Asla Yalnız Ev Taşımayacaksın
Sitemizi takip edenler uzunca bir süredir buraya yazmadığımın farkındalardır. Kendi had ve hesabıma yürüttüğüm siyasetin izdüşümleri olan bu iddiasız performanstan uzak durmamın sebebi, bir müddettir kendi dışımda başkalarına karşı da sorumlu olduğum bir müştereğin parçası olmam. Bu durumun getirdiği koşullar, söz söylemeye dair cömertliğimden beni alıkoydu. Suskunluğuma ara vermeme vesile olan bu hikaye ise memlekette -eğer hala öyle bir yer varsa- değil, cellatların ve muhbirlerin hüküm sürmediği henüz yurt edinmediğim bir yerde geçiyor. Coğrafyalar değişse de bağzı şeyler hiç değişmiyor…
Üniversitedeyken DİSK çatısı altında, öğrenciliği bir emek biçimi ve sömürü ilişkisi olarak tarif eden ve bu temelde faaliyet yürütmeyi hedefleyen Genç-Sen’in kuruluşuna dahil olmuştuk. O dönemde bizim okul ve havalisinde Liverpool’un meşhur ‘Asla yalnız yürümeyeceksin’ sloganından mülhem, ‘Asla yalnız ev taşımayacaksın’ cümlesini şiar edinmiştik. Esprisi ise basitti, toplu sözleşme hakkı, fonu, tazminatı olmayan bir sendikada umudu ve dayanışmayı vaat ediyorduk arkadaşlarımıza. İster genç işçi (eskiden buna bekar derlermiş) olsun ister öğrenci o sefil evlerin rutubetini, gadrini çeken herkes tatmıştır bu pis duyguyu az buçuk. Mal sahiplerinin alçaklığı, kahrını çeken eşyanın, kir-pas içindeki ocağın, buzdolabının daracık merdivenlerde kabusa dönmesi, söz veren herkesin son dakikada ekmesi, kamyoncuların üç parça eşyaya dünya para istemeleri, emlakçıya kaparo, faturalar derken taşınmadan sonraki birkaç haftanın Deniz Feneri dramları tadında geçmesi. Eski Türkiye’den manzaraları burada keselim. Hülasa tatsız bir iştir taşınmak. Yalnızsanız daha bahtsız. İşte bu sloganın hakkını vermek istercesine yoksulundan conconuna az ev taşımamıştık Hisarüstü’nde. Her birinde değdiğimiz ve biriktirdiğimiz hatıralar, Anayasa Mahkemesi’nin ‘işçi’ statüsünü çok görerek kapatma kararı verdiği memleketin ilk öğrenci sendikası ‘Genç-Sen’den heybemize kalanlar.
Durup dururken bu hikayeyi hatırlamamın sebebi ise, bütün haftayı canlı yayın stüdyosunda geçirmiş, yetmezmiş gibi bir de gece çekimlerini sabaha kadar montaja yetiştirmişken, Cumartesi sabahımı kahve eşliğinde brioche ekmeğime marmelat sürerken, haftalık gazeteleri okumak yerine kalkıp ev arkadaşımın atölyesine, taşınmaya yollanmam. Buralarda da az buz mesele değil tabii, hele talebeysen, yahut asgari ücretli ya da sosyal yardımla geçinen güvencesiz bir sanatçı. Eski ev arkadaşlarıyla geçinemeyip, yeni ev boşalana kadar yazı bizim evin boşalan odasında misafir geçiren I. nihayet şehrin Batı yakasındaki mutena bir mahallede, atölyesinden vazgeçmeden kirasını tek başına ödeyebileceği, eski bir apartmanın iç avlusuna inşa edilmiş ikinci bir binada bir çatı katı bulabilmişti. Bulur bulmaz da taşınma hazırlıkları başladı tabii. Aylar öncesinden arkadaşlarla randevulaşıldı, müşterek vasıta programından bir kamyonet rezerve edildi, onu sürecek ehliyet sahibi bir arkadaşa rica olundu. Adeti olduğu üzere yakınıp sızlanarak bitmek bilmeyen ev maceralarını anlatırken ‘Olur mu öyle şey, taşırız tabi’ diye teklifsizce çıkıvermişti ağzımdan. Öyle ya, İtalya göçmeni Arnavut ev arkadaşıma, insanlığın ölmediğini ispata yeltenmiştim.
Gelin görün ki, atölyeye vardığımızda taşıdığımızın buralarda ‘ikamet topluluğu’ denen bizdeki öğrenci evi muadilinden öte bir şey olduğunun farkına varmam çok almadı. On yıldan bu yana Güneybatı Almanya’nın bu orta karar şehrinde mukim ev arkadaşım, anlaşılan gurbeti ev edinmek için kendini şeylerin çekici dünyasına vermiş, ‘kanaat ekonomisini’ bir söylem olarak benimsemekle iktifa etmişti. Anane evlerinden fırlama koltuklar, misafirlerin kıvançla çaldığı plaklar, romanını yazmayı bekleyen sarı bir daktilo, yılda bir kere kutusundan çıkarsa kendini şanslı addeden raklet, eprimiş deri bir koltuk, boy aynaları, müzik seti ve daha bir sürü şey. Çekilmez hayatları, çekilir kılmak için medet umulan, arzular dünyasının metaları.
Kan ter içinde bir oğlan çıkageliverdi. Anlaşılan I. C., U., K., ve fakirle yetinmeyip gençlik merkezinden gözüne kestirdiği bu fotoğraf meraklısı oğlanı da Cumartesi kurbanlarına dahil edivermişti. S. gelir gelmez ceketini pandemiden ötürü pek de kimsenin uğramadığı atölyenin, yağlıboya ve fırçalarla dolu bir masasına atıverdi. I.’nın ilk işi onu ikaz etmek oldu ‘Orası benim değil’. Başkasının ‘özel’ alanına saygıdan ibaret bir cümle. Kişisel olana gösterilen abartılı bir dikkat. Belki de basit bir sorumluluk duygusu. Peki yeni betonarme bir binanın arka avlusunda, savaş sonrasının tipik çelik karkaslı, ahşap duvarlı binasında, tam da böyle olduğu için maliyeti ucuz, ona rağmen kirası ancak paylaşılarak ödenebilen bu kolektif atölyede ‘özel’ olan tam olarak neydi?
Normal şartlar altında değil ellemek, yanına yaklaşmanın dahi Federal Almanya kanunlarına tabii olduğu sabık ev arkadaşımın bütün ‘özel’ eşyalarına tek tek kucağımda, omzumda, sırtımda taşırken kafamı kurcaladı bu soru. Özel olan neden bu kadar dokunulmaz, mülk neden bu kadar kutsal, hukuku neden bu kadar katı? Ve buna rağmen nasıl oluyor da bu kadar özel eşyalar eninde sonunda benim elimde nihayet buluyorlar. Hiç üstüne vazife olmayan, samimi dahi olmadığı ev arkadaşının emeği, eşyalarının mülkiyetini nasıl geçici olarak askıya alan bir güce dönüşüveriyor? I.’ya gönüllü emeğimi teklif ederken, neyi vaat ediyor, karşılığında ne alıyorum?
Saatlik kiralanmış kamyoneti yeni evin kapısına yanaştırdığımızda, manzara pek de hoş geldine uygun değildi. Cuma gününden apartmanın önüne bırakılmış ‘Lütfen Cumartesi 11-13 saatleri arasında bu park alanını boş bırakınız. Ev taşınacaktır’ yazılı iki tabela ve kırmızı şerit itinayla kaldırıma bırakılmış, kamyoneti çekmeyi umduğumuz yer işgal edilmişti. Belki I.’nın yeni komşularıydı ve tabii ki semt pazarının kurulduğu Cumartesi günü arabalarını uzak bir park yerine bırakmaya erinmişlerdi. Ya da basitçe umurlarında değildi. Tıpkı kamyoneti mecburen, sol şeride park ederek bir sokağı bir arabanın zor geçeceği kadar daraltmamıza tepki gösteren bir Mercedes şoförünün söylediği gibi. Kimin umuruydu, kimin sorumluluğuydu? Gönüllü hamal ekibi, büyük bir panikle kamyonete saldırdılar. En kısa sürede sokak serbest trafiğe açılmalıydı. Neden hepimize ait olan sokağı, mecbur kaldığımız ve başkaca bir çaresi olmayan (eşyaları helikopterle nakletmek dışında) bir durumda, geçici olarak kapatmak yerine, tekil sürücülerin kayıtsız, şartsız serbest geçişlerini öncelemek durumundaydık?
Arkadaşlarımın buna bir yanıtı yoktu çünkü daha trajik bir sorunla karşı karşıyaydık. Aylar süren taşınma hazırlıklarında her detay sonuna kadar düşünülmüş, öyle ki taşınma sonrasında gönüllü hamallara ısmarlanacak pizzanın vejetaryen mi yoksa vegan mı (hiç de hafife alınacak bir soru değil halbuki) olduğuna kadar planlanmış, fakat yeni evin epey yüksek ve bir insanın zor geçecek kuturdaki merdivenlerinin bahsi bile geçmemişti. Özel mülkiyetin sınırları hakkında beni derin düşüncelere gark eden eşyalar, şimdi Hisarüstü bodrum ve çatılarını aratmayan bir evsafta kabusa dönüşmeye meyletmişlerdi. Arkadaşımın kısa gurbet hayatında biriktirdikleri tek tek elimizden geçerken, alnımızın teri, elimizin kiri her birinin yüzeyinde aşınabilecek ama aşılamayacak bir ize dönüşmekteydi.
Ama henüz esas şokla karşılaşmamıştık. İlk kamyon bitti, ikinci turu yüklemek üzere atölyeye döndük. Kanepe, döşek, 60’lar havasında bir komodin, ayaklı abajurlar yüklendi. Neo bohem havasında tipik bir sanatçı evi için olmazsa olmaz eklektik parçalar. Sonra I.’nın epey yüksek kirasına rağmen mal sahibiyle anlaşmazlığa düşüp ayrıldığı evine gittik. Buzdolabı ve çamaşır makinesi yüklenecekti! Güneybatı Almanya’nın hızla bir endüstri havzasına dönüştüğü yıllarda, çocuklu işçi aileleri için düşünülmüş geniş beton sahanlıklı apartmanın merdivenlerinden üçüncü kata çıktığımızda durumun vahametini kavramıştım. Buzdolabı hiç de düşündüğüm kadar küçük değildi. Çamaşır makinesi zaten hesapta yoktu. Haftada üç gün basketbol maçlarını sektirmeyen U. belinin sakat olduğunu hatırlatarak işin içinden sıyrılıverdi. İş başa düşmüştü.
C. hemen bir İngiliz anahtarı isteyerek mutfak dolabının altında makinanın temiz ve kirli su bağlantılarını sökmeye koyuldu. Ben de akan suyun altına tutacak bir kova koşturmaya. I.’nın eski ev arkadaşları aylardır odanın ortasında duran buzdolabından kurtuldukları için sevinçliydiler. Monoton bilgi işlemci hayatlarında, pandemiye rağmen verdikleri kaçak ev partilerine fırsat açılmıştı. Öyle ya, o koca terasın kirasını boşuna vermiyorlardı. Mutfağın açıldığı oturma odasının ortasındaki dev LED televizyonla altındaki Play Station ve mutfaktaki boş bira kasaları, feminist edebiyat tutkunu fotoğraf sanatçısı I.’nın arzuladığı ev ortamına pek de yakın durmuyordu. Bir hayvan leşinden daha ağır buzdolabını, el arabasının lastik tekerlekleri üstünde basamak basamak zıplatırken, I.’nın ev arayışının o kadar gereksiz olmadığına kanaat getirmiştim. Eski ev arkadaşlarından biri arkamdan bağırdı ‘Yana çevireceksin, üste değil’. Marangoz ve çellist C. çevik bedeniyle buzdolabının ağırlığını çekerken lafı yapıştırıverdi ‘Adı Mustafa olduğu için onunla bağırarak konuşman gerekiyor değil mi?’. Bir türlü doğru dürüst belleyemediğim yer yön zarflarını hatırlamaya çalışırken, I.’nın eski ev arkadaşının bana bağırmasının, sesini duyurmak için değil beni azarlamak için olduğunu fark etmemiştim. Ya da gecelerini derin webde Neonazi forumlarında geçirmesine şaşırmayacağım bu bilgisayar mühendisi ineğin gündelik ırkçılığını kendime yakıştıramadığımdan duymazlıktan gelmiştim.
Buzdolabı ve çamaşır makinesi ne de olsa leasingle alındığı ve her türlü hasara karşı sigortalandığı için pek de hor kullanılmış olan müşterek kiralık kamyonetin kasasından, yeni konaklayacakları evin avlusuna indiklerinde acı hakikatle yüz yüze gelmiştik. Dayanışmanın da bir sınırı vardı. I.’yı yalnız bırakmamış, zor gününde yanında olmayı başarmıştık ama onu buzdolapsız bırakmaktan başka çaremiz yoktu. Çünkü bu dik ve daracık merdivenlerden değil yatay, dikey olarak dolabı forklift gibi kaldırmaya çalışsak bile boyu eşikten aşmıyordu. Mühendislik hatası, gönüllü olarak I.’ya hibe ettiğimiz kol emeğimizle kapatılır gibi değildi. C. ile son bir gayret çamaşır makinesinin altına giriverdik. Üstün Alman teknolojisiyle donatılmış, vibrasyon önleyici beton bloklarla Boğaz’ın dibine gömülen garibanlar kadar talihsiz bir ağırlık, bisiklet sevdasına İstanbul asfaltında çürüttüğüm iki çökük omur diskimin üstündeydi. Yalnız yaşayan, işsizlik maaşıyla geçinen bir sanatçının neden bu kadar çok eşyaya, hele hele beyaz eşyaya ihtiyacı vardı? Göçmen akınıyla beraber konut sıkıntısının had safhaya ulaştığı, birinin çıkıp öbürünün taşındığı bu apartmanlarda beyaz eşyalar neden sabit değildi ve en önemlisi çöp torbasından kapı pervazına, her şeyin ama her şeyin standardize edildiği, düzenin asla şaşmadığı yerin en önemli yönetişim aracı olduğu bu tuhaf memlekette üretilmiş bu buzdolabı neden bu merdivene sığmıyordu?
Çünkü bu güneş görmez çatı katının daracık merdivenleri bu eşyayı taşımak için yapılmamıştı. Çünkü burada oturan insanlar yüzyıl başının demiryolu limanında çalışan yük işçileriydi. Açık hava hangarından bu avluya ulaştıklarında kir pas içindeki bedenlerini saman dolu döşeklerine atmak dışından bu mekana atfettikleri bir işlev yoktu. Onun için tuvalet ve mutfak bu kadar eğretiydi, zira sonradan yapılmışlardı. Peki bu kadar eski bir bina neden yıkılıp yerine daha yenisi ve yükseği dikilmemişti. Çünkü yapı yönetmeliği ve konut piyasası böylesini daha uygun görüyordu. Ren’in öbür yakasında doğan sakallı abimizi ‘bir heyulanın dolaştığına’ ikna eden o işçilerin yurdu, bugünün esnek, güvencesiz çalışan, fatura kesmeye zorlandığı için serbest meslek erbabı kabul, ama geçinmek için çok da makbul olmayan emeğini satmaktan başka çaresi olmayan beyaz yakalı kültür işçisi bir göçmen kadına ev sahipliği yapacaktı.
Buzdolabını avluda bırakarak I.’nın yeni evinin oturma odasında, bir zamanlar eski sevgilimle kuracağımız mütevazı hayat için pahalı koltuk takımı yerine bir kanaat abidesi olarak almakta direttiğim, uğruna kavgalar ettiğim, şimdilerde bohem evlerin vazgeçilmez yatak çözümü olarak kullanılan bir çift paletin üstünde, vejetaryen pizzadan bir dilim alırken Proudhon’un neden özel mülkü hırsızlık olarak tarif ettiğini hatırlıyorum. Hissiyatım odur ki mesele salt mülkiyetin mahiyetinden ibaret değil. Bizleri birbirimizden ayırıp bu daracık odalara mahkûm, bütün bu eşya yığınının altına hapis eden bir ‘özel’ alan fikrinin de başlı başına bir melanet, uğursuzluk olduğu. Çokluktaki rahmetten men edip, tekilliklerin doymak bilmezliğinde bizleri boğan bir özellik. Bizleri yalnızlaştıran, güçsüzleştiren, güvencesizleştiren bir birey fikriyatı. Kutsalı kendi, fetişi mülkü olan çıkışsız bir döngü. Döşemeye, eşyalara, ihlal edilemeyecek kurallara zarar gelmemesi için gün boyunca ikazdan geri durmayan, kaygıyla oradan oraya koşturan I. yanıma geliyor. Mahcup bir edayla elini omzuma atarak teşekkür ediyor, haftaya bizi yemeğe davet ediyor. Göçmenlik, artistlik, yoksunluk buraya kadar, burada bitiyor. Merdivenlerin en dik olduğu yerde, biraz buruk, epey mütevazı, tam değil noksan olsa da yeni bir hayat başlıyor. Asla yalnız olmamacasına…