‘Atlar Dönmedi’*
Ruhumuzun içinde kar yağar
Anamızdan doğduğumuz geceden beri
Heybemizi emektar makinelere yükleriz
Fikirlerimizi tıfıl vinçlere
İri buğday tanelerinin trenleri yürüttüğünü bilmeyiz
Biz yangında koşuyu kaybeden atlarız
Biz kirli ve temiz çamaşırları
Aynı zaman aynı minval üzere katlarız
Biz koşu bittikten sonra da koşan atlarız
Sezai Karakoç/ Şahdamar
Marx bir kahindi. Onun dünya düşünce mirasına yaptığı katkılarını yadsıyamayız ancak sosyalizmin gelmesi için kapitalizmin yaşanması gerektiğini söyleyen ve bir açıdan sosyal Darwinci olan bu yaklaşımı için “kehanet” kavramından daha açıklayıcı bir kavram bulamayız.
İşçileştirilmesi “mukadder” olan köylülerin sosyalist ve şehirli bir devrimi sağlaması için iktisadi ve sosyal gerilimlerin derinleşmesi gerekmekteydi. Bu derinleşme kendi içinde dönüşümü sağladıktan sonra farklı siyasal sisteme evrilecek, sonrasında sosyalizme nazaran daha “primitif” olan kapitalist sistem ortadan kalkacaktı. Düşünce dünyasına katkı sağlayan kişilerden de bilimsellik ve kehanet-dışılık beklenmeyebileceğinin hepimiz farkındayız. Ayrıca güncel tartışmalarda klasik ve hatırası güçlü kaynakların kutsanması ve sürekli olarak aynı kavramsal çerçeve içinde kalınması somut sorunların çözülmesine imkan tanımamaktadır.
Fukuyama’nın ”Tarihin Sonu” kehaneti üzerinden otuz yıldan fazla geçti. Henüz kehanetinin yanlışlığını ortaya koyabilecek güçlü bir “devrim” ile de karşılaşmadık. Ancak bazı çatlakların zaman zaman ve artan bir şiddetle tebarüz ettiğini söyleyebiliriz. Özellikle 2000’lerden sonra Latin Amerika’da iyiden iyiye mobilize olan ve “Kurtuluş Teolojisi” kavramsallaştırması ile meşhur olan siyasi örgütlenmelerin yaşadığımız post-kapitalist dönemde, kalıcı bir çıkış noktası aradıklarını söyleyebiliriz.
Latin Amerika’nın “özel” durumundan farklı olarak; özellikle şehirleşme ve sanayileşme süreçlerinde görece olarak daha ileride olan ve hukuk sistemi oturmuş ülkelerde ve farklı demografik yapıdaki Arap coğrafyasında son yıllarda ortaya çıkan yerleşik siyaset tarzından farklı çatlaklar oluşmuştur. Bu durum bize bugüne kadar kullanılagelen siyasi argümanların ve yaklaşımların artık rahatsızlıklarımızı giderecek kifayette olmadığını göstermektedir. Bu oluşumlar kendilerini devlete, bir dini aidiyete, etnisiteye, partiye, sendikaya vb. bağlı hissetmeden, mümkünse bayrak dahi taşımadan (bayraklaştırma yorgunluğu diyebileceğimiz şey) kapitalist sisteme ve onun taşıyıcı uygulamalarına hayır dediler. Bazı hareketler partileşerek ülkedeki siyasi atmosferi domine edebilecek düzeye de erişti. Syriza oldukça “radikal” söylemler ve vaatlerle Yunanistan’da iktidar partisi oldu. Yine İspanyada, Öfkeliler Hareketi’nin Podemos ile meclise yüksek oylarla gireceği konuşuluyor. Arap ülkelerindeki ayaklanmalar ve Gezi Olaylarındaki rahatsızlık da temelde aynı motivasyonlarla olmuştu ancak hali hazırda Tunus dışında dikkate değer bir siyasi mesafe sağlandığını söyleyemeyiz.
Buraya kadarki girişi, esasında yaşadığımız krize dair içine düşmüş olduğumuz entelektüel “fakirlik”i gündeme taşıyabilmek için yazdım. Tüm bu tartışmalar içerisinde bazı düşünürlerin bize sürekli anlatmaya ve detaylandırmaya çalıştıkları otonomi, öz yönetim, iktidar gibi hareket eden ama iktidarı hedeflemeyen, kapitalizme rağmen kendi iç dinamikleriyle fıkıh ve iktisadi çevrimi gerçekleştirebilen sivil direniş hatlarının imkanlarına dair garip bir duyarsızlık hakim. Türkiye özelinde bu tavrın özellikle tarihsel olarak otonomik şehir yapıları kurmuşluğu vaki olan bir toplumda, yerli değerlerin ve yapıların incelenmemesi ve küçümsenmesi açıkçası oldukça garip duruyor.
Yaygınlığı ve meşruluğu bir türlü zedelenmeyen ve yıkılacak gibi görünmeyen, “tüm rahatsızlıkların kaynağı” kapitalizme dair alternatif sistemler ve yaklaşımlar gerektiği üzerinden bir yerlere işaret etmeye çalışan düşünürler çoğu kere muhabbet konusu olmaktan öteye gitmiyor. Marksist gelenekten gelen düşünürlerin “otonomik ve devleti ele geçirmeden pratikler geliştirilmeli” önermeleri kadar olmasa da örneğin Ahilik ve Karmatilik gibi yapılara dair araştırmalar ya neredeyse yok sayılıyor ya da bir şekilde resmi devlet algısı nedeniyle bağlamından koparılarak “faşizm”e malzeme haline getiriliyor. Fikirler tartışılmaktan ziyade, ya daha çok herkesin anlayabildiği kadar kendinde tuttuğu şeyler olarak kalıyor ya da ütopik olarak değerlendirilip güncel olana dair bir hükmü olmadığı söyleniyor. Ancak politik bir retorik üretmek için bile tartışmanın ve pratik çözümlerin kaçınılmaz olduğu fazlasıyla aşikar.
Özellikle emek sömürüsü, topraksızlaştırma, GDO’nun yaygınlaştırılması ve üretim süreçlerine yabancılaşma, bireysel tüketim hazzının beslenmesi, çalışma hayatında tükenmişlik sendromu, kent rantının ve kent sömürüsünün alıp başını gitmesi gibi durumlarla karşımıza çıkan ve bizi içine hapseden sistemden bir çıkış yolun bulunması hala en büyük mesele olarak karşımızda duruyor.
Emeğin yabancılaşması ve artık değer sömürüsü gibi bize yaşatılan kavramlaştırma nedeniyle Marx’ın insanlık için oldukça kıymetli bir yeri var. Ancak tikel alana dair(faiz ve ahlak meselesi gibi) kayda değer bir metni ve görüşü olmamasına rağmen kehanetinden ve köylülerin işçileştirilmesini eleştirmemesinden Batı dışı toplumların kimyasına uymadığını söyleyebiliriz. Hali hazırda Marksizm üzerine kafa yoran ve söylem üreten düşünürler de bu durumun farkındalar. Kehanetin ve temelde bazı şeylerin gerçekçi muhalefet imkanları kapattığını kabul etmek durumunda kalmışlar. Haliyle devletin ele geçirilerek “devrim” yapılmasının bizi sistem sorunundan çıkarmayacağını ve kapitalizmin tahribatını ortadan kaldıracak ve rüzgarı tersine çevirecek yatay ve yerel yapılanmaların gerektiğini söyler hale gelindi. Bu tespitlerin Holloway, Harvey, Zizek gibi düşünürlerce dile getirilmesine rağmen ülkemizde hem İslamcı düşünürler hem de Marksist düşünürlerin yanı başlarında olmuş tecrübeleri hafifsedikleri bir vasat içindeyiz.
Açıkçası İsmet Özel’in 1940’ların sonunda süvari birliklerin kaldırılması ve atlarımızın at vebası bahane edilerek yok edilmesi hadisesinde işaret ettiği şeyi küçümseme konforuna sahip değiliz.
İşlerin en doğrusunu Allah bilir.
* Kesmeşeker’in 2011 tarihli Doğdum Ben Memlekette adlı albümünün giriş şarkısının adı.
Bedri Soylu’nun kalemine teşekkürler. Nokta atışı bir yazı olmuş.