Antakya Notları
Bu yazının ana gövdesi 6 Şubat saat 22.00’da Antakya’ya doğru yola çıktığım andan itibaren tuttuğum ufak notların bir derlemesinden oluşuyor. Temelde arama kurtarma çalışmaları ve yardım dağıtım faaliyetlerine dair gözlemlerimin aktarıldığı iki ana bölümden oluşuyor yazı. Gözlemlerimi olduğu gibi aktarmaya, üzerine çok fazla yorum yapmamaya çalıştım. Ancak sahada gördüklerimden duyduğum öfke ve üzüntünün insanın ruhuna çöken ağırlığından hiçbir iz taşımadığını iddia etmiyorum. Bununla birlikte, bir sonuç kısmı da yazarak yazı boyunca yapmadığım yorumların bir kısmını orada yazmaya çalıştım. Derinlikli bir analiz, dört başı mamur bir eleştiri yazısı değil bu. Adil şahitliğimi paylaşmak için düştüğüm bir not.
Depremin olduğu 6 şubat gününün akşamında, AFAD, Kızılay ve bakanlıklarla koordinasyon içinde olan bir federasyon ile, arama kurtarma ve insani yardım çalışmalarına destek olmak üzere bölgeye doğru yola çıktım. İstanbul’dan Ankara’ya oradan da Aksaray – Niğde – Adana – Hatay güzergahı üzerinden Antakya’ya vardım. Vardığımda depremin üzerinden tam 30 saat geçmişti.
Antakya’ya girer girmez sağlı sollu enkazlar ve yıkıntılar ile karşılandık. Betonarme yapıların arasında hasar almamış, sağlam kalmış bina parmakla sayılacak haldeydi. Bir o kadarcık da az hasarlı bina vardı. Geri kalan bütün binalar ağır hasarlı ya da enkaz haldeydi. Antakya hayalet kent olmuştu. Koca bir ilçede (390 bin nüfus) geceyi evinde geçirebilecek kimse yoktu.
Arama Kurtarmanın Durumu
Oradayken, ilk 48 saat içinde Antakya’nın neredeyse her yerini gezdim, ahvali görme fırsatı elde ettim. Gördüğüm olumlu tek bir şey vardı: Antakya millet bahçesine kurulmuş 100 küsur Kızılay çadırı. Kurulmuş olmaları iyi. Ama kurulup bırakılmış gibilerdi daha çok. Etrafta ne bir dağıtım noktası, ne koordinasyon için bir bilmemne. İnsanlar başlarını sokuyorlardı oradaki çadırlara ama temel ihtiyaçlarından birçoğu hala karşılanmıyordu. Bu yardım ve dağıtım meselesinden aşağıda daha genişçe bahsedeceğim.
Antakya’da adım başı enkaz olmasına rağmen arama kurtarma (AK diyeceğim bundan sonra) ekipleri bir hayli azdı. İlk 48 saat içinde arama kurtarmaya dair planlanmış bir çalışma yürütülmedi. Az sayıda bulunan AK ekipleri mahalleler arasında gezinip gözüne kestirdikleri enkazlara çıkmaya çalışıyordu. Enkazları seçerken artçı esnasında yıkılma tehlikesi, içeride canlının olup olmaması/ses alınıp alınamaması, ekipman gerektirip gerektirmediği gibi kriterler göz önünde bulunduruluyordu. O sırada sahada bulunan az sayıda AK ekibinin de yeterli ekipmanı yoktu. Ekipman ve koordinasyon 50. saatin sonunda ufak gelişmeler kaydetmeye başladı. 72. saatin sonunda arama kurtarma çalışmaları ancak düzene oturdu.
Bugünlerde haberlerde mucizevi biçimde 80+ saat sonra enkazdan sağ çıkan kimselerin varlığı 80- saat öncesinde düzenli bir AK çalışması yürütülmemesiyle ilişkili. Demek istediğim, bu insanları sağ çıkartan ekiplerden Allah razı olsun, bu canlar bize bağışlanmışlar sahiden ancak mucizevi biçimde 80+ saat enkazda hayatta kalmak zorunda olmadan da bu insanları enkazdan çıkartmak mümkündü, planlı bir çalışmayla. Hatta daha fazla insanı, mucizevi hayatta kalışlara gerek duymadan.
Antakya bir enkazlar kenti. Enkazların başında enkaz sahipleri, yaktıkları ateşte ısınmaya çalışarak birilerinin AK ya da yardım için gelmesini bekliyordu. Şanslı olup bütün ailesi kurtulanlar arabalarına atlayıp (yada bir yol bulup) şehri terk ederken, şanssız olanları enkaz başında durup, enkazdan sesler duyup, sevdiklerinin o beton yığının altında kaldığını bildiği halde bir şey yapamıyordu. O çaresizliği kelimelere dökmem mümkün değil. Amacım da bu acının tarifini vermek değil. Ancak hem sahayı düzgünce anlamak için hem de ne yapılması gerektiğini düşünürken bu halin farkında olmak gerekiyor. İşte böylesi bir durumda bulunan enkaz sahipleri belki bir faydası dokunur diye gördükleri her ekibi kendi enkazına sokmaya çalışıyorlardı. AK ekipleri ve bölgeye dışarıdan geldiği belli olan kimseler enkaz sahipleri tarafından enkazlarına çıkmak üzere çağırılıyordu. Bu çağrılar yalvarışa ve siteme uzanan biçimlerde de cereyan etti. “Madem enkaza girmeyeceksiniz, madem bize yardım etmeyeceksiniz neden buradasınız” şeklinde haklı sitemlere yol açıyordu bu durum. Bu çaresizlik en az ilk 48 saat boyunca sürüp gitti.
Biz grup olarak Akevler mahallesindeki iki enkazda çalıştık. Başka bir AK ekibi ve birkaç asker ile yürüttüğümüz iki çalışma neticesinde iki sağ çıkartmak nasip oldu, Allah’a hamdolsun. Ancak enkazdan çıkan sağları hastaneye taşıyacak ambulans bulamadık. Özel araçlarla, daha sonra götürülmüş olmalarını umuyorum. Aynı akşamın daha ileri saatlerinde Atatürk caddesinde rastgeldiğimiz ve bizden sedye taşımasına yardım etmemizi isteyen bir ambulans acil tıp teknisyeni, bütün ambulansların hastanede beklediğinden, kente girmediklerinden bahsetti öfkeyle. O esnada çevreden ambulansı görenler kendilerinin cenazelerini de almasını rica etti ambulanstan. Ambulans yer olmadığı için almadı. Bizim çalıştığımız sokakta, kaldırımda yorgana sarılmış vaziyette yatan bir cenaze duruyordu. Arkadaşım, mütevvefanın oğluna, cenazeyi bir otomobilin arka koltuğuna yerleştirmesinde yardım etti. İlk 48 saatteki koordinasyonsuzluk o boyuttaydı ki insanlar kendi ölülerini taşımak ve hatta uzun saatler onların başında sokak ortasında beklemek zorunda kaldılar. Bütün maddi yıkımın yanında, bu psikolojik yıkımın üstesinden nasıl gelinebilir bilmiyorum.
Enkaz çalışması yaptığımız sokakta ses duyulan enkaz sayısı ikiden fazlaydı. Ne var ki daha fazla ekipman ve hazırlık gerektiren enkazlar olduğundan girmemiz mümkün olmuyordu.
Oradaki arama kurtarmanın durumu hakkında çok şey anlatacak son bir anekdot ile dağıtım kısmına bağlayayım: üçüncü günümüzde kamp yaptığımız mahalleye gelen bir yardım tırının (Konya’dan bir grup arkadaşın aldığı bir inisiyatif) dağıtılmasına yardım ettik. Gıda ve giyim karışık getirmişlerdi. insanları sıraya sokup, su, süt, bebekleri varsa mama, içlik ve battaniye gibi ihtiyaçlarını karşılamalarına yardım ediyorduk. Sıraya girmemiş 50’li yaşlarında bir amca, ürkek adımlarla yanımıza yaklaştı ve “kefen var mı?” diye sordu mahcubiyetle. Ben otomatik bir yanıt olarak yok diye mırıldandımsa da tırın üzerindeki Konyalı arkadaşlardan biri “var amca gel” dedi ve kendisine bir paket kefen verdi. İnsanlar ne enkazlarına girecek ekiplere ulaşabildiler ne de cenazelerini kaldıracak ambulansa, hatta kefene.
Yardımların Durumu
Orada bulunuşumuzun üç gününde yardım dağıtım ve depolama işleriyle ilgilendik. Bir sivil inisiyatifin mahalle içindeki dağıtımında, bir de devletin Hatay Stadyumundaki deposunun düzenleme ve dağıtımına rol oynadık.
Konya’dan bir sivil inisiyatif bir tırla gelmişti Antakya’ya. Tırın etrafında depremzedelerin sıra oluşturmasını sağlayıp su, süt, konserve yiyecek, ekmek, içlik, ped, bebek maması, kefen vs dağıtımını gerçekleştirdik. Yukarıda bahsettiğim kefen isteyen amca olayı da böyle gerçekleşti. Kefen olduğunu öğrenen depremzedeler daha sonra kefen de aldılar. Sanıyorum ki başta olmayacağını düşünüp bir yandan da sormaya çekindiler. Bir noktada ihtiyacımız olduğunda depremzedeler gönüllü olarak bize dağıtımda yardımcı oldular. Ayrıca çoğu depremzede ihtiyacından fazlasını almamakta ısrarcı davrandı. Gördüğüm kadarıyla sivil inisiyatiflerle doğruca mahallelere gitmek çok daha faydalı bir uğraş. Zira devlet denetimine giren yardımlar depolarda bekletildi, dağıtım süreci bir hayli uzadı.
Aile ve sosyal politikalar Bakanlığı’nın koordine ettiği (edemediği) bir depo olarak kullanılıyordu Hatay Stadyumu. Asker tarafından korunuyordu. Bir yanda ülkemizin dört bir yanından ve farklı memleketlerden (İtalya ve Çin’den gelenleri gördüm) gelen AK ekipleri diğer yanda 50 küsur çadırlık bir depremzede kampı yer alıyordu. Asker, depremzedelerin depo ve AK ekiplerinin bulunduğu alana geçmesine izin vermiyordu. Depo giyim ve gıda/hijyen olarak ayrılmıştı. Gıda ve hijyen düzenlenmiştiyse de giyim deposu inanılmaz bir dağınıklıktaydı, tırlardan indirilen her şey rastgele fırlatılmıştı. Oradan herhangi bir kimsenin bir şey bulması mümkün değildi. Biz özellikle giyim deposunu elden geçirmeye karar verdik. Aslında 2 gün boyunca oranın düzenlenmesiyle uğraştık. Sıfır ve ikinci el ürünlerin cinsiyet, çocuk/yetişkin vesaire olarak tasnifiyle ilgilendik. Deponun kendisinin kaotikliğinin yanında, depoya gelen yardımların dağıtımı, ihtiyaç sahiplerine ulaştırılması noktasında da inanılmaz bir kargaşa bulunuyordu. Günde 3-4 tır her türden yardım malzemesi geliyordu depoya, halkımızın cömertliğine tekrar hayran oldum orada (üstelik hatay’daki tek depo bu stadyum değildi). Ancak bu yardımlar yerine çok geç ulaşıyordu. Asker yardımları indiriyor karışık biçimde, deponun da kapısını kapatıyor, öylece bekliyor sonra. Etraftaki depremzedelerin depodan bir şey alabilmesi için bakanlık görevlilerinin aracı olması gerekiyordu. Görevliler ihtiyaç tespiti yapıyor, liste hazırlıyor, ona göre depoya gelip alıp gidiyorlardı. Bu şekilde 3 günde toplam 60 ailenin ihtiyacı karşılanmıştır diye tahmin ediyorum. Bunun dışında bir de kendi aracıyla gelen ve ihtiyaç duyduğu malzemeleri almayı bakanlık görevlilerine kabul ettirebilmiş olan şahsi inisiyatifler dağıtıma çıkmak üzere bizden malzeme alabiliyordu. Temelde bu faaliyetin duyurulması ve arttırılması gerekiyordu. Ancak arttırılmadı.
Giyim deposundaki dağıtımın yani battaniye, mont, ayakkabı/bot, içlik, pantolon vesaire dağıtımınlarının bu denli aksıyor olmasının temel nedeni giyim deposunun biz el atana kadar karman çorman bir vaziyette olmasıydı, oradan bir şey bulmak mümkün değildi. Ki biz ancak Perşembe günü düzenleyebildik orayı, yani dördüncü gün. Biz giyim deposunu düzenledikten sonra peyderpey dağıtımlar başladı. Depodan malzemeler ya oradaki çadırlarda yaşayan depremzedeler için, ya AK ekiplerinin ihtiyacını karşılamak için (Türkiye Taşkömürü Kurumu’ndan gelen madenciler bot istedi mesela, bu gibi ihtiyaçlar) ya da kent içinde ve köylerde dağıtım yapacak küçük araçlara sahip bireylerin başvurularıyla çıkartılıyordu ancak. Bunlar mümkündü ama duyurulmamıştı, insanlar bundan habersizdi. O depo daha aktif, daha hızlı ve daha koordineli çalışabilirdi. Ama bir atalet hakimdi. Devlet bu depodaki malzemelerin mahallelere dağıtılması için görev almıyordu. Malzemeler biz gelmesek daha kaç gün orada bekleyecekti bilmiyorum. Bu gecikmenin kaç insanın kaç gece soğukta üşümesine, belki donarak hayatını kaybetmesine neden oldu diye sormak zorunda hissediyorum.
Depoyu koruyan askerler stadyum etrafındaki depremzedelerin (ki çoğunluğu Suriyeli olmak üzere göçmen ve yerli karışık bir nüfustu bu) depodan malzeme çaldığını, bunların Suriyeli olduklarını ve onları yakaladıklarında dövdüklerinden bahsetti. İhtiyacı giderilmeyen bir sürü ailenin hemen yanında böyle bir depo duruyorken başka nasıl davranmaları beklenebilir bilmiyorum. Günde 3 – 4 tır gelip malzeme bırakıyordu ama buna nispetle bir hayli az liste geliyordu depoya dağıtım için.
Sonuç yerine
Bu metinde kabaca Antakya’ya dair gözlemlerimi ifade etmeye çalıştım, pek yorum yapmadan. Bu bahsettiklerim birçokların zaten sosyal medyada okuduğu şeyler. Yine de sosyal medyadan edinilen bilginin genel güvensizliğinden azade, doğrudan sahaya gidip görmüş birinin ilk ağızdan yazdıklarını, şahitliğini okumak daha anlamlı olur diye düşünüyorum.
Temelde, neredeyse kasıtlı bir organizasyonel boşluk var afet yönetimine dair. Antakya ve Adıyaman (orada bulunan arkadaşlarımızdan duyduklarıma dayanarak) başta olmak üzere afetin vurduğu birçok noktada önce arama kurtarma sonrasında ise yardım dağıtım meseleleri çok ağır ve verimsiz biçimde gerçekleştirildi. Afetin olumsuzlukları daha hızlı ve daha iyi bir şekilde silinebilirdi. Daha çok can kurtarılabilir, depremzedelerin temel ihtiyaçları (daha hızlı) karşılanabilirdi. Ne var ki bu ilk 6 gün içinde olmadı.
Dosdoğru söylemek gerekiyor ki doğal afetin bu denli can almış olması doğal değildir. Kasti, göz göre göre, neredeyse bilinçli olarak işlenmiş bir katliamdır bu. Katliamdır, zira alınabilir önlemler alınmadı ve yapılabilir planlar yapılmadı. Adıyaman’daki sağlık çalışanının da dediği gibi, enkazlarda can veren bütün insanlarımızın kanı iktidarın ellerindedir.
Asrın felaketi martavalları felaketin büyüklüğünü işaret ederek plansızlığın ve tedbirsizliğin üstünü örtmeye çalışmaktadır. Zira iktidar da biliyor ki bu bilinçli tedbirsizlik hali gün yüzüne çıktıkça çizdikleri kadir-i mutlak devlet imajı yerle bir olacak. Rahmetli Akif Emre’nin de dediği gibi, bu deprem sahte hakikatleri sarsacak, yerle bir edecek, bundan korkuyorlar. Depremin siyaseti olmaz diyenlerin bir kısmı da iktidarın ajanları olarak bu korkudan dolayı siyasetsizliği öğütlüyorlar. Hayır hayır, doğal afetin siyaseti olmazdı belki ama bu doğal olmayan bir insan kıyımıdır, katliamdır. Katliamların hesabı sorulacak!