Ali Bulaç’ın Son Kitabı Yahut İnsanı Savunmak
Ali Bulaç, modernizmin ve şimdi post-modern düşüncenin insanı, hayatı ve yerküreyi bir çıkmaza soktuğunu, ne birey projesinin gerçekleştiğini ne de toplum farklılıklarının bir arada tutulabildiğini aksine herkesin diğerini şeytanlaştırdığını ve özgürlük, refah ve güvenliğin dünya nüfusunun yaklaşık beşte birinin imtiyazı ve avantajından ibaret olduğunu söylüyor.
Modern dünya insanları kolayca determine ediyor. İnsanın gündelik hayatın cenderesinde o kadar çok şey bilmesi gerekiyor ki bu tekasür insana her gün yeni kaoslar hazırlıyor. Her şey adeta insanın insanlaşması önündeki kocaman engellere dönüşüyor.
Ahiret inancının, aşkın/gayb boyutunun ve iç/batın hakikatinin unutturulduğu refahı yakalamış dünyada insan; yiyen, içen, çiftleşen, dışkı atan ve eğlenen bir organizmaya dönüştürüldü. İnsanın yeni bir tür olarak adeta imal edildiğini söyleyen Ali Bulaç, post-modernizmin hakikati parçalara ayırdığını, şeylerin içini boşaltarak, merkezi noktaları dağıtarak “ne olursa gider, önemli olan sensin” diyerek zihinleri, kişilikleri ve hayatları parçaladığını, her parçayı gösteriye dönüştürüp, metalaştırıp piyasanın işlevsel kullanımına soktuğunu belirtiyor.
“Hiçbir şey kesin değil, kesinlik Hakikat’le birlikte kaybolup gitti. Öyle de olur böyle de… Biyolojiden fiziğe, epistemolojiden küresel algılara kadar sadece belirsizlik hakimiyetini sürdürmektedir. Bana göre ve sana göre algılarımız, bilimsel araştırmalarda kullandığımız nesnenin gerçekliğini değiştirmektedir. Güç ve iktidar, şehvet ve iştah, hız ve haz ruhları yavaşlatıp işlevsiz hale getirirken bedenleri ateşlemekte, hakikati ışık hızına çıkarmaya çalışmaktadır. İnsan kendini yeniden ve parça parça klonlamaktadır, dökülen dişlerinin yerine çenesine kazıklar dikmekte, işe yaramaz organlarını kök hücre ve organ nakliyle yenilemektedir. Estetik cerrahiyle beğenmediği yerlerini, yüz nakliyle suratını ve suretini de değiştirerek kendini tanınmaz hale getirmektedir. Kadın ve erkek birbirlerine bağlı ve bağımlı yaşamayı reddederek özerkleşmekte, birbirlerine yabancılaşmaktadır.” (S.11)
Derin bir boşlukta herkesin merkezden kopmuş parçacıklar halinde sallanıp durduğu bir kaosta, İslam dünyasının diğer beşeri havzalardan daha şanslı olduğu, zengin bir bilgi, irfan, tefekkür, sanat mirasına sahip bulunduğu, bizi birleştirecek aşkın ilkenin hala canlı ve bizi ilkeye yöneltecek kıblenin belli olduğu ve buradan kendi kaynaklarımızdan hareketle insan, varlık ve hayatın anlamı konusunda yeniden düşünmenin zarureti kitabın hedefini oluşturuyor.
Roger Garaudy sosyalizm dünya çapında çok güçlü, yeryüzünün üçte birinde etkiliyken gelişme ve büyüme ideolojisinin dünyayı olduğu gibi sosyalizmi de felakete götüreceğini iddia ediyor, batı tipi büyüme ideolojisine savaş açarak hesaplaşmanın kapısını aralıyor ve daha sonra yerini İslam’dan yana seçiyordu. Büyüme ideolojisiyle felsefi bir hesaplaşmaya girerek batıdan toptan kopup bizi kurtaracak olan şeyin aşkınlık olduğunu ileri sürüyordu.
Ali Bulaç da post-modern kaosun dünyayı ve insanı derin bir krize sürüklediği ve özellikle insanın yeni bir tür olarak fıtratının tam aksi bir istikamette oluşturulduğunu, bu büyüme modeline karşı çıkarak ve sorunun temelinde insan faktörünün yattığını söyleyerek Garaudy’nin açtığı yolu şimdiki post-modern karmaşada anlamamızı sağlıyor.
Sorunun merkezinde insan faktörü yatmaktadır. Sufilerin dediği gibi, ”insan bozulursa kainat bozulur; insan ıslah olursa kainat da ıslah olur.” Bu noktada cevap aramamız gereken üç soru var:
1. Tür olarak adeta narkozuyla bilincimizi uyuşturup ideolojik dogma haline getirdiğimiz “maddi-ekonomik büyüme’yi” nasıl kontrol edebiliriz? Bu sorunun cevabı aydınlanma felsefesi içinden bakılarak bulunamaz. Sorunun cevabı dinde, özellikle “son ilahi tebliğ” olan İslamiyet’tedir. Yazık ki Müslümanlar “nasıl daha çok büyüyebiliriz” diye zihinlerini meşgul ediyorlar ve temel kaynaklarını, Kuran’ı, Sünnet’i ve geleneklerini bu soruya cevap aramak üzere adeta seferber ediyorlar. (…)
2. Nasıl bir arada yaşayabiliriz? Bir arada yaşamanın ön şartı, ötekinin öteki kabul edilip şeytanın yerine ikame edilmeden ötekileştirilmemesi, yani şeytanlaştırılmamasıdır. Bu kelami bir meseledir. Sosyal, ekonomik ve politik olarak bir arada yaşamak için adaletin tesiri zaruridir. Ancak soru şudur: Adaletin hakiki formlarını nerede bulacağız? Özgürlük, ahlak ve insanın yaratılış hikmeti nedir? Bunların cevabını bulmadıkça nasıl bir arada yaşanacağı sorusunun cevabını da bulamayız.
3. Nefsimizi nasıl kontrol edebiliriz? Bu en önemli sorudur. Liberal kapitalizm, nefsin azgın isteklerini, heva ve hevesi kışkırtan, onun doyumsuz arzularını ayakta ve diri tutan bir sistemdir ki bunun dinamiği de zaafı da aynı noktada toplanmaktadır. Bu da sıklıkla dile getirdiğimiz “büyüme ideolojisi” dir. Sistem büyüdükçe güçleniyor, büyüme durdukça zaafa uğruyor. Eğer nefsi kontrol etmenin yol ve yöntemini bulabilirsek, büyüme ideolojisine karşı da bir çözüm bulabiliriz. (s.23-24)
Kapitalizmi restore ederek bu krizin içinden çıkamayız. Sosyalizme geri dönerek ya da sosyalizmden ödünç alarak da bu krizin içinden çıkamayız. İslamiyet’i, liberalizmle veya sol ideolojilerle uzlaştırılarak da bu kriz aşılamaz. Esasında bu sistemlerin insanın kendi özüyle yüzleştirme gibi gündemleri yoktur. İslam’ın manevi-irfan boyutu, yani “ihsan’ı” söz konusu sorunların yol açtığı derin krizden çıkışın öncelikle insanın kendi nefsiyle ilgili olduğunu bize telkin etmektedir. (S.24-25)
BOZULMAYA KARŞI BİR YOL OLARAK TASAVVUF
Ali Bulaç; bugün bir kaçış, ruhçuluk ve kişisel gelişimin pespaye bir şekli haline getirilmiş tasavvuf anlayışlarına karşı, İslam tasavvufunun nasıl ortaya çıktığını, önemini ve derinliğini izah ediyor.
Tasavvufun, 656 yılında Hz.Osman’ın şehadeti, Sıffın Savaşı daha sonra meydana gelen müslümanlar arasındaki kanlı çarpışmalardan sonra, bu kaosun içine girmek istemeyenlerin ve ümmeti İslam dairesi içinde sıhhatli bir şekilde tutmak isteyenlerin bir yolu olarak görüyor. İslam ümmetinin başına gelenleri;
- İffetin yerini talepkarlığın alması
- İlkenin yerini pragmatizmin alması
- Söz ve iknanın yerini güç, para ve tezvirin alması olarak gösteriyor.
Siyasi alandaki bu bozulmanın eş zamanlı olarak iktisadi hayata sirayet ettiğini, bunların;
- Ganimet gelirleri sonucu gelir seviyesinin yükselmesiyle ortaya çıkan bozulma
- Arazilere el konulup vergi alınması sonucu ortaya çıkan problemler
- Zekatın bireyselleştirilememesidir.
Böyle bir bozulmaya karşı bir takım insanların dini, sünneti ve ümmeti kurtarmak üzere yeni yollar aradığını, bu bakımdan tasavvufun İslam’ın aslına, kitaba ve sünnete dönüş için sufiler tarafından geliştirilmiş bir usül olduğunu söylüyor.
Tasavvuf, kelam ve fıkhın birbirinden özerk olmaması gerektiğini, bunların birleştirilmesinin çok önemli olduğunu belirtiyor. ”İlk dönem züht ve takva dönemine, tasavvuf döneminin ortaya çıktığı “ruh” dönemi diyebiliriz. Keza felsefe dönemine “akıl ve tefekkür dönemi” denilebilir. Tarikatlar dönemi ise “eylem ve kurumsallaşma” dönemidir. Bugün itibariyle biz her üç mirasa da sahibiz. Bu da bize büyük bir avantaj ve zenginlik kazandırmaktadır. Yapılması gereken şey, her üç dönemi dikkatli bir biçimde Kuran’ın ve Sünnet’in süzgecinden geçirip modern insana şifa verecek bir dil ve söylem içinde ifade etmektir” (s.95)
İmam Gazali bölünmüş müslüman insanı tekrar birleştirme teşebbüsünde bulunmuştur. Eserlerine baktığımızda onun kelamcı, sufi ve fakih profiline sahip olduğunu görürüz. Gazali kelamcılara, ”Kelamı mutlaklaştıramazsınız; fıkıh ve tasavvuf da vardır ve bunlar İslam’ın hakikatleridir”; fakihlere ”fıkhı mutlaklaştıramazsınız; kelam ve tasavvuf da vardır ve bunlar İslam’ın hakikatinin tezahürleridir” ve sufilere ”kendinizi mutlaklaştırmak suretiyle fıkhı ve kelamı yok sayamazsınız” demiştir. (S.99)
Kuran ve Sünnet çerçevesinde bir tasavvuf bulunduğunu belirten Ali Bulaç, bugün ruhçuluk, kaçış ve kişisel gelişim olarak kullanılan tasavvufa karşı İslam’ın tasavvufunu savunmaktadır.
Kitapta uzunca bir Mevlana bölümü var. Beslendiği kaynakları, dünya görüşü ve insan anlayışını, filozofluğunu, dervişliğini, dostluk sevgi ve bilgi anlayışını, diyalektiğini izah ederek zengin eğlencesine ve ılımlı İslam’ın bir argümanına, dünyanın efendilerine hizmet edebilecek bir araca dönüştürülmeye çalışılan Mevlana’yı onların elinden kurtaracak bir anlatı sunuyor.
Kitap her biri çok kıymetli olan konulara değiniyor, bir sürü konu başlığı var. Bu kitap hakkında yazı yazmayı zorlaştırıyor. Benim altını çizdiğim bir çok yeri daha var.
SONUÇ
İçinde bulunduğumuz post-modern kaosta kalbin ve aklın yol haritası için İslam’ın engin geleneğinden modern insana şifa olacak, insanlığa çare olacak bir söylem inşa edilebilir. Kitapta DNA’dan genetiğe, kişisel gelişimden hayatın diğer kaos yaratan etkenlerine kadar meseleyi hem izah eden hem de çıkışın nasıl olacağına yönelik bilgiler, işaretler var.
Yavuz SOYSAL