Bir 30 Mart Seçimi Analizi
12 Eylül darbesinden sonra ülke olarak toptan bir mecburiyetin içine itilmiştik. Muhalefet üretme kapıları askeri ve liberal vesayet ile kapatılmıştı. Mevcut iktidara karşı cümle kurabilecek hemen herkes ya hapishanelerde gözetim altındaydı ya da siyasi yasaklıydı. Çalışma hayatı büyük orada işverenlerin insiyatifine göre şekilleniyor, işçi örgütleri sürekli azalma eğiliminde olan maaşları için etkili bir mücadele pratiği geliştiremiyorlardı. Hapishanelerde ve inşaatlarda Ahmet Kaya, Müslüm Gürses, İbrahim Tatlıses, Kahtalı Mıçı dinleniyordu. Hayali ihracatçılar için cennet gibi bir ülkeydik. Tefeciler ve bankacılar denetimsizdi. Alternatifsizlik belası o zaman da vardı ve reyler Özal’a gitmeye devam ediyordu. Malum bütün bunlar bildiğimiz şeyler. Söylene söylene solcular tarafında tüketileli epey zaman geçti. Bu yazının amacı ise dönemsel benzerlikler üzerinden bir ilişki kurup, yaklaşan seçim sonrası için bir takım tahminlerde bulunmak…
Hiç de post-modern olamayan ve hayli kanlı bir darbe olan 12 Eylül’den sonra yaşatılan baskı zemini ile 28 Şubat post-modern darbesi sonrasında yaşatılanların oluşturduğu siyasi iradesizlik hali arasında bir benzerlik kurmak lazım. Elbette 28 Şubat’tan sonra ülkemiz için özenle hazırlanmış olan AKP döneminde 1980’erdeki kadar kirli ve vulgar bir baskılama olmadı ancak 12 Eylül’den sonra özenle hazırlanarak üzerimize saçılan Özal döneminde yaşananlar ile oldukça paralellik arz eden yaklaşımlar ve olaylara şahit olduk.
12 Eylül ile özellikle fikir üretme bağlamında kültürel iktidarı elinde bulunduran ve geçmişte işçi örgütlenmelerini oldukça etkili şekilde organize etme başarısı gösterebilmiş olan sol örgütlerin direnen kadroları ağır işkencelere maruz bırakıldılar ve uzun süre hapis yatmak zorunda kaldılar. Kimisi ülkeyi tamamen terk etmek zorunda kaldı.[1] Mecburen siyaset üretmek yerine sıtmaya razı oldular. Birincil kadrolardan olmayan ve “sanat sepet” işlerinden anlayan “ikincil” kadrolar da bir şekilde yükselen tüketim enformasyonu ağına eklemlendiler. Sol kadroların posası çıkarılırken, işçilerin maaşları enflasyon karşısında günden güne erimekteydi. Devlet, dolandırıcı olup olmadıklarına bakmadan işverenlerin safında yer almaktan imtina etmiyor ve kabahatlerine rağmen onların uluslararası sisteme entegrasyonu için elinde geleni yapıyordu. Vergi indirimleri ve teşvikler konusunda bonkörce davranıyordu.
1990’lı yıllarda solcuların oldukça gerisinde olmakla birlikte İslamcılar kültürel iktidar sahasında hızla ilerlemekteydi. Öte yandan devlet terörü ile hışımla katledilen ve buna cevaben oldukça sert tepki gösteren Kürt Hareketi ülke siyasetinde merkezi bir yer işgal etmeye başlıyordu. 1993’te Özal’ın vefatı sonrasında; Uğur Mumcu suikastı ve devlet gözetiminde yapılan Madımak Katliamı ile birlikte yeni bir döneme girilmişti. 1997’deki 28 Şubat darbesiyle birlikte bu dönemde söylem zeminini hızla güçlendirmeye çalışan ve devlete karşı özellikle batıda toplumcu ve yerli bir muhalefet zeminini iştahla arayan dinamik bir potansiyele sahip İslamcıların iradesizleştirilmeye çalışıldığına şahit olduk. Tıpkı 1980 darbesi ile solculara yapıldığı gibi…
1997-2002 arası dönemde, öncesinde muhalefet dinamiği ve özgüvenine sahip olan İslamcı gruplar sistemli olarak sindirildi ve hapse atıldı. 28 Şubat kararlarından dolayı hala hapis yatanlar vardır.[2] Türkiye’deki İslami hareketi mobilize eden güçlü kalemler, mahkemelerle ve aile geçimleriyle uğraşırken İslamcı kesimlerdeki “ikincil” kadrolar zamanla AKP saflarında lider tapıcılığına evrildiler. Bu arada çalışma hayatı günden güne ağır şekilde taşeronların tahakkümüne girerken çeşitli semtlerde işçi pazarlarının oluşmasına neden olacak kadar denetimsiz ve sömürücü bir duruma geldi.[3] Eş zamanlı olarak sendikalar toplumsal tabandan ve “yeni mağdur” kesimden uzaklaştılar.[4] Sendikalar hızla yükselme eğilimine giren taşeron belasını onca güçlerine rağmen dillendirmekten kaçındılar. İşverenler için yapılan teşviklerin ve kamu imtiyazları vasıtasıyla zenginleşmenin halk için bile kanıksandığı zamanlara geldik. “Bal tutan parmağını yalar” mezbeleliği normalleşir oldu artık.
Darbe ortamlarının yarattığı benzerlikler meselesini bu şekilde iki paragrafla kısaca aktardıktan sonra şimdi yüzümüzü yaklaşan yerel seçimlere dönelim.
1989 yılında 26 Mart yerel seçimlerinden hemen önce 13 Mart’ta Özal tarafından cumhuriyet tarihinin en yüksek işçi maaşı zammı yapıldı. Bu sayede sendikal haklardan dolayı yasa güvencesi altında olup kazanımları ellerinden kolayca alınamayan işçilerin ANAP’a oy vermeleri sağlanmaya çalışıldı.[5] Bu bağlamda taşeronluk sistemini olabildiğine derinleştiren AKP iktidarının Çalışma ve Sosyal Güvenlik bakanı Faruk Çelik’in Başbakanın Urfa mitinginden önce Urfa’da halka yaptığı bir konuşmasında[6] taşeronluk sistemini kaldıracağız beyanı[7] ciddi bir benzerlik olarak karşımızda duruyor. İki farklı tarihsel dönem ve iki farklı iktidar geçmiş politikalarıyla çelişen beyanları, iktidarlarının çatlamaya başladığı dönemlerde deklare ediyorlar.
1989 yılının neden bu kadar önemli olduğuna dair bir kaç ortak noktadan bahsettik ancak daha önemli bir şey daha var. 1989 seçimleri yeni “yükselen”in ayak seslerini gösterir nitelikteydi.
1980’li yıllarda belediyeler yolsuzluk söylentileriyle çalkalanıyor ve hizmetler ciddi şekilde aksıyordu. Bunun yanı sıra mevcut belediye yönetimleri kendileri için öne sürülen iddialara kayıtsızlıkla cevap veriyor ve kabaca “pek değişen bir şey olmayacak” varsayımlarına güveniyorlardı. Fakat bu seçimlerde hiç beklenmedik bir şey oldu. Sağ siyaset içinde oldukça zayıflatılmış olan Erbakan’ın başkanı olduğu Refah Partisi, seçimlerden 4. parti olarak çıktı (il genel meclis üyesi oy oranı: %10) ve Konya gibi bir büyükşehrin Belediye başkanlığın kazandı.[8] Bunun yanı sıra Anadolu’da bazı ilçelerde belediye başkanlıkları kazanabildi.
Bu hem hiç beklenmeyen bir sonuçtu hem de başka bir takım değişimlerin oluşmasına imkan sağlayan bir gelişmeydi. Erbakan belki de siyasi tarihinin en akıllıca hamlesini yaparak parti teşkilatında bulunan herkesin[9] (işçi, memur, mühendis, işadamı, esnaf fark etmez) yerel seçimlere odaklanmasını ve aday olmalarını istedi. Bazı yerlerde mesleki formasyonları çok alakasız olsa da hiç belediyecilik tecrübesi ve hemen hiçbir projesi olmayan adaylar, belediye başkanlıklarını kazandılar. Sonrasında “milli görüş” belediyeciliği şeklinde “marka”laştırılan bir takım icraatlara imza atarak çalmadan-çırpmadan ve hatta çok tecrübe sahibi bile olunmadan halk için belediyecilik yapılabileceğinin örnekliğini gösterdiler. Sonrasında 1994 yerel seçimlerinde oylarını iki kat arttırarak İstanbul dahil bir çok büyükşehir belediyesini aldılar.[10] 1995’te genel seçimlerde en yüksek oyu alarak iktidar ortağı oldular. [11]
Bütün bunlar bize bir şeyler anlatıyor.. Sistemin kenara sıkıştığı her dönemde, sayıca az görünmesine rağmen arayış içinde olan gençlik, bir şekilde kendisine çıkış sağlayacak alternatiflerin peşine düşer. Çoğu kere hiç beklenmedik mecralarda ciddi bir enerji olarak kendisini dışa vuran öngörülemez bir enerjiden bahsediyorum… Medya ve sistemin diğer araçları bu enerjinin görünmesini istemez. Elinden geldiğince marjinal göstermek için gayret eder. 1980’li yıllarda Milli Görüş ile birlikte onunla paralellik arz eden “radikal” gençlik örgütlenmeleri tabandan ve motive bir halde hızla çoğalmaya başlamıştı. Milli Görüş hareketi bu gençlik mobilitesini kuşatabilecek pozisyonunu uzun süre kaybetmedi. Tırnak içinde radikal de olsa bu tip örgütlerin sorumlu abileri Erbakan Hoca’ya hep hürmet ettiler. Siyasi arenada Milli Görüş hareketine olumlu etkileri olan bu gençlik mobilitesi, sistemde oluşan çatlaktan rol devşirme noktasında oldukça hızlı yol kat etmişti. Bu ivme ülke siyasetindeki hızlı değişimleri de tetiklemiştir diyebiliriz. İslamcı hareketlerin toplum nezdinde meşruiyet zeminin artmasının arkasında bu etkinin bir değişim iddiasına sahip olmalarıyla doğrudan alakalı olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Sürekli öğrenme ve hakikate dair cümleler kurma enerjisi nedeniyle güzel işler yaptıklarını da pekala söyleyebiliriz. Bu durum sistemin bekçilerince elbette göz ardı edilmeyecek ve bu enerji bir şekilde en azından pratiğe yansıyan söylemin manipülasyonu için gayret sarfedilecekti. Uğur Mumcu suikastı ile hem devletin tehlikeli gördüğü bir kalemden kurtulunacak hem de özellikle Anadolu’da etki alanını günden güne arttıran Selam Gazetesi çevresinin siyasi söylem gücüne darbe indirilecekti. Sonrasında bu suikast üzerine yapılan eylemlerde cumhuriyet tarihinde ilk defa “Kahrolsun Şeriat!” sloganlarının atıldığına şahit olacaktık. Madımak katliamı ile İslamcı kesimler yine hedef tahtasına oturtuldu ve bu manevra ile İslamcılığın siyasi söylemi “Biz katil değiliz!” savunusuna yapıştırıldı.[12]
Netice olarak yaklaşan seçimler öncesinde, seçimlerden sonra çatlak ve fark yaratacak olan şeyi kestirebilmek için gençliğin meylettiği yerlere odaklanmak gerekiyor. Aynı zamanda savunmaya geçen tarafın harcadığı enerjinin bakiyesindeki “posa”yı da anlamak lazım. Halihazırda AKP’nin mobilize olmuş bir gençlik kadrosu olduğu söylenebilir ancak bu kadroların toplumsal olana dair ortaya koyabildikleri pratiklerin ve söylemlerin tamamen savunmaya dönük ve iler tutar tarafı olmadığını görmekteyiz. Mevcut iktidara eklemlenmiş oluşumlar günden güne toplumun gözünde meşruiyetini ve sözümona tutarlı imajını kaybediyor. Bununla birlikte sistem tarafından dışlanmış ancak değişim taleplerini kuşatmaya çalışan bir siyaset sahası kendisine çatlaklar bulmaya çalışıyor. AKP’li ailelerin çocuklarının büyük oranda ebeveynlerinin yönlendiriciliği doğrultusunda rey tercihi yapacaklarını bu ailelerin Y kuşağına giren çocukları üzerinde rahatlıkla görebilmekteyiz. Ancak bu durumun süregidebilecek bir politik söylem zemini çoktan ortadan kalktı.
Ülkenin geçmiş mirası nedeniyle ideolojik kliklerin yapay ve bence geçici de olsa hala dinamik olduğu bir zeminde, geçişkenliği sağlayan ve toplumsal olana duyarlılık noktasında anlamlı zeminlerde çaba içinde olan “küçük” oluşumlara bakmak gerekiyor. Bu kesimlerin seçimde nerede kendilerine yer bulacağını tam olarak söylemek elbette güç olacak. Özellikle AKP iktidarını zayıflatmaya dönük ve ona alternatif olabilecek toplumsal duyarlılığa seslenen partnerler ile dayanışma içinde olacağını rahatlıkla söyleyebiliriz. Ancak bu etkinin tezahürlerini nasıl olacak sorusunun kesin bir cevabı henüz yok.
30 Mart 2014 yerel seçimleri birçok açıdan 26 Mart 1989 yerel seçimleri ile paralellik gösteren durumlara sahip görünüyor. Dipten gelen ve bir şekilde sistem içinde kendisine alan bulabilecek olan dinamik oluşumların tezahürleri sosyal medyada kendisini gösteriyor. İktidar kontrol alanı dışında kalan ve dizginleyemediği bu alanı “terbiye” etmekle çok uğraştı ve nihayet elindeki son koz olan yasaklamaya kadar meseleyi götürdü. Şu durumda bu seçimlerin sonucu bize önümüzdeki yılların politik dönüşümüne dair ciddi veriler vereceğe benziyor. Çanların iktidar için çalmaya başladığını içine düştükleri hezeyan halinden ve seslerinin “yüksek”liğinden rahatlıkla anlayabiliyoruz.
Bir ön değerlendirme metni olduğundan dolayı bu yazıyı, bir “kesinlik” ile neticelendiremiyoruz. Ancak yarının bu günden farklı olacağını rahatlıkla söyleyebiliriz. Geleceğe dair olacak olanı kestirebilmek için; temsil edilme bağlamında her durumda sistem tarafından dışlanan ve baskılanan “diğerlerine” odaklanmak gerekir. Eğer bu seçimlerde temsil alanı bulamadığından dolayı maraz çıkaran kesimlerin siyasi talepleri uygun bir mecra bulamaz ise kaosun derinleşebileceğini ve sistemin eski/kirli hallerini mumla arayacağımızı pekala söylenebiliriz. Yarının daha güzel olacağını umalım.
[1] Tabi özellikle belirtmek gerekir ki bu hallerin Kürdistan’daki karşılığı bayağı farklı oldu.
[2] Bunların içinde devletin affını an itibarı ile AKP iktidarına çalışan bir cemaatin kurucu lideri olarak kabul etmemiş Zekeriya Şengöz de var, neden içerde olduğu hala belli olmayan Salih Mirzabeyoğlu da, abisinin beraat ettiği bir dava için yardım ve yataklıktan cezası kesinleşen Nurettin Kayan da (detay için: http://bedrimunir.blogspot.com.tr/2013/09/nurettin-abinin-basna-gelenler-ve.html). Liste uzatılabilir. Bunlar somut olarak hali hazırda gözümüzün önünde olan örnekler sadece.
[3] Yaşanılan bir vaka olarak şu habere dikkat çekmek isterim:
http://birgun.net/haber/kole-pazarlarinda-gunluk-hayatlar-2778.html
[4] 1990 sonrası artan iç göçler ve Berlin Duvar’ı yıkıldıktan sonra çalışmak için Türkiye’ye yerleşenler ile birlikte görünür olan işçiler ve mağdurlar, bu “yeni mağdur”ların büyükşehirlerdeki ana kesimini oluşturdular.
[5] Bu zammın bir başka etkisi daha var ki o da denetimsizlik nedeniyle 90’lı yıllardaki kaçak istihdamın önünü açan bir uygulama olarak sermayedarlara hizmet etmiş olmasıdır ki ayrıca incelenmelidir. İşçi zamlarıyla birlikte parallelik arzeden kamu denetimsizliği, bazı yasal boşluklarla birlikte uluslar arası ve militer/paramiliter operasyonlarla beslenen yurtiçi zorunlu göçlerle beraber değerlendirildiğinde, sermayenin işine yarayan sonuçlar sağlaması bağlamında değerlendirilebilir. Konu detaylı inceleme gerektirmekle birlikte detaylı bilgi için şu makale okunabilir: http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/42/1425/16039.pdf
[6] Urfa’yı kimin alacağı sorusu Hem Kürt Hareketi hem de AKP için oldukça önemli. Osman Baydemir’in BDP adayı olarak gönderilmesi boş yere değil ve durumun oldukça netameli noktalara da işaret ettiği söylenmekte.
[7] İlgili kısmı şuradan seyredebilirsiniz: https://www.youtube.com/watch?v=kU7__jh4SnA
[8] Detaylı bilgi için: http://www.yerelsecim.com/YerelSecimSonuclari.asp?SY=1989
[9] Detaylı bilgi için: Halit Bekiroğlu ile Söyleşiden Notlar http://www.emekveadalet.org/arsivler/11402
[10] Detaylı bilgi için: http://www.yerelsecim.com/YerelSecimSonuclari.asp?SY=1994
[11] Detaylı bilgi için: http://www.secim-sonuclari.com/1995
[12] Bu bahis mevcut AKP iktidarı kadrolarının oluşum evreleriyle ilişkili olup daha tartışmalı noktalara evrileceği için burada kesmek gerekiyor. Ayrıca ciddi bir yazı konusu olarak burada not olarak kalsın.