Akselerasyonist Manifesto Üzerine
Covid-19 salgını bilim ve teknolojiyle olan bağlılık ve bağımlılıklarımızı da hızlı bir şekilde tartışmaya açtı. Kontrol teknolojilerinden biyogenetik araştırmalara, bilim ve sermaye ilişkilerinden pandamı mühendisliğine, belki de ertelediğimiz pek çok mesele şimdi tüm çıplaklık ve aciliyetlerimizle karşıda. Salgın ve sonrasında beklenen krizi, mevcut distopik atmosferden ütopik bir coşkuya çevirmenin imkanları da bu tartışmalarda yatıyor. Arkadaşımız Berat İzgördü geçtiğimiz yıllarda Birikim Dergisi’nce Türkçe’ye çevrilen Akselerasyonist Manifesto dolayımıyla bu tartışmalara dair bir değini kaleme aldı.
Accelerationism sonunda Türkiye’ye gelmiş, hayırlı uğurlu olsun. Hep bu kelimenin Türkçe’ye nasıl çevrilebileceğini düşünmüştüm, acaba ivmecilik mi denir, yoksa ne denir diye. Akselerasyon talihsiz bir çeviri olmuş, insanlar sırf bu kelimeyi telaffuza dilleri dönmediğinden tartışma güme dahi gidebilir vallahi. İşin şakası bir tarafa, metnin Türkçe’ye kazandırılmasına, bir tartışmaya vesile olmasına da sevindim. Nick Srnicek’in ‘Dijital Kapitalizm’ adlı küçük bir kitapçığı var, tavsiye ederim. Web ekonomisi ve platform kapitalizmi gibi mevzulara giriş için güzel ve hafif bir kaynak. Bir de Srnicek ile Williams’in esasen ‘Geleceği İcat Etmek: Postkapitalizm ve Çalışmanın Olmadığı Bir Dünya’ adlı kitabı da çevrilmişti Türkçe’ye. İtalya’daki otonomcu dostlarla tartıştığımız bir meseledir bu. Orada bu konuya belli bir ilginin olduğunu söylemek mümkün. Yazınsal anlamda da ilginç çalışmalar var. Halen Karlsruhe Sanat ve Tasarım Üniversitesi’nde Yapay Zeka Enstitüsü’nün başında olan Matteo Pasquinelli’nin bu manifesto üzerine derlediği ‘Kapital’in Algoritması’ adlı bir kitap var. Antonio Negri’den Franco ‘Bifo’ Berardi’sine, Tiziana Terranova’sına kadar İtalyan entelektüellerinin manifesto etrafında yaptıkları tartışma metinlerini içeren bir kitap. Maalesef henüz İtalyanca’dan çevrilmedi, ne İngilizce’ye ne de Türkçe’ye. Manifestonun kendisine gelirsek, benim sevdiğim her okuduğumda da şevk veren bir metindir. Bugün tekrar okuyunca ekolojik krize yaptığı vurgu itibariyle de güzel. Esas tartışma ise elbette teknoloji bütün bu tartıştığımız mevzuların neresinde duruyor/durmalı/duracak kısmı. Bu konuda da iki uç bulunduğunu söyleyebiliriz.
Birincisi teknolojinin gözetim toplumu, otoriteryanizm, daha çok sömürü vb. amaçlarla kullanımına yol açacağını benimseyen görece distopik uç. Bu uca yaklaştıkça radikalleşen, teknoloji kullanımını ya tamamen ya da en azından bugünün bilişsel kapitalizminin bütün araçlarını reddeden, alternatif teknolojilerin kullanımını kurtuluşu gören anlayış. Manifestoya daha yakın bir yerde duran öbür uç ise bu teknolojilerin sonuna kadar sahiplenilerek, bu araçlar yoluyla hem kamusal alanda hegemonik bir söylem kurmanın imkanını arayan hem de üretim araçlarının mülkiyetini ele geçirme gibi bir temellük ile kurtuluşu burada arıyor. Benim İtalya’da konuştuğum otonomcu dostlar da bu görüşü benimsiyor. Türkiye’den Alp Altınörs de ‘İmkansız Sermaye’ adlı kitabında günümüz teknolojisinin, sosyalizmin merkezi planlama misyonunun hizmetine koşulmasıyla, sosyalizmin kapitalizme iktisadi alternatif olabilme kapasitenin çok yükselebileceğini iddia ediyordu.
Teknoloji meselesine dair eleştirelliği elden bırakmamak gerektiğini düşünüyorum. Bu anlamda otonomcuların teknoloji kullanımına karşı her türlü eleştirel tavır ve mesafelenmeyi kategorik olarak gericilik gören yaklaşımlarına karşıyım. Fakat öteki ucun da, içinde yasadığımız somut gerçekliği ıskalayan, son tahlilde elitist bir anlayışa çıktığını düşünüyorum. Öte yandan otomasyon mevzusu ise çok mühim, başlı başına bir tartışma konusu. Otomasyon, bilişsel kapitalizmin veri ekonomisine dayalı modeli ile birlikte iş kavramını hatta çalışma kavramını radikal bir şekilde dönüştürürken, ironik bir biçimde İtalyan otonomcuları ile Mark Zuckerberg’i, elbette farklı saiklerle, temel evrensel gelir (basic income) tartışmalarında aynı tarafta buluşturuyor.Türkiye’ye gelecek olursak, maalesef sosyalist solun bu konudaki performansı benim için hayal kırıklığıdır. Üniversite yıllarımda da böyleydi ama takip ettiğim kadarıyla şimdi de bu konudaki tavrın maalesef pek mesafe kat edememiş olduğunu görüyorum. Türkiye sosyalist solunun bilim, teknik ve teknoloji meselesinde genel olarak epey sığ yaklaştığını düşünüyorum. Ortalama Türkiyeli devrimci teknolojiyi bir küçük burjuva uğraşısı olarak görmeye meyillidir. Mühendislik, tıp ve benzeri uygulamalı bilimler öğrenimi görmek küçük burjuva eğilimidir, zira bu disiplinler ciddi gelir getiricidir. Nedense sosyal bilimler okumak devrimcilik olarak addedilir. Zira bu disiplinlerden mezun olanların doğru dürüst bir işe ve kariyere sahip olmaları, yurt içi koşullarda epey zordur. Bu zoraki kalenderîliğin adeta ahlaki bir üstünlük gibi telakki edilip, halk için bilim, sınıf için teknoloji çalışmalarının tamamen büyük sermayeye terk edilmesi, yahut belirli bir fraksiyonun tekelinde bulunan meslek odalarının kısıtlı faaliyetleriyle yetinilmesi hep tuhafıma gitmiştir. Son yıllarda yaşadığımız şehir ve çevre sorunlarının aldığı boyut, siyasi davalarda adli bilimlerin kazandığı ehemmiyet, dijital gözetleme ve kısıtlamaların geldiği nokta aslında tüm bu alanların da mücadelenin bir aracı değil bizzat kendisi haline geldiğini göstermiyor mu?
Çok istifade ettiğim ve ilham aldığım Manuel Castells’in ‘ağ toplumu’ kavramından hareket edersem, esas mesele içinde yasadığımız çağı kavramak meselesi. Bunun her insan için gerekli olduğunu düşünüyorum ama bilhassa da politik bir uğraşı olan, bu toplumu dönüştürmeye yeminli olanlar için bence olmazsa olmaz. Geçmiş kuşakların devrimcileri bu yaşanan dönüşüme, bu baş döndürücü hızda değişen dünyaya ister istemez yabancılaşıyorlar. Kendi dönemlerinin kavramlarıyla açıklayamaz oldukları şeyler karşısında yaşadıkları yenilgi hissi belki de kaçınılmaz. Ama bizim böyle bir lüksümüz olmadığını düşünüyorum, çünkü biz tam da bu zamanın çocuklarıyız.
Burada teknoloji meselesiyle ilgili yapılması gereken tartışamlardan biri de, severiz sevmeyiz, teknoloji sanayi. Yani işin fiziksel üretim boyutu. Lityum pilinden bilmem ne metaline kadar, çok ciddi ve yıkıcı bir üretim süreci var. Afrika’daki madenlerde çalışan çocuk işçilerden başlayıp bilmem hangi güney doğu Asya ülkesindeki montaj atölyelerinde süren, oradan marketlere giden vs… bir süreç. Bu da aklımızda bulunsun teknolojinin önemini vurgularken.