Anahtarı Yanlış Yerde Aramak
Meşhur fıkradır, gece vakti bir sokak lambasının altında endişeli şekilde duran adama sorarlar, nedir senin derdin, ne ararsın burada diye. Adam ışığın altında durarak düşürdüğü anahtarı aradığını söyler. Sorarlar, anahtarı nerede düşürdün? Adam eliyle lambanın aydınlatmadığı tarafa işaret ederek, şurada düşürdüm der. Bu sefer anahtarı neden düşürdüğü yerde değil de aydınlık tarafta aradığını sorarlar. Adam cevaben, düşürdüğü yerin çok karanlık olduğunu ve orada herhangi bir şey görebilme şansı olmadığını söyler. Bu yazıyı kaybedilen anahtar meselesine giriş kabilinde yazdım.
Spoiler vermiş gibi olacağım ancak daha iyi bir örnek aklıma gelmiyor. Tolga Karaçelik’in “bir Türkiye alegorisi” olarak görülen başarılı filmi Sarmaşık’ın final sahnesine gidelim. Film, mahsur kalınan geminin Maraz Ali’sinin (Nadir Sarıbacak’ın olağanüstü oyunculuğu ile hayat verdiği Cenk karakteri), kaptanın kamarasının yedek anahtarını taşıyan İsmail’e, anahtarı sormasıyla biter. İsmail’in bu soruya cevabını bilmeyiz.
Bu sonrası kapalı sahnenin işaret ettiği şey, ülkedeki yükselen faşizmden rahatsız olanların büyük oranda mutabık kaldığı bir noktadır; ancak bence kaybolan anahtarı ışığın aydınlattığı yerde arama faaliyetidir biraz… Filmde itaatkâr, Türk, dindar İslamcıların temsili olarak bize sunulan İsmail, acaba “sola kayan” bir tepki gösterip, pik yapan homurtuya destek çıkacak mıdır? Ben ise şöyle soruyorum, acaba anahtarı bulmak için filmde resmedilen İsmail’e odaklanmak ne kadar doğru olur?
AKP hegemonyası bir karabasan gibi ülkeye çökerken bu durumdan rahatsız olanlar tedricen umutlarını ve arayışlarını daha sahici bir yere çekmeye başladılar. Meselenin en azından kömür ve makarna dağıtmaktan ibaret olmadığını ve darbeci klikleri aktifleştirmenin anlamlı bir yere değmeyeceğini gören bir noktaya gelinmiş durumda. Kabul edelim, ikibinonların ortalarında sergilenen muhalefet duruşundan daha esaslı bir yerdeyiz şimdi.
Bu anlamda teorik arayışların bir karşılığı olarak güçlenen sol ilahiyat tartışmaları ve bugün henüz daha olgunlaşmamış olsa da Türklüğün mahiyeti (Türklük, ortadan kaldırılması gereken bir sözleşme mi, yoksa Türkler, algılar düzeyinde normalleştirilmesi gereken bir halk mı?) gibi tartışmalar meselenin daha esaslı bir yerden ele alınmasına imkân veriyor. Ancak ben bu haliyle bile karanlık taraflara cesurca yaklaşılmadığı kanaatindeyim. İpin ucunun genel kabullerle “sınırlanmış” Türklük ve İslamlık gibi kliklerde olmadığını düşünmekteyim, hakim anlayışların kayda değerliklerini de gözeterek…
Bu anlamda a priori bir varsayım olarak kabul gören, özellikle Türkiye’de sol değerlere sahip bir İslamcılık çıkıp AKP’yi sarsabilir mi gibi bir merakla sahiplenilen bu tartışmalar, özellikle entelektüel camiada Emek ve Adalet Platformu, Antikapitalist Müslümanlar, Tokad gibi yapılara ilgiyle bakılmasına neden olmuştu. Etki güçleri ve artan deistleşme tartışmaları bir tarafa, özellikle batıya (sünni Türk’e) seslenen bu sol ilahiyat meselesinin hala diri bir konu olduğunu görüyoruz.
Amacım bu yazıyla süregiden bu tartışmanın detaylarına girmek değil, ancak bir örnekle tartışmanın hala diri şekilde devam ettiğini vurgulayabilirim. Nuri Bilge’nin bence bol mesajla boğulmuş olan son filminde (Ahlat Ağacı) köyün imamı ile komşu köyün imamı arasında geçen uzun bir pasaj var. Köyün imamı sistemin imamıdır, muhafazakâr refleksler ortaya koyar. Komşu köyden gelen imam arkadaşı Nazmi ise Ebuzer’den örnekler verir ve İslam’ın ana akım kaynaklarda anlatıldığından farklı olduğunu anlatmaya çalışır. Sistem imamı cevaben Ebuzer’in teferruat olduğunu ve bu gibi şeylere odaklanmanın İslam’ın asıl mesajını kapattığını anlatmaya çalışır. Nazmi buna cevap veremez. Tartışma biter. Anlaşılan, Nuri Bilge dâhil meseleye ciddi bir ilgi hala devam etmektedir.
Bugünlerde devam eden bir diğer tartışma ise İsmail Beşikçi’den ilhamla Barış Ünlü’nün bir makalesini genişleterek kitaplaştırıp vurguladığı Türklük Sözleşmesi ile başlayan tartışmadır. Gelinen sistem krizinde ve yükselen faşizmde Türklüğü bir sözleşmeye mahkûm eden toptancı bir “sol çıkarım” olduğu üzerinden eleştirilen bu kavramsallaştırma entelektüel çevrelerde kayda değer bir karşılık da buldu. Bu tartışmaya yapılan apolitikleştirme ve asosyalleştirme eleştirisi odaklı katkıları anlamlı bularak devam etmenin karanlıkta kalan tarafları çözmeye hizmet edeceği kanaatini taşıyorum. İsmail’in Türklüğünden sebep görülen dışavurumlarını Türklüğüyle birlikte boğmanın anlamlı olacağından emin bir solculukla anahtarın düştüğü yerden bulunamayacağını düşünüyorum. Bence akıntıya karşı kürek çekmekten ibaret bir stoiklikten fazla bir şey değil bu oysa ki.
Peki handikaplarla yüzleşmeye nereden başlamak gerekir? Yazının kapsam sınırını da gözeterek kısaca değinebilirim.
Özellikle bu iki tartışmada (İslam’daki sol ilahiyat ve Türklük mefhumu) gözden kaçırılan ve daha esaslı neticelere imkân sağlayacak olan tarihsel bağlama oturma işi ise maalesef göz ardı edilmeye devam ediyor. Olayın künhüne vakıf olmak için karanlıkta kalan taraflarına bakmak gerekiyor. Mesela İslam için genelde eksik referans olarak geçiştirilen Ebuzer örneğinin asliliğini ve Abdurrahman Bin Avf’ın (zenginliğiyle bilinen bir sahabidir) taliliğini güçlendirmek gerekiyor. Bununla birlikte Türklüğün soykütüğünün tarihsel hikâyesine odaklanılmadan her fırsatta önümüze servis edilen “mağdur ve itaatkar Türk” figürünün alaşağı edilmesi gerekiyor. Basitleştirerek söyleyeyim, Sarmaşık’taki İsmail karakteriyle aktarılan İslamlığın ve Türklük’ün mesele edilmemesi gereğinden bahsediyorum. Şöyle söyleyeyim, İsmail anlaşılan/aktarıldığı haliyle bu iki ana damarın bileşim kümesinin aydınlık (sistem tarafından üretilmiş) tarafında yer alıyor olmasın ve İsmail’in karanlıkta kalan taraflarını tartışmaya açmamız gerekiyor olmasın?
Almanlar en şiddetlisi kendi toplumlarında nükseden faşizmin yaralarını iyileştirmek için Almanlıklarını hapsetmediler, aksine Alman kültür dünyasının zenginliğinden yola çıkıp, ürettikleri Faşizmle yüzleşmek durumunda kaldılar, bir “Alman mağduriyetine” yaslanmadılar. Ya da Fransız ihtilalini Napolyon’un işgal ordularıyla gördüklerinde “işgalle ezilmiş/baskılanmış bir Alman” figürü üzerinden topu taca atmadılar, kendi toplumlarında demokrasi, hukuk ve eşitlik fikirlerinin zaten var olduğunu tarihsel delillerle anlatmaya/anlamaya koyuldular.
Bizde ise başka türlü refleksler rahatlıkla müşteri bulabiliyor. Batı tarafından sürekli saldırıya maruz bırakılarak mağdur edilen bir İslam dünyası fikri ve sürekli olarak devlet tarafından dövülen ve dövülmeye devam eden “mağdur Türk” imgeleri diri tutuluyor. Daha genel ifadeyle, doğal olmayan ve gerçekliği konuşulamayan, imal edilmiş bir takım şeylerle yüzleşmek durumunda kalıyoruz. Sarmaşık‘taki örneğimize göre, itaatkâr ve patronuna karşı korkak olan İsmail mutlak doğru kabul ediyoruz. Eğer hesaplaşmaya günün sonunda faşizme hizmet eden mağduriyet fikrini çürütmekle başlamaz isek eğer, bir Türk ve İslamcı olan İsmail’in sisteme teslim ısrarını kırma şansına asla sahip olamayacağız.
Hülasa, İsmail’i İsmail yapan hikâyeyi bilemeyen ve ama belki biraz merak eden Cenk’in İsmail ile kavga etmesini yaşıyoruz. Cenk, İsmail’i döverek kilidi kırabileceğini sanıyor, ancak İsmail de Cenk kadar inatçı… Kaptan ise ülkenin kurucu şiddetine yaslanmış şekilde odasının kapısını kilitlemiş ve beklemeye devam ediyor. Hepimiz aynı gemide esiriz. Anahtar ise hala karanlık tarafta…