Aydın Karakimseli
İki yıl kadar önceydi. Karlsruhe’de tedrisata ara verip, evvelki yaz başlayıp 15 Temmuz’dan sonra askıya aldığımız, Mahmut Fazıl’ın Anons filmi için İstanbul’a dönmüştüm. Setin son haftalarında bir gün telefonum çaldı. Akif Emre arıyordu, sitemle niye uğramadığımı soruyordu. Filmi Nisan ayından beklenmeyen bir ayazda, İstanbul’un muhtelif metruk fabrika arazilerinde ve tamamen gece çekiyorduk. Haliyle gündüzlerim vampir gibi uyumaya çalışarak geçiyordu. Akif Abi’ye vaziyeti anlattım. Eğer mani olmazsa bir sabah erken vakit çıkıp gelebileceğimi söyledim. Sözleştik. Babamın ilk iş mülakatına girdiği, namaz kılma imkânı olup olmadığını sorunca “bizde olmaz öyle şey” cevabını alarak kös kös geri döndüğü, Ümraniye’deki Netaş fabrikasından sabah ezanı okunurken paydos ettiğimiz bir gündü. Bulgurlu’da set minibüsünden indim. Dünya Bülteni’nden ayrıldıktan sonra kiraya çıktığı yeni evine indim.
Dürdane Abla sofrayı kurmuş, çayı demlemiş. Hal, hatır, dert, tasa. Bir ara söze girdi, “Duydun mu dedi, Aydın Abi’yi Cerrahpaşa’ya kaldırmışlar?”. Kaygılandım. Bundan iki yıl evvel Kayseri’de Mehmet Can’ın Albüm‘ünü çekerken, gene Akif Abi’nin tavsiyesiyle tanımış, ziyaret etmiştim Aydın Abi’yi. O yaşında günde iki paket sigarayı ciğerleri daha fazla kaldıramamışa benziyordu. Fakat durumu ağır, çıkarıp çıkaramayacağı da belli olmadığından doktorlar pek ameliyata yanaşmamışlardı. Akif Abi’ye hemen gaz verdim, set bitiyor, kamera da var. Atlayalım gidelim bir mülakat çekelim Aydın Abi’yle. Hiç olmadı filme bir başlangıç vuruşu olur, sonrası Allah kerim.
Film dediğim, Akif Abi’nin henüz Dünya Bülteni’ndeyken tasarladığı, fakat bir türlü hayata geçiremediği bir belgesel dizisiydi. Anadolu’nun şöhretsiz, fakat mum misali dibini aydınlatan İslamcı aydınlarının portreleri. Eskişehir’de Atasoy Müftüoğlu, Kayseri’de Aydın Karakimseli ve benzerleri. Akif Abi nazlandı, Dürdane Abla söze karıştı “Çocuk ayağına gelmiş, gidin çekin işte ne diretiyorsun” dedi. Ama olmadı. Kahvaltımızı bitirdik. Birer kahve içtik. Akif Abi gidişatın tatsızlığından, çürümenin karanlığından dem vurdu uzun uzun. Onun beni avutmasını bekliyordum ama onu avutmak bana kalmıştı. Beraber çıktık. Çamlıca’ya güneş doğmuş, hava besberraktı. Otobüse bindik. O her zamanki gibi metrobüse bindi. Yeni kurmaya çalıştıkları haberiyat bürosuna yollandı. Bense birkaç saat uyumak üzere Fatih’e.
Set bitti. Bir hafta sonra Karlsruhe’ye döndüm. Sonra Feyzullah’la bir ateş almaya Lizbon’a gittik. Bir sabah Ahmet Kerim’in mesajıyla uyandım. Akif Abi kalp krizi geçirmişti. Öylece bir gün, Campo de Ourique parkında, satranç oynayan ihtiyarların arasında haberleri seyrettik. Cenazeye yetişmem imkânsız görünüyordu. Feyzullah, uçak biletine vereceğim parayı Köşetaşları’na en azından başlamak için ayırmamı önerdi. Öyle de oldu. Bir yıl kadar sonra kızkardeşim, Kayserili bir oğlanla evlendi. Ben de düğün için bu hiç sevemediğim şehre gitmem icab edince, fırsat bu fırsat deyip Aydın Abi’nin kapısını çaldım. Onu mülakata ikna etmek kolay olmadı. Önce Dursun Çiçek, sonra esasen uzak akrabası olan Dürdane Abla. Nihayetinde iki saatlik bir mülakat çıktı ortaya.
Ülkücü komandoluktan, 70’lerin Beyoğlu’sunda geçirdiği derbeder yıllara, en yakın arkadaşı kucağında vurulunca Kayseri’de inzivaya, önce İslamcılığa, sonra partiye ve nihayetinde tasavvufla hemhal olmaya uzayan hikayesini dinledik. Kayseri’de ilk şehir tiyatrosunu kuran, ilk özel televizyonu yöneten, Tarkovsky ve Kurosawa filmleri programlayan, belediye kütüphanesinden emekli olan bir acayip adam. Yukarıda anlattığı, hayatının önemli kırılmalarından biri olan, İslamcılıkla, daha doğrusu ideoloji fikriyle ilişkisini koparıp tasavvuf düşüncesine, başka türlü bir hakikat arayışına yönelmesine vesilen olan Emanet hikayesi ise çok başka. Bir yanıyla Bir Ayrılık, bir yanıyla Kor. Gösterdiğimde Zeki Abi’nin gözüne üç gün uyku girmemişti. Nasıl bir insanlık, nasıl bir çarpılma. “Gözümü açtığımda sabah ezanı okunuyordu. Nerelerde dolaştıysam her tarafım çamur çaylak olmuş”.
Akif Abi sağ olsaydı muhtemelen çok daha başka, uzun ve derin bir mülakat olacaktı. Olmadı. Bu kadarı kısmetmiş. Bu sabah Muhammed İkbal haberi verdiğinde, en azından elimde şükredecek bu kayıt vardı. Hiç olmazsa ahir ömründe üç kere ziyaret etmiş, sohbetini dinlemiş, çayını içmiş, sigarasından üflemiştik. Bir parça da hikayesini terennüm ettirebilsek ne mutlu. Vefatı sağlığında paylaşmaya imkân bulamadığımız kayıtlarını da kamuya açmaya vesile oldu. Hafıza kaydı yahut arşiv biraz da böyle bir şey zaten. Yaşanmakta olanın hıfzı, içinde bulunduğumuz zamanın zaptı. Ruhuna Fatiha…
Allah razı olsun bizi böyle bir insanla tanıştırdığınız için mekanı cennet olsun(gerçi cennetten daha büyük idealleri var aydın beyin) rahmet olsun