Ayağa Kalkanların Hikayesi
“Ebu Müslim rivayet eder ki, Hz. Muhammed Kadisiyye’deyken yanlarından bir cenaze geçer. Efendimiz hemen ayağa kalkar. Sahabe kendisine cenazenin bir Yahudi’ye ait olduğunu söyleyince İslam Peygamberi “Şüphesi ölüm korkunç bir şeydir. Cenazeyi gördüğünüzde hemen ayağa kalkınız””
(Müslim, Cenaiz, 78, Hadis: 1593)
Türkiye’de Kürt siyasi hareketinin tarihi de, cenaze görünce gayrı ihtiyari ayağa kalkmanın tarihidir. Bu ayağa kalkış bir dirilişe, direnişe, var olma haline dönüşür. Bu topraklarda yaşarken var olamayan, inkar edilen, hakikati yok edilmeye çalışılan Kürtler, öldükçe, öldürüldükçe, “etkisiz hale getirilip ölü ele geçirildikçe” hesaba katılmaya, tanınmaya, var olmaya başlar. Yaşamın bittiği yerde ölüm değil, yeni, yepyeni, bambaşka bir hayat başlamaktadır bir bakıma.
19 Aralık 1991’da TSK Pasur ve Solhan’da Serê Sipî kırsalında bir gerilla kampını bombalayarak 16 gerillayı öldürür. Gerilla cenazeleri halk tarafından o güne dek görülmedik bir şekilde sahiplenilir. Cenazeleri kırsaldan kente taşıyarak defnetmek isteyen halkın önü Kulp Çayı Köprüsü’nde kesilir. Kitle direnir, geceyi ateşler yakarak geçirir. Müzakereler sonuç vermez, ip kopar. Ne pahasına olursa olsun cenazelerinin namazını kılıp defnetmeye, dualarını edip kaybettikleriyle helalleşmeye kararlı olan halkın üzerine ateş açılır. Kulp’ta yedi, Lice’de üç kişi katledilir. 22 Aralık 1991 Kulp Katliamı, ölülerine ölü demeyen, onlarda dirilmeye cehd eden bir halkın tarihinde, anlardan bir an, kalkıştan bir kalkıştır sadece.
AKP’li yılları serhildan fenomeniyle buluşturan, toplumsal özgürlük reform vaadiyle iktidar olan bir siyasal projeyi, devletçi reflekslerine, otoriter varoluşuna geri çağıran yine başka bir cenaze töreniyle gerçekleşir. 2006 Newroz’unun akabinde Muş kırsalında kimyasal silahlarla öldürüldüğü iddia edilen 14 gerilladan dördünün cenazesi Diyarbakır’a getirildiğinde olay büyük bir infiale yol açar. Tıpkı JİTEM’in infaz ettiği HEP Diyarbakır İl Başkanı Vedat Aydın’ın 22 Temmuz 1991’deki efsanevi ve kanlı cenaze töreninde olduğu gibi beklenmeyen, çok kitlesel ve kararlı bir sahiplenmeydi söz konusu olan. Ölenin öldüğüyle kalmadığı, tutulamayan yasın öfkeye dönüştüğü bir moment. Devletin buna karşılık tepkisi çoğu çocuk 13 kişinin katli oldu. 28-29 Mart’ta başta Diyarbakır olmak üzere Kürdistan metropolleri silahsız ama çok şiddetli sokak çatışmalarına sahne oldu. Cenaze töreninde katledilenlerin cenazelerinde kitlenin öfkesi doruğa ulaştı. Toprağa verilemeyen cenazeler sanki hayaletleşiyor, bir heyula gibi kenti esir alarak kavuşamadığı toprağın üzerini örtüyordu. Mart 2006 serhildanı, cenazelerle hayatın ilişkisini yeniden sorgulatırken, kamuoyunda taş atan çocuklarla bilinen, Kürdistan sokaklarını kolluk kuvvetlerine dar eden, atacak taşlarından başka birşeyleri olmayan bir kuşağın cezaevlerinde çok yoğun bir imhaya tabi tutulmasında, zorunlu göç koşullarında doğmuş bir jenerasyonun bugün YDG-H çatısında örgütlenen bambaşka bir radikalizme evrilmesinde etkili oldu. Ağabeylerinin, ablalarının, vurulup düşen akranlarının yasını dahi tutamayan bir kuşak, çok şiddetli bir dönüşle Kürt özgürlük hareketinin mücadele tarihinde yerini aldı.
Ölü bedenlerini defnetmek üzere olan insanlar nasıl hedef haline gelir? Yasını tutmak, acılarını sağaltmak, helalleşmek üzere toplanan insanlar nasıl düşmana dönüşürler? Çatışma yaşanmış, kayıplar verilmiş, silahlar susmuş iken, savaşta dahi cenazelerin defni için ateşkes edilirken ölü bedenlere, öldürülenlere ve onun yasını tutmak, inançları üzere kayıplarıyla yüzleşmek isteyenlere yönelen bu şiddetin kaynağı nedir, nerede olabilir? Kürtler neden cenazelerine bu kadar sahip çıkarlar, uğrunda ölecek, ölecek, ölecek kadar? Analar kayıp evlatlarının bir kemiğine ulaşmak için yıllarca nasıl bu mücadeleyi verirler? Evladının bir kabri olmak, başında bir Fatiha okuyabilmenin kadri, kıymeti nedir aslında?
Barış süreci ilan edildiğinde devlet Kürdistan’ın dört bir yanına kalekol ve askeri barajlar inşa ederken, Kürt halkı da mezarlıklar inşa etmeye, yıllardır Kürdistan dağlarının dört bir yanında gömülü, kayıp, meçhul durumda olan cenazelerini çıkarıp cenaze namazıyla inşa ettikleri kabirlere defnetmeye başladılar. Kürdistanın dört bir yanı meçhul mezarlardan artık bayramlarda gidilip bir Fatiha okunabilen kabristanlara dönüşmeye başladı. Barışmak, Kürtler için bir bakıma yasını tutmaya başlayabilmek, kaybıyla yüzleşmek ve acısını yaşayabilmek hali idi. Barış sürecinin bozulması, savaşın tekrar başlaması ise TSK’nın gerilla mezarlıklarını bombalaması, kabirleri tahrip etmesiyle devam etti. Kendi ümmetinden olmayanın cenazesi önünde dahi ayağa kalkan bir Peygamber’in “ocağı” olma iddiasında bir kurum, onun ümmeti olmakla övünüp bunun siyasetini yaptığını iddia edenlerin hükmettiği bir devlet, nasıl olur da mezarları deşen, cesetleri eşeleyen bir zombiye dönüşür?
Bildiğimiz kendi çocuklarının kanını emerek, cesedini kemirerek, her yanından irin akıtarak var olan bu canavarın; kaybedilenlerin, katledilenlerin, naaşının defnine dahi tahammül edilemeyenlerin hayaletlerinin esiri olacağıdır. Onların ruhu bu müstekbir devlete, onun güçlerine, kullarına ve müdafilerine ne huzur verir ne rahat. İyi olmazlar, abad olmazlar. Cenazeye işkence eden, ölüye eziyet veren, kabrinde rahat koymayanın akibeti de hayr olmaz. Müslüman cenazeye hürmet, namazına iştirak, taziyesine icabet edendir. Ölülere dahi rahat vermeyenler, cenazeye saldıranlar, namazını dahi kıldırmayanlar; ayağa kalkan Peygamber’in ümmeti olamaz, ayağa kalkanların karşısında asla duramazlar. Ayağa kalkanların tarihi galip gelecektir.
20 Eylül 2015, Etkin Haber Ajansı