Anadolu’da Yurt Kurmak ve Ömer Lütfi Barkan
Hasan Hüseyin Korkmazgil’in şöyle bir şiiri var:
“yıllar var ki şu ülkede
şöyle sıcak şöyle mutlu
şöyle yürek soğutan
tek bir haber değmedi kulağıma
tek bir olay yaşamadım
hep kan gölü hep gözyaşı hep kargaşa
sanki yunus yaşamamış bu topraklarda
Hacıbektaş diye biri geçmemiş buralardan.”
Hasan Hüseyin’in kendi dönemi için çizdiği bu tablo Anadolu’nun tarihidir aynı zamanda. Burası Roma’dır. Entrikanın, kaosun anavatanıdır. Anadolu’nun tarihi aynı zamanda taht kavgaları, iktidar mücadeleleri, kargaşa, istila tarihidir. Fakat bir yandan Yunus’un, Hacı Bektaş’ın, Mevlana’nın, Nasreddin Hoca’nın vatanıdır. Kaos buradadır; fakat insanlığın en güzel sözleri, şiirleri, türküleri… Bu topraklarda söylenmiş, kargaşanın, istilanın ortasında insanca ve adil bir yaşam örneği sergilenmiştir. Lakin hep bir uçurumun kenarında olmak duygusu bu toprakların yazgısı olmuştur. Dücane Cündioğlu’nun ifadesiyle, “Şarkta tarih daima bir olağanüstü hal (acil durum) tarihidir, iktidarların nezaket ve letafetten mahrum oluşunun asıl nedeni budur. “Bu bugün de böyledir, Türkiye ayakta kalmak için olağanüstü çaba göstermesi gereken hep sınırda hep uçurumda bir ülkedir ve ayrıca devleti yönetmek isteyenler arasında her zaman çılgın bir kavga verilmektedir. Cündioğlu şöyle diyor, “Ömrüm “memleket yıkılıyor” teranesini dinlemekle geçti, memleket filan yıkılmadı ama nedense yıkılan hep memleketin çocukları oldu.”
Türlerin Anadolu’yu yurt yapması bir yandan iktidar mücadelelerinin bir parçası iken, diğer yandan dervişlerin, erenlerin, velilerin şiddete başvurmadan bir toprağa yerleşmenin, orayı şenlendirmenin en güzel örneğidir. Burada bir nevi devletsiz bir inşa örneği vardır.Daha doğrusu veli,derviş vb. devletin fonksiyonunu yerine getirmektedir. İlhan Başgöz ile beraber söylersek, “Veli yeni kurulan köyde ev yapanlara yardım ediyor, köyün ekonomik hayatındaki güçlükleri ortadan kaldırıyor, umutsuzlara umut vererek bir psikiyatrist rolü üstleniyor, köylünün merkezi otorite ile ilişkilerinde aracılık ediyor,onların haklarını koruyor, yoksulları güçlülerin gazabından kurtarıyor, onları himaye ediyor, köye konuk gelenleri ücretsiz kondurup ağırlıyor. Onlara yoğurt ve bal sunuyor. Yaşlıların hasat işlerinde yardımcı oluyor. Elbet köylüye din görevlerini yapmada da önderlik ediyor. “İşte keramet dediğimiz şey esasen budur. Babalar hep bir sosyal fonksiyonla anılır. Buğday Baba, Balım Sultan, Horozlu Baba ve benzeri. Kimi buğdayı ekmiştir, kimi balı üretmiştir. Göçebelerin yerleşikliğe geçerken bu babaların, dervişlerin ortaya koyduğu performans adeta mucizedir, keramettir.
Ömer Lütfi Barkan, Kolonizatör Türk Dervişleri adlı makalesinde boş arazilerin,eşkıya yatağı uçurumların bu dervişler eliyle nasıl yurt haline getirildiğini,buralara hayat üfürüldüğünü pek güzel izah eder. Esas itibariyle sınır boylarında ve boş durumda olan topraklar üzerinde bir nevi Türk manastırları,zaviyeler kurulmuştur. Fakat bu dervişler iş güç yapmayan, bazen dilencilik yapan kimseler değil, aksine son derece yiğit, okumuş, hatta çoğu meslek sahibi kimselerdir. Ordulardan önce bu dervişler gittikleri yerleri manen fethetmişlerdir. Barkan bu inşayı gerçekleştirenlerle ilgili kanaatlerini şöyle ifade ediyor: “Dervişler ve zaviyelerle alakamız onların Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluşu meselesinin anlaşılması için üzerinde ısrarla durduğumuz bu garbe doğru akın işinde bize birer mümessil ve öncü gibi gözükmelerinden ileri gelmektedir. Birçok köylere ismini veren, elinin emeği ve alnının teriyle dağ başlarında yer açıp yerleşen, bağ ve bahçe yetiştiren dervişler; ve daima harbe doğru Türk akını ile beraber ilerleyen benzerlerini doğuran zaviyeler ve bu zaviyelerin harbe giden, siyasi nüfuzlarını padişahların hizmetinde kullanan, zaviyelerinde padişahları kabul eden ve onlara nasihat veren şeyhler, bizim alakamızı celb etmek için birçok vasıfları haizdirler. Hele onların daha fazla yarı göçebe Türkmenler arasında telkinatta bulunuşu, köylerde yaşayışı,toprak işleriyle meşgul gözükmesi ve benimsemek için dağdan ve bayırdan toprak açması bu alakayı şiddetlendirmektedir.”
Bu dervişleri sadece konar-göçer olarak görmek doğru olmayabilir.Hacı Bektaş Suluca Karahöyük’e yerleştiğine bakılırsa onun toplumsal çevresinin köy,kasaba,küçük şehir olduğu düşünülebilir. Anadolu’nun Türlerin yurdu haline gelmesi, Anadolu’nun Türklere çadır olması bu dervişlerin Anadolu’ya bir hukukla bir yaşam anlayışıyla gelmesiyle ilgilidir. Gelirken hukuklarını ve kurucu anlayışlarını beraberinde getirmişlerdir. Anadolu Türklere çadır olmuştur ve bundan sonra Türkleri Anadolusuz tarif etmek imkansızdır. Çadır eski Türklerin kültüründe önemli bir yere sahipti.Uçsuz bucaksız bozkırda eski Türklerin konutu çadır,sığınabildikleri bu tek barınak aynı zamanda onların küçük evrenidir de. Bu küçük evreninde, yerleşik düzenin konutunda rastlayamadığımız bir yoğunlukta kendini büyük bir düzenin içinde hisseder. Toprağa değil bu büyük düzene bağlıdır. (Bahattin Ögel) Var olma kavgasında/ yaşama arzusunda yeni sıradan bir araç değil, çokçası o zamana dek Türkoğullarının ne katmanlarını ne de iniş çıkışlarını, ritimlerini bildiği, somut olarak deneyimleyeceği bir başka kosmos yani tarih ışır. Kosmos hakkındaki zihinsel sentezler değişecektir. Artık Türklerin içinde barınacağı yeni çadırı Anadolu’dur. Türkçede çadır yurt idi; tersi de doğru: Türkçede yurt çadır anlamında idi.Türkler Türkçesiz bile yaşayabilirler çadırsız asla. Tarih boyunca dinlerini bu değişime bağlı olarak dillerini, kıyafetlerini değiştirmiş Türklerin vazgeçemeyeceği tek şey Anadolu’dur.
Bir toprak parçasına yerleşerek,bir topluluğun var oluşunu bağlayan hayati bir karar verip orayı örgütlemek,orada ikamet etmek,varoluşsal bir seçimi/tercihi gerektiren eylemlerdir; bu Eliade’nin “Kutsal Mimari ve Sembolizm” adlı yazısında belirttiği gibi, onu yaratarak sorumluluğunu üstlenmeye hazır olduğumuz evrenin seçimidir: “Bir toprak parçasında ikamet etmek,yani yerleşmek, bir konut inşa etmek daima,bütün bir topluluğun varoluşunu angaje eden hayati bir kararı içermektedir.Bir bölgeye yerleşmek,onu örgütlemek,orada ikamet etmek varoluşsal bir seçimi gerektiren eylemlerdir;bu onu yaratarak sorumluluğunu üstlenmeye hazır olduğumuz evrenin seçimidir.” 11. yüzyıldan başlayarak, Türkler adlı bekar elektronlar Anadolu’yu seçmiş ve bu seçilmiş topraklarda dünya siyaset kültürüne Selçuklu, Osmanlı ardından da Türkiye Cumhuriyeti’ni armağan etmişlerdir. Anadolu Türkler için bir ölüm kalım alanıdır.
Kendi hukukuyla devlete ihtiyaç duymadan yaşayabilmiş olan Türkler bu dervişlerin gayretiyle Anadolu’nun Türkleşmesini sağlamışlardır. Grousset’in demesiyle, “Anadolu’nun Türkleşmesi Selçuklu hanedanının ürünü olmaktan çok, Selçuklulara sık sık başkaldıran Türkmen aşiretlerinin ve küçük emirliklerin (beyliklerin) işidir.” Devletin müdahalesine gerek kalmadan yaşayabilecek hukuki, içtimai, teolojik düzenlerini kurmuşlardır. Tekke ve zaviye devletin fonksiyonlarını yerine getirmiştir. Durmuş Küçükşakalak’la beraber söylersek, “Canı sıkılınca devlet kurduğunu bilmem ama gerektiğinde devlete rağmen hayatiyetini sürdürmekte üzerine başka bir millet olmayan Türk milleti” (çelimli çalım sayı:13) kriz anlarında kendi mekanizmasını kuracak birikime sahiptir.
Spinoza’ya göre, eğer insanlar akla uygun olarak yaşasaydı devlete gerek kalmazdı. İnsani dayanışma, içsel bir neden olarak aklın hüküm sürmediği yerde, dışsal nedenlerle sağlanmalıdır. Bu nedenleri yaratacak olan da gücün kurumsallaşmış bir şekli olan siyasal düzendir. Ona göre insanlar gönüllü olarak ya da zor yoluyla veya acizlikten akla uygun yaşamak zorunda kalmaktadır. Vakti zamanında “biidrak” (akılsız, kafasız) denilen Türkler meğerse akla uygun yaşamışlar.
İlyaz Bingül şöyle diyor; “Batıda devlet şeytan işi görülür,öte yandan işçisinden, kapitalistine, entelektüelinden, ibnesine, serserisine, yaşlısından gencine Batılı birey devlete feci şekilde tabidir, göbek bağından bağlıdır; devlet olmadan hastaneye, yaşlılar evine, üniversiteye gidemez, çünkü batılı toplumsal hayatın her zerresine devlet sirayet,nüfuz etmiştir. (…) Bizde öyle değil; biz devlet olmadan da hastaneye gideriz, bakımımızı yaparız, yaşlılarımızı, hastalarımızı, çocuklarımızı, yolda, sokakta, huzurevinde bırakmayız – şimdilik. Bizde Batı’dan farklı olarak devlet kutsaldır; ama her işimize burnunu sokmasını pek de istemeyiz doğrusu, sokmaz da zaten. (…) Bizde devlet “Kerimdir” de; Bosna’da deyiştir: “Devlet zamanı bolluk vardı, bereket vardı.”
Ancak eşkıya yatağı olabilecek boş arazileri şenlendirerek orada yeni bir yaşam kuran bu dervişlerin,devlete gerek kalmadan kurduğu mekanizma aynı zamanda şiddete dayanmayan bir anlayıştır. Kurulu şehirlere yönelik bir yağma söz konusu değildir. Boş, bataklık, uçurum kenarındaki araziler yurt haline getirilmiştir. Bu teolojik bir anlayışın ete-kemiğe bürünmesidir. Lütfi Bergen’in deyişiyle, Anadolu’da “zaviye-köy-şehir” şeklinde formülleştirilerek önce zaviye inşa edip sonra köye dönüşen ve gerekirse köyden şehir kurmaya yönelen bir teoloji, şehir inşası ile uğraşan ve yaşayacağı topraklara silm=barış taşıyan imar toplumsallığı vardır.”
Lütfi Bergen, Türkiye’nin kapitalistleşme süreçleriyle beraber kırsal alanın insansızlaştığını bunun bir tehlike olduğunu belirtiyor. Bergen’in işaret ettiği diğer önemli şey bu topraklara hayat üfleyen dervişlerin Türkmen Sünniliğinden hareket eden Alevi-Bektaşi zümreler olduğudur. Bu çok önemli bir tespit ve katkıdır. Anadolu’daki İslam anlayışını Ortodoks-heterodoks ayrımında bir türlü bir yere koyamadığımızı düşünürsek ne Sünni, ne Şii diyebileceğimiz oluşumların (ahilik,baktaşilik vb.) ve kişilerin (Yunus Emre, Hacı Bektaş, Mevlana ve diğerleri) Türkmen Sünniliği ile ifade edilmesi yerindedir. Günümüz Sünniliğinin tarihsel süreçteki önemli kırılmalarla değişimleri sonucu Bergen’le beraber söylersek, gelinen aşamada kentlerde yoğunlaşmış bir nüfusun geçim-hukuk-bir arada yaşama-maişet temin etme gibi sorunları karşısında toprak temelli bir Sünni teklif ortaya çıkmamaktadır. “Günümüz Sünniliğinin şehir kurucu bir ontolojisi bulunmamakta, toplumsal örgütlenmeyi sağlayacak, fertleri toplumsal ve nizam kurucu bir hedefe doğru seferber edecek teolojiden de bahsedilememektedir.”
Oysa Horasani-Yesevi derviş zümresi bunu başarmıştır. Sünniliğin Anadolu’daki şehir kurucu işlevini hatırlaması için, Alevi köklerini hatırlaması, Türkmen Sünniliğini anlaması gerekir.