“Barış için 1000 Genç” neden olmasın?
Arkadaşımız Fahri Cemil son aylarda gündeme oturan Barış ihtimalini, Onurlu Barışın gerekliliğini ve Barışın toplumsallaşabilmesi için imkanlarımızı tartıştı. İlginize sunuyoruz;
FAHRİ CEMİL
Bu topraklarda Kürtlerin özgürlük mücadelesine sahip çıkmak, Kürtlerin sömürgeci zihniyete karşı verdiği savaşa omuz vermek oldukça zor. Ağır bedelleri var. Türk devletinin kurucu Kemalist kodları, bu kodlarla barışan ve bir miktar güncelleyen AKP-MHP iktidarı ve AKP’nin İslamcı elite yaslanarak kabarttığı şovenizm, Kürt halkının kolektif iradesine sahip çıkmak isteyen herkesi cezalandırmaya çalışıyor. Öyle ki, HDP’li gençlerin kaçırılıp işkenceye maruz kalmasından Cumartesi annelerinin yasaklanmasına, anti-kemalistim deyip dayak yiyen Kürt gencinden KHK’lı akademisyenlere, polis aracıyla öldürülen Kürt çocuklardan JİTEM kurbanlarına, harabeye çevrilen Kürt kentlerinden hasta mahpuslara… oradan Roboski katliamına ve Rojava’da bombalanan hastanelere kadar, bu halk; tanınma, eşitlik ve onurlu bir barış taleplerinden ötürü büyük bedeller ödüyor.
Öte yandan bizler Filistin’deki evleri boşaltılıp yerine işgal devleti tarafından yerleştirilen Siyonistlere ve onların işbirlikçilerine karşı bir gençlik hareketi kurabiliyoruz. Bu topraklardan Filistin’de savaşanlara somut bir destek sunmak için devletin önünü kesecek eylemler yapabiliyoruz. Ancak bunu yapmaya kabilken, köylerinden zorla çıkarılmış, anasından öğrendiği dili saklamak zorunda bırakılmış Kürt halkının taleplerine karşı aynı reaksiyonu sergilemek kolay olmuyor, değil mi? Bu insanların köyleri, Filistin halkının köyleri nasıl yakıldıysa öyle yakıldı. Filistin halkı nasıl bir imha ve inkarla karşılaştıysa bu halk da Türkiye Cumhuriyeti tarafından aynısıyla karşılaştı. Şiddetin niceliğini karşılaştırmanın, katliamları bir çeşit olimpiyat sıralandırmasına sokmanın manası yok, esas olarak niteliği ve tatbiki ciddi anlamda benzerlik taşıyor. Konya’da eğitilen siyonist savaş pilotlarının muadillerini Tel-Aviv’de bulmak zor değil. Burada koşulların ve mücadele süreçlerinin birbirinin aynısı olduğunu söylemiyorum ancak tahrip ve yıkımın benzerliği, bu topraklarda ümitvar bir değişimi arayan herkes için açıkça görülebilir ortaklıklar teşkil ediyor. Yine de Kürtlerin mücadelesi aynı topraklardaki halkın eliyle Filistin halkından çok daha kolay kriminalize edildi, bastırıldı. Artık bu mücadeleyi anmak terörist varsayılıp cezalandırılmamıza sebep oluyor; toplumsal barışı talep etmemize rağmen.
Her ne kadar Filistin direnişini bu topraklara taşımaya çalışmanın çeşitli bedelleri olsa da, Filistin davası adına bu topraklarda bir söz üretmek, devletin kurucu kodları olan Kürt düşmanlığıyla mücadele etmekten daha müsait koşullara sahip. Burada Türk devletinin Kürtlerle kavgasının salt etnik temelli bir ulus-devlet/Türk üstünlükçülük paradigmasından ibaret olmadığını, laik burjuva diktatörlüğünün inşasında Kürdistan’ın bir iç sömürge olarak bellendiği parantezini de açmak gerekiyor. Kemalizmin inşa ettiği Arap düşmanlığına ve İslam’la kavgalı kodlarına rağmen, Türkiye’de devrimcilerin mirası ve İslamcıların kurduğu ilişkilerin başarısı Filistinle dayanışmayı ufuk çizgisine sığdırabilen bir toplumsal duyarlılığı mümkün kılıyor. Dolayısıyla Filistin halkıyla dayanışmak belirli bir noktaya kadar ehil ve zararsız bir toplumsal muhalefet biçimi olabiliyor. Ta ki çomağını arı kovanına, taşını sistemin kalbine hedefleyene dek.
Bahçeli’nin, Öcalan’ın şartlı tahliyesinin ve umut ilkesinden faydalanması ihtimalinin önünü açan teklifi göklerden gelen bir karar gibi ortalığa düşüverdi. Haliyle barış süreci gündemi de kafamda bu karşılaştırmayı yapmamı sağladı. Yakıcı ve acil bir gerçek olan Filistin soykırımına karşı bir hareketi alevlendirmeyi başarabilmiştik. Bu hareketi “İsraille tüm ilişkilerin kesilmesi” talebini kamusallaştırabilmek ve Türkiye’de anti-emperyalist bir gençlik odağı olabilmek ufkuyla kurmaya giriştik. Her ne kadar faaliyet yürüttüğü bir sene içinde bu talebin vuruculaşmasına fayda sağladıysa da FİBG, bu topraklarda benzer şekillerde sömürüye uğrayan Kürt halkının mücadelesiyle kesişimi sağlayamadı. Bu kesişimi Kürt Özgürlük Hareketi bileşenleri de sağlamadı fakat KÖH’ün özneliğini konuşmak, zayıflığını eleştirmek başka bir konu, dolayısıyla oraya girmeyeceğim. Ama bizim gibi halkların özgürlüğü adına emperyalistlerle savaşmak isteyenler için şu soru kafamı kurcalıyor: Kürt halkının özgürlüğüne, barış taleplerine arka çıkmak da bizim için bir görev değil mi? Söz konusu barış talebi hepimizi kuşatan anti-emperyalist bir talep değil mi? Senin emperyalizmin bana, benim emperyalizmim de bana lüksü, bu coğrafyada sürdürülebilir bir politik tutum olabilir mi?
Elbette hattımızı anti-emperyalizm ve anti-kapitalizmin kuruculuğundan çizmeye başladığımızda TC’nin kurucu kodlarıyla en baştan kavga etmeye başlıyoruz. FİBG’in anlamını kazandığı yerlerden biri de Filistin direnişinin tam da bu kodları sarsan taleplerine kulak kabartmasıydı. O talep siyonist işgale karşı direnişi küreselleştirmekti. Bu noktada “direnişi küreselleştirmekten Türkiye’nin payına düşen, yalnızca limanları Siyonizm’e kapattırmak mıdır?” diye sormamız gerekiyor. Direniş, uluslararası ilişkiler ıstılahındaki “eksen” tarifinden daha ötede bir muhtevaya sahip. Direnişin iskan ettiğimiz topraklarda neye karşılık geldiğini kafamızı sokağa uzattığımızda pekala görebiliyoruz. Tank veya panzere taş atan çocukları, tanımadığı askerler tarafından çocukları kaybedilen annelerin çabasını buralarda takip edebiliyoruz. O halde direnişi küreselleştirmek tablosunda Kürtlerin direnişinden doğan barış talebini nereye yerleştireceğiz? Onca paralel anlatı ve hikayeye rağmen değişen nedir?
Barış’ta Israr
Biz Emek ve Adalet Platformu olarak savaşlara dair hep “Halklar arası savaşa, sınıflar arası barışa hayır!” dedik, dolayısıyla masaya yatırmamız gereken bir “barış” var ortada. Filistin’de işgale karşı savaş deyip, burada Kürtlerle onurlu bir barıştan söz ederken neyi kastediyoruz?
Filistin’de barış, Balfour deklarasyonundan bu yana iki devletli bir yapının, dolayısıyla 1948 ve dahası 1963 ilhak sınırlarının tanınması, Filistin topraklarından tehcir edilen milyonlarca mültecinin baştan Suriye ve Ürdün olmak üzere hicret ettikleri topraklardan geri dönmemesi ve Filistin Otoritesi üzerinde yerleşimci sömürgeciliğiyle işgalin sürmesi anlamına geliyor. Hamas, İslami Cihad ve FHKC’nin bunu reddetmesi şımarık bir çözümsüzlükten değil, basitçe bir hayat-memat meselesinden kaynaklanıyor. Dilediğimiz gibi var olamayacaksak bunca yıl niye savaştık? Silahları susturmanın acı bedeli bu sorunun kesif yakıcılığında yatıyor.
Ancak, halkların en temelde barış haline özlem duyduğunu, savaş koşullarının katlanılmazlığını bu mezalime tanık olan herkesten dinleyebiliriz. Hatta Batman sokaklarında kayyımlara karşı direnen, “ne barışı biz bunlarla savaşmak istiyoruz” diyen gençlere rağmen esas talebin barış olduğunu, refahın, onurlu bir yaşamın bir avuç insana değil herkese tanınması gerektiğini rahatlıkla görebiliriz. Çünkü iktidar bloğunun ısrarla sürdürdüğü savaş koşulları yalnız Kürt halkına yaşatılan mezalimle ilgili değil. Mevcut iktidar savaş koşullarını sürekli bir biçimde topluma dayatırken memleketin her yerini sermayeye peşkeş çekip insanların yoksullukla terbiye edilmesi için kendine dayanak oluşturuyor. Bugüne kadar iktidarın faşist ortakları tam da bu sebeple memlekette kurucu bir Kürt sorunu olduğunu yok sayıp esas problemi terör diye göstermeye çalıştı. Halbuki Kürt halkının talepleri belediyelerden meydanlara taşıdıkları bir direniş gündeme gelmedikçe asla tanınmadı. Türk’ün yoksulluğu ise her seçim döneminde devletin savaş koşullarına indirgenerek geçiştirildi, en büyük yatırım silah sanayine, holdinglere, çevreyi talan edenlere yapıldı. Bu sebeple barış diye özlem duyulan şeyin hangi hikayenin bir parçası olduğunu iyi tariflememiz gerekiyor.
Barış, bu hikayede Kürt halkının karşısına, onların yoksul Türk komşularından mürekkep orduları koyanlara bir çağrı olarak karşımıza çıkar. Sınıflar arası savaşın üstünü örtmek uğruna halkları birbirine düşman eden savaşa karşı bir çağrıdır burada barış. Dolayısıyla Kürtlerin barışa çağrısını her koşulda bir demokratikleşme çağrısı olarak değerlendirmeye çalışması, “çözümün” yolunda barışın bir adım olduğunu hatırlatması bizim barışı anlamlandırmamızda önemli bir yere oturmalı.
Bu noktada bir parantez açıp şimdi gündem olan süreç ihtimali ile eski “çözüm sürecinin” önemli farklarından bahsetmek gerekiyor. İlk süreci ortaya çıkaran açık bir toplumsal ihtiyaç vardı. Kürt hareketinin siyasal nüfuzunu arttırdığı 2010’lu yıllardaki çatışma, toplumu bir barış arayışına, her koşulda yoksulların kaybettiği savaşın sonlandırılmasına dönük bir baskıya yöneltmişti. İktidar toplumsal dinamiklerden gelen bir basınca karşılık olarak çözümü gündem etmişti. Bugünlerde ise toplumsal dinamiklerin değil, gelişen yeni uluslararası dengelerin iktidara dayattığı bir “barış” gündemiyle karşı karşıyayız. Mevcut koşullarda Türkiye hükümeti tehdit gördüğü unsurlara karşı yenemediği bir güç olarak Kürtlerin siyasi iradesiyle anlaşmayı masasına almak zorunda kalmış görünüyor. Tam bu noktada iktidar bloğunun barışı yukarıda kurulan bir mutabakata sıkıştırmaya çalıştığından ve fakat esas ihtiyacın bu mutabakatı toplumsallaştırmakta yattığından bahsedebiliriz.
Barıştan kasıt, onurlu ve toplumsal kardeşliğin hüküm sürebildiği bir barıştır. Savaş koşullarının sonucunda esaretin, zilletin talep edildiği bir barış değil. Kimi siyaset yorumcuları liberal dünyanın kavrayışıyla savaşı “yalnızca iki devlet arasındaki çatışmaya” indirgiyor olabilirler. Oysa Kürtlerin direnişi barışı bir mücadele formu, bir varoluş imkanı olarak tarif edegeldi. Fakat esas savaş kendi çıkarları uğruna halkaların kaynaklarını talan edenler, iradelerini hiçe sayanlar ile buna direnenler arasındadır. Bir diğer deyişle, direnenlerin vazgeçmesi teslimiyet, ezenlerin koşullarının dönüştürülmesi ise toplumsal barıştır.
Bu sebeple şu soruyla yüzleşmemiz gerekiyor: Bugün iktidar koltuklarından sözü edilen çağrının Filistin direnişine var olmayı değil yalnızca susmayı öğütleyen Oslo “barış” anlaşmasından bir farkı var mıdır? Bu sorunun cevabı mevcut aktörlerde gizli değildir. Esas cevabı Türk-Kürt kardeşliğinin pratik koşullarını toplumsal ve siyasal zeminde yaratmaya dönük bir hareket belirleyecektir.
FİBG’ten Öğrenilecekler
Tam bu noktada iktidarın oyun sahnesine çomak sokan, onun Filistin ve emperyalizm bahsindeki ikiyüzlülüğünü ortaya seren Filistin için Bin Genç pratiğinden öğrenmeye ihtiyacımız var. Türkiye Cumhuriyeti kurulduğu günden bugüne Batı emperyalizminin ayrıcalıklı bir uç beyi olmanın dışına AKP iktidarında dahi çıkmadı. NATO’nun 2. en büyük ordusu olmakla, İsrail’in çelik tercihi olmakla gururlanan Akp hükümeti İsrail İşgal Güçleriyle yaptığı ortak savunma programlarından sonra bugün Filistin Direnişine ihanetiyle ayakta kalan Mahmut Abbas’la aynı mutabakatı imzalıyor.[1] İsrail ve Azerbaycan gibi Türkiye Cumhuriyeti de günün sonunda emperyalizmin karakolluğunu üstleniyor, Kürecik radarıyla İsrail’i direnişin füzelerinden koruyor. Bu noktada FİBG ve benzeri hareketler AKP’ye kulak kabartan kitleyi cürete, bu iki yüzlülüğü yenmeye davet etti. Filistin için Bin Genç hareketi AKP ve önceki benzeri hükümetlerin ısrarla koruduğu kültürel çatışma sahnesini yarabilmek adına emperyalizme karşı kültürel ayrışmaların değil ezilenlerin öncelendiği, birlikte mücadele edebildiği bir imkanı hatırlattı. İslamcılara emperyalizme ve kapitalizme karşı kurulması gereken cepheyi, Türkiye sosyalist hareketine ise aydınlanmacı ve kemalist statükoculukla gereken mücadeleyi hatırlattı. Dahası toplumsal muhalefetin bağımsız bir ses oluşturmasının nasıl koşullarda mümkün olduğunu, bu sesin koşulları dönüştürmekte ne derece mahir olduğunu bir nebze deneyimlemiş olduk.
Şimdi bu harekete gönül vermiş herkese sormak gerekiyor. Barış için 1000 genç imkanları da burada gömülü değil mi? Filistin eylemlerine katılan, yüreği Filistinle atan koca bir halkı Filistin direnişinin taleplerine çağırdık, Türkiye halkının bu talebi yukarı çıkarmasıyla devlete önemli adımlar attırdık. Şimdi, iradesi mükerrer şekilde gasp edilen, dilleri hala tanınmayan, haksızca mahpus olan ve buna karşı direnenlerin taleplerini de görebilir ve yukarı çekebiliriz: savaş koşullarının sonlanması direnenlerin vazgeçmesiyle değil, direnişi ve barış talebini büyütmekle olacak.
Çağrı basit, bu memlekette sefaletten kurtuluşu asker olup Kürt kanı dökmekte bulanlara karşı sesleneceğiz; kardeşlik arayışını yenmek-yenilmek ikiliğine sıkıştıranlara sesleneceğiz; masaları kapalı toplantı odalarında kuranlara sesleneceğiz: namlular yanlış yere dönük! Silahları yönetenlere çevirin ya da indirin; Kürt halkının taleplerine kulak verin; eşit yurttaşlığı, kardeşliği tesis etmek adına koşulları değiştirin; emperyalizmin koşullarına karşı onurlu bir barışı tesis etmezsek emperyalizmin dayattığı koşullarda savaş hüküm sürecek!
Bu çağrıya odaklanarak ne yapmalı ve bağımsız bir mücadele imkanını nasıl yaratmalı diye düşünmek önümüzdeki en acil görev gibi duruyor. Hangi somut talepler iktidarı direnenlerin onurlu barış çağrısına yakınlaştıracak, çağrısını yapmakla mükellef olduğumuz barışın koşulları neler olmalı? Sınıflar arası barışa karşı halklar arasında barışın tesisi için bağımsız, gençliğin cüretini kuşanan, direnişin somut yararlarına odaklı “onurlu bir barış için gençlik hareketi”ni kurmak ellerimizin altında olmalı. Barış çağrısını toplumsallaştıramadığımız koşulda yukarıda kurulan mutabakatın egemenin çıkarları lehine kolayca bozulabileceğini unutmamamız gerekiyor.
[1] Küçük bir internet araştırması 2023 öncesi de olsa T.C. ve İsrail’in Konya’da yapılan askeri ortaklıklarını rahatlıkla ortaya serer. Ne de olsa NATO ile aynı cephenin parçaları. Ayrıca bkz.
https://artigercek.com/dunya/turkiye-israili-koruyan-abd-savas-gemileriyle-tatbikat-yapmis-315657h