizi değiştirmez isek, elimiz kolumuz bağlı kalmaya devam edebilir.


*Öne çıkan görsel 2005 Irak seçimlerinde çekilmiştir. Kaynak: https://en.wikipedia.org/wiki/File:Iraq-election2005-V.jpg

[1] Haber linki: https://www.artigercek.com/haberler/sol-hareketler-23-haziran-secimi-icin-ne-diyor

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir