Ahilik Üzerine Notlar
Ahiliği anlamaya çalışırken karşımıza yine masalsı ve bilinmeyen bir yan çıkıyor. Bunu en çok Ahi Evren’in yaşamında görebiliyoruz. Anadolu’nun her yanında örgütlenmiş bir yapı kuran, Moğollarla mücadele ederken şehit düşen, Mevlana ve çevresiyle karşı karşıya gelen,tarihi kişiliği tam manasıyla aydınlanmamış bir masal kahramanı. Mikail Bayram eserlerinde Ahi Evren’in Nasreddin Hoca olduğunu söyledi ve bugüne kadar bilinmeyen yirmi kadar eserini ortaya çıkardı. Bu yazının konusu Ahi Evren’in müthiş yaşamı değil, bu konu için Mikail Bayram’ın eserlerine müracaat edilebilir. Sadece şunu söyleyebilirim; resmi tarihin sığ anlayışı yüzünden Bayram’ın tezlerine gereken değer verilmediği gibi, bulduğu eserler Ahi Evren’e ait olmasa bile şimdiye kadar hiç bilinmeyen bu eserlerin ortaya çıkması ciddi bir tartışma konusu bile olmadı. Zaten Sadrettin Konevi’ye ait Selçuklu tarihi ve düşünce dünyamız için çok önemli olan defterlerinin bir kısmının çalınmış olması bu ciddiyetsizliği, aldırmazlığı gösteriyor.Anadolu’nun İslamlaşma dönemi olan 12. 13. yüzyıl ile ilgili yazma eserler okunmayı bekliyor. Bunların küçük bir kısmını önüne konulan onca engele rağmen Mikail Hoca ortaya çıkardı. 13. yüzyıl orada öylece sisli bir şekilde anlaşılmayı bekliyor.
Ahilik ile ilgili de aynı ciddiyetsizlik söz konusu. Ahilikle ilgili çok sayıda çalışma yapılmakla beraber, bunlar hem tarihsel bakımdan hem teorik olarak sis perdesini kaldırmış değil. Benim yazacaklarım ise akademik bir makaleden ziyade okuduklarımdan bende kalanlar.
Fütüvvet geleneğinin Anadolu’da aldığı bir düşünsel, iktisadi hareket olan Ahilik, fütüvvetin dinsel geleneklerini içermekle beraber çok ileri bir adımla yaşamın esas idarecisi olan iktisat meselesini bu topraklarda orijinal bir sistem kurarak çözmüştür. Dünyevi ve uhrevi olanı iktisadi bir sistemle buluşturan Ahilik, insanların kazanç sağlarken nasıl aynı zamanda kendilerini inşa edebileceklerini gösteren bir yapı. Kazanç dünyasına dahil olan hırs, rekabet, bencillik gibi kavramların tam aksine başkalarını kendisine tercih etme, diğergamlık, dayanışma bu yapının temelleri. Bugün ise Ahiliğin ilkeleri ile bir işyerinin ayakta kalması neredeyse imkansız. Haramsız, alavere dalaveresiz iş yapana helal olsun. Öyle bir düzen ki ne kadar dikkat etseniz haram bir yerinden bulaşıyor. İş dünyasında yalan söylemeden bir işi halletmek büyük marifet.Hasılı Ahiliğin ilkeleriyle iş dünyası arasındaki uçurum inanılmaz.
Böyle bir örgütlenmenin bu topraklarda filizlenmesi dönemin tarihsel koşulları sebebiyle olduğu kadar dini anlayışla da ilgili. Ahilik Kuran’ın yaşama dair anlayışının ete kemiğe bürünmesi aynı zamanda. Kuran’ın yaşama yönelik anlayışı bu yazının sınırlarını aşmakla beraber konuyla ilgili Esat Arslan’dan yapacağım şu alıntılar bir giriş olabilir: “Kuran’daki İslam yasakların ve yasaklamaların değil, özgürleştirmelerin ve helal kılmaların dinidir… Temiz bir fıtratın ahlaken yanlış bulduğu hariç her şeyin serbestleştirilmesinin dinidir. Kuran salt teorinin ya da pratiğin değildir, hakikatin ve adaletin yanında estetiğin, mutluluğun, arzunun ve erosun da dinidir. Yeryüzünün nimetlerinden faydalanmayanlara yeryüzünün nimetlerini sunabilmek için cihad etmenin dinidir. Kuran arzunun devriminin dinidir. Çağı ileriye taşımak isteyen bir dindir.” Esat Arslan’a göre, Kuran pasajlarını ve sembollerini şöyle okumak mümkündür: “oyna, eğlen, süslen, yarış, seviş, yarattığım bütün nimetlerden tat, kendini Kuran ışığında bir sanat yapıtı olarak inşa et, kendinle gurur duy, bana da hamdet, bunları yaparken asla hakperestlikten ve adaletten şaşma ve yeryüzünde herkes senin yaşadığın bu hazları yaşayabilsin diye infak et, cihat et. (…) Mahiyeti Allah tarafından yeryüzünün halifesi olmak kılınmış insanın Allah’la sahih ilişkisi, öyle görünüyor ki, yeryüzü ve yeryüzüne ait (seküler) akletme dolayımından geçiyor. Bu söylediklerimin modern haz yaşamının olumlanmasıyla hiçbir ilgisi olmayan aşkın bir var oluş şuurunu dillendirmek olduğunu söylemeye aslında hiç ihtiyaç yok.”
Ahiliğin hep hayata bakan, hayatın içinde insanı inşa eden bir yanı var. Hayata ve insana dönmek, iptidai ihtiyaçlar seviyesinde bir çıkar değil de, var oluş sızısıyla düşülen bir yolculukta uçurumun kenarından delirmemek için dönmek olarak yapıldıysa anlamlı olabilir, yeni ufuklar açabilir. İnsan bazen boş bir kuyuya düşer. İçinde varlığın feveran ve nöbetini duyduğumuz “saçma” kuyusuna. Nihilizmin uçurumuna çıkabilir. Bu kuyu ile uçurum bazen aynı şeydir bazen ayrı. Bazen birbirini besleyen yeni bir zihinsel fırtınadır; bazen de birbiriyle inatlaşan, dövüşen bir zıtlık. Burada dünyaya,insana ve yaşama dönmek sadece bir zorunluluk değil tamamlanmamızın, Allah’ın dediği istikamette ilerlememizin yolu. Dervişin bir yanı o varoluş dediğimiz büyük muammayla boğuşurken, bir yanı sükunetle,tebessümle önündeki o küçük işi yapmaktır. Ahi Evren gibi deriye şekil vermektir, yaptığı işte ustalaşmaktır. Ahi Evren’e Nasreddin Hoca diyeceksek Hocanın yaşamdaki mizahi ve bilgece duruşu bize çok şey söyler. Ahiler yaşama anlam katan,güzel adamlardır.
Ahilik bir gençlik teşkilat aynı zamanda. Feta genç, yiğit manalarına geliyor. Genç bizim kültürümüzde iki anlama gelir. Biri hazinedir, ikincisi cahilliktir. Hem işlenmesi gereken bir hazinedir ve hem de acemilikle, hesapsızlıkla, acelecilikle, toylukla, asilikle anılır. Önemli olan bu acemiliğin, hesapsızlığın, aceleciliğin, toyluğun, ani öfkelenmelerin (…) hazineye dahil olduğunu bilmek ve bu özellikleri, bu cevheri doğru bir istikamette hayra çevirmektir. Yiğitlik her türlü umutsuzlukta, yoklukta, sıkıntıda rest çekmektir bazen. Zorluklardan umut çıkarmaktır, ben varım demektir. Bir atılıştır, iyiyi, adaleti, doğru olanı cesurca savunmaktır. Ahiliğin yaptığı gençliği ve yiğitliği örgütlemektir.
Diğer mesele insanı hayvandan ayıran bir özelliğinde bir gelecek tasarlayabilmesi gerçeğidir. Hayvanlar geçmişi bilirler, fakat bir gelecek tasarlayamazlar. Ahilik diğer insanlarla beraber çalışarak yeni ve daha iyi bir dünya kurmaya muktedir, özgürce hareket eden ve özgürce bilen birey şeklinde ifade olunan modernliğe yakındır. Hem iktisadi ihtiyaçları karşılayan ve aynı zamanda bağlılarının kendilerini her manada inşa etmesine olanak tanıyan bir tarikat olarak Ahilik, tasavvufun derin hikmetlerini içermekle beraber İnsanın Allah’la sahih ilişkisinin yeryüzüne ait bir akletme ile mümkün olabileceğini kavrayarak, cezbenin zaptürapt altına alınmadığı durumlarda ortaya çıkacak meczubane davranışları önlediği gibi, insanın kendini gerçekleştirebileceği ve bunu yaparken kazancını sağlayabileceği bir yapıdır. Ahilerin Kalenderi dervişlerle tartışmalarının esasını da dilenmemek, tufeyli (asalak) geçinmemek, mutlaka bir iş, sanat sahibi olmak oluşturur. Daha sonra Mevlana ve çevresiyle Ahi Evren arasındaki mücadelede de, Moğollarla ilişkiler ve dönemin siyasi atmosferi etkili olduğu kadar, Mevleviliğin çalışmadan devlet imkanlarıyla geçinme anlayışına karşı Ahilerin kendi kazançlarını kendilerinin kazandığı müstakil bir yapı olmalarının da sanırım etkisi var. Ahiliğin yaşama anlam katan ve geleceği örgütleyen anlayışı diğer tasavvuf ekollerinden onu ayırır. Bu bakımdan Bektaşiliğe yakındır. Anadolu’da Halk İslamını temsil eden yapılar kendi ekonomik ihtiyaçlarını karşılamak bakımından merkezde temsil edilen ve iktidar olanaklarıyla ayakta duran kitabî İslamı temsil eden yapılardan ayrılır.
Tarihsel bir olayı, şu veya bu şekilde ortaya çıkaran, var eden durumlar dün değil bugün oluşmaktadır. (Yasin Aktay, Türk Dininin sosyolojik İmkanı, s.36) Tarihsel malzeme dini, kültürel, sosyal olaylar dizisiyle beraber ele alındığında ve bir teorik çıkışa doğru götürüldüğünde bugüne dair bir mana ifade eder.
12. ve 13. yüzyıllarda toplumsal değişimlerin en fazla hissedildiği bir tabaka olarak orta sınıf, esnaf ve sanatkar zümresi, yaşadığı siyasi ve toplumsal çalkantılar ortamında dağınık gruplar halinde olmaktan ziyade korunma iç güdüsüyle birbirleriyle dayanışmış ve disiplinli teşkilatlar halinde birleşmişlerdir. 13. yüzyılın toplumsal bloklarından biri olan Ahilik,savaş,isyan ve göç dalgalarıyla savrulan Anadolu coğrafyasında Sabri Ülgener’in demesiyle, “dinlendirici,huzur ve emniyet verici bir ocak başından başka bir şey değildi. Bu sebeple ahi zaviyelerine dar ve genel manasile birer iktisadi teşekkülden ziyade,fertleri arsında samimi ve sıcak bir topluluk ruhunun tecessüm ettiği müesseseler nazarı ile bakmak daha doğru olur.” Topluluk bilinci ve birbirlerini koruma ihtiyacı ahilere savaşçı bir karakter verecektir. Ahi Evren’in yaşamında da gördüğümüz üzere Moğollara karşı en çok direnen ahiler olmuştur.Beli kılıçlı ve eli bayraklı ahi birlikleri iktisadi işlevlerinden çok siyasi birliklerdi.
Ahiler göçebe yaşamın değerlerini esnaf ve sanatkarlıkta mezcetmişlerdir.Arap dünyasında “feta”, İranlılarda “civanmertlik”, Türklerde ise “alperenlik” asabiyet ve kabilecilik temelli olup,bu tür toplumlarda törelere dayalı bir ahlak anlayışı vardır. Dünyevi değerlere dayanan ahlak anlayışı, (yiğitlik, konukseverlik, cömertlik vb.) hakimdir. Yiğitlik, cömertlik, sadakat ve dürüstlük kabile insanında asil insan idealini belirleyen erdemler olarak karşımıza çıkar. Yapısal değişimler sırasında eski yapı yeninin içinde tamamen kaybolmuyor, birçok öğeleriyle varlığını sürdürüyor. Ahilik içerisinde göçebe kültürün bu değerleri yaşamıştır.
Türklerin Anadolu’yu bir yurt olarak benimsemeleri ve orayı Türkleştirmeleri sürecinde gelişen Ahilik, göçebe-yerleşik kavgasının yaşandığı bir antrakta meydana gelmiştir. Anadolu’ya iki göç dalgası vardır. İlk dalga Karahıtaylılarla Harzemşahlar arasındaki mücadeleler dolayısıyla Fergana yöresindeki nüfusun batıya göçü ile birlikte Anadolu’ya yerleşik hayat tarzına sahip Türklerin gelişi, ikincisi ise 1220’lerden itibaren Moğol istilası nedeniyle Maveraünnehir’den Arran’a kadar olan bölgelerde bulunan çoğunluğu göçebe ve yarı göçebelerin oluşturduğu Türk nüfusunun hareketidir. İkinci göç dalgasıyla pek çok din bilgini, mutasavvıf, çeşitli dini ve fikri akımın taşıyıcıları Anadolu’ya ulaşmıştır.
Anadolu yaylası irtifa, iklim, bitki örtüsü bakımından yukarı asya bozkırlarının bir devamıdır. Türkler burada kendilerini öz yurtlarında hissetmiştir.Tarım alanlarını otlak haline getirmişlerdir. Grousset’e göre Anadolu’nun Türkleşmesi Selçuklu hanedanının ürünü olmaktan çok Selçuklulara sı-sık başkaldıran Türkmen aşiretlerinin ve küçük emirliklerin işidir.
Anadolu’ya gelen Oğuzlar göçebe, yarı-göçebe ve yerleşik bir yaşam sürdürmüşlerdir. Göçebelerin yerleşik olmaya karşı, yerleşik olanların vergiye karşı ayak dirediğini görüyoruz. Her iki karşı koyuşta da ekonomik olarak müstakil kalmanın önemli olduğu kesindir.
Kapitalizm öncesinde devlet olmak, toprağa bağlı temel üretici sınıfı,yani köylüleri bağımlı konumda tutmak ve vergilendirerek elde edilen arı değerin bir bölümüyle orduyu ve bürokrasiyi besleme sorununun üstesinden gelmek demekti. Yöneten sınıf üretime katılmıyor, vergi vermiyordu. Üretimi yapan ve vergi veren halktır. Merkeze bağlı kitabi İslam temsilcilerini de(ulema) üretmeyen ve vergi vermeyen yönetici sınıfa dahil edebiliriz. Halk İslamı’nın temsilcileri ise bağımsızdılar. Bu durum merkez ile taşra arasında sürekli bir gerilim ve çatışmaya sebep oluyordu. Bu müstakil yapılanmaların başında Ahilik gelir.
Diğer taraftan Ahilik,İslam’ın,dünyayı benimseyen,ona galip gelmeye gayret eden ve onu tam olarak hayatın bütün safhalarında biçimlendirmeye çalışan özelliklerini kurdukları yapıda ortaya koymuşlardır.
Ahiliği merkez-çevre ilişkisi bakımından değerlendirdiğimizde ikisi arasında bir denge olduğunu görürüz.Merkez ve çevre ayrılığının dini alana yansıması, merkezin temsil ettiği, kitabî, resmi, arınmacı yüksek İslam ile, çevrede oluşan Halk İslamıdır. Daha önce bahsettiğim gibi üretmeyen ve vergi vermeyen yönetici sınıf ile üreten ve vergi veren halktan oluşan toplumsal yapıda, birincisinin dini anlayışı halkı itaate ve vergiye çağıran bir özelliğe sahipken, Halk İslamının temsilcileri toplumu iktidara karşı korumuşlar,en çalkantılı zamanlarda onların sağlıklıca toplumsal hayatta yerini almalarını ve yeni geldikleri bu toprakları yurt edinmelerini sağlamışlardır. Merkez ile çevre arasında mutlak anlamda sürekli bir çatışma olduğu tezi her zaman geçerli değildir. Gerilimler çatışmalar olduğu gibi ahilikte görüldüğü üzere bir iş bölümünden de söz edilebilir.Geniş kitlelerin yerleşmesini sağlayan tarikatleri devlet desteklemiştir. Devlet zulüm kesilmediği sürece bir iş bölümü var denilebilir. Ahi ve Türkmenlerin devletle karşı karşıya gelmesi Türkmenlerin “Uluğ Sultan” dediği Alaaddin Keykubad’ı zehirleyip iktidara gelen ve Türkmenlere karşı baskıcı ve zalim işler yapan 2. Gıyaseddin Keyhüsrev döneminde başlar. Sultanın zalim politikaları önce çok geniş kitlelerin katıldığı Babai İsyanı’na neden olmuş ardından gelen Moğol istilası döneminde Türkmen ve ahilerin isyan ve direnişi sürmüştür. Ahi Evren’in Kırşehir’de şehit edilişinden sonra, Ahiler batıya doğru göç etmişler ve Osmanlı’nın kuruluşunda mühim bir rol oynamışlardır. Ahilerin hem bir ahlaki-iktisadi yapı kurmuş olmaları hem de devlet kurucu rolleri ve kimi zaman devlete ayar vermeleri kolay sağlanabilecek bir denge değildir. Modern devlet ve kapitalizm zamanlarında bunu tartışmak ise hayli müşküldür. Türkiye’nin kendine has özellikleri var mı? Belki. Yani bizde devlet Kemal Tahir’in dediği gibi Kerim Devlet mi, son hesaplaşmada halkın safında mı, tartışmalıdır. Ya da İsmet Özel’in dediği gibi 3.Selim’den beri olan bir istihbarat ve polis devleti mi? Fakat şu kadarı doğru ki, devletin şirket milletin de şirket çalışanlarına dönüştürülmeye çalışıldığı günümüzde buna ayak diremek bir Türk geleneğidir.
Ahilik bir sentez olarak göçebe yaşamın değerlerini esnaf örgütlenmesinde yaşatmış, birbirine karşıt olan bu iki yaşam tarzını birleştirmiştir. Aynı şekilde merkez-çevre karşıtlığında ikisi arasında olduğunu görüyoruz. Ahilik bünyesinde yaşanan İslam’ında Halk İslamıyla kitabi İslam’ın beraber yaşadığı söylenebilir. Bir esnaf teşkilatı olarak görülen Ahilik kentlerle sınırlı kalmamış dağ köylerine kadar uzanmıştır. Ahi teşkilatı üzerinde halk tabakalarının popüler dini ile kitabi ve resmi dinin bir çok özelliğinin kesişme alanını yansıtması açısından çevrenin din anlayışının etkisi olmuştur. Gündüz sanatını icra eden bir ahi, akşam olduğu zaman zaviyede toplanır, sohbet eder, Kuran okur, raks eder.
Diğer yandan çevrede temsil edilen sözlü kültür ile merkezde sahnelenen yazılı kültürün pek çok öğesine birlikte sahip olduğu görünüyor. Ahi Evren, Mikail Bayram’dan öğrendiğimiz üzere, çok çeşitli alanlarda eser vermiş bir kişidir. Yirmi kadar eseri vardır. Dönemin büyük alimleriyle fikir alışverişinde bulunmuş onlarla tartışmıştır. Anadolu’da oluşan İslam’ın 2. Koşusu dediğimiz anlayış ve yaşayış öyle görünüyor ki İslam medeniyetinin daha önceki birikimleri üzerine inşa edilmiştir. Ahi Evren’in İbni Sina’yı okuduğunu, İhvanı Safa risalelerini bildiğini, yapılan bütün kelami, tasavvufi tartışmalara hakim olduğunu biliyoruz. Herhalde Hacı Bektaş Veli’nin bir yanına ceylanı bir yanına aslanı alması basit bir barış mesajından çok, ancak belki mezar sabahında öğrenebileceğimiz tabiatın akıl almaz işleyişi üzerine bir tefekkürdür. Anadolu’da sergilenen İslam anlayışı daha önceki birikimin üzerine inşa edilmiş,mezhep takıntısını aşan, insanı ve yaşamı kucaklayan onu ilerleten, yaratılışın diri, coşkun özellikleriyle yaşamın enerjisini birleştiren bir pratiktir. Coşkun bir semahtır, zihinde şimşekler çaktıran bir nefestir, gönlü sevgiyle dolduran bir deyiştir, toprağın şenlenmesidir, çarşının-pazarın helal dairesinde işlediği bereketli bir cıvıltıdır…
Ahiliğin fütüvvetin Anadolu’da aldığı bir şekil mi olduğu, yoksa tamamıyla orijinal bir sistem mi olduğu tartışılmıştır. Nihai değerlendirme olarak Ahiliğin fütüvvetin Anadolu’da aldığı şekil olduğu fakat bu toprakların damgasını taşıyan özellikleri olduğu söylenebilir.
Feta, put kıran kimse demektir. Bir kimsenin nefsi de onun putudur. Hakiki feta (yiğit,kahraman) nefsinin heva ve hevesine muhalefet eden kimsedir. (Kuşeyri Risalesi, aktaran Fatih Şeker, Selçuklu İslam Tasavvuru. s,364) İbnül Arabi’ye göre fütüvvet ehli nefislerinin tabiatları ve adetler üzerinde hükümran olan kuvvetli kimselerdir. Bu makamda ancak Melamiler bulunabilir. Çünkü nefislerine tam manasıyla hakim olan zümre onlardır. Ahiler bir yanıyla mistiktir ve bir yanıyla da sosyal eylemin içindedir. Merkezinde ahlak ve diğergamlık vardır. Ahi teşkilatını bir esnaf topluluğundan ziyade bir tarikat olarak görmek daha doğrudur.
Kuşeyri Risalesinde Fütüvvet ehlinin karakteristik özellikleri şöyle tasvir edilir: Sünnette tabi olmak, ikramlarda bulunurken Müslüman’la Mecusi arasında fark görmemek, fuzuli bakışlardan sakınmak, nefsini dünyaya meyletmekten alıkoymak, başkasını kendisine tercih etmek, şükretmek, nefsini kınamak, başkasını kınamaktan sakınmaktır.(aktaran .Şeker,s.366)
Fütüvvet sahipleri hem zahiri hem batını şahıslarında birleştiren kişilerdir. On iki esastan zahire ilişkin olanlar şunlardır: Şalvarın, midenin, dilin, gözün, kulağın, elin, ayağın ve hırsın bağlı olmasıdır. Batına ilişkin olanlar ise cömertlik, tevazu, iffet, af, yokluk, yoksulluk, kurb ve hidayet makamlarında uyanıklıktır.
En büyük ricalden,zengin tacirlere,şeyhlere,alimlere,meslek ve sanat erbabına,hatta işsiz güçsüz serserilere kadar her türlü sosyal tabakalara bağlı insanlar bu teşkilata girmişlerdir. İbn Batuta’nın kayıtlarına göre, ahiler Anadolu’da sakin olan Türkmen kavimlerinin her vilayet, belde ve köyünde mevcuttur. İnsanlardan garipleri karşılama ve ağırlama, ihtiyaçlarını temin etme, onları eşkıyaların elinden kurtarma gibi hususlarda bunların dünyada misli yoktur.
Toplum yararını kendi çıkarının üstünde tutan,kanaatkar aynı zamanda üreten insan tipini ortaya çıkaran Ahilik kendine özgüdür. “Ahiler kendimize ait bir iktisat sujesi oluşturmasına katkıda bulunmuşlardır. Hatta bizim medeniyetimizi Batı’dan ayıran en önemli özelliklerin Ahilikten kaynaklandığı söylenebilir. Batı medeniyeti ve kapitalizmini en önemli faktör yapan burjuva zihniyeti iken, bizim sosyal-iktisadi hayatımızı büyük ölçüde Ahi zihniyeti yönlendirmiştir. Bundan dolayı bizde kapitalizmi oluşturan sömürgeci faaliyetler,sınıf mücadeleleri görülmemiştir. (Ahmet Tabakoğlu, Ahiliğin Türk Esnaf Ahlakına Tesirleri ,s.412) Orhan Türkdoğan ise şöyle tarif ediyor: “Ahinin emeğini değerlendirecek bir işi, özellikle bir sanatı olmalıdır. (…) Ahi kazancının geçiminden arta kalanını tümüyle yoksullara ve işsizlere yardımda kullanmalıdır.(…) Ahinin bilgi sahibi olması, bilginleri sevmesi, beylerin, uluların kapısına gitmemesi, aksine padişahların bile onun ayağına gelmesi gerekir. Fütüvvet adeta bir ağaçtır: Doğruluk yerinden biter, yaprakları edeptir, hayadır, kökü Tanrı’yı tek bilmektir, yemişi evliya sohbetidir, suyu rahmettir. Bu ağaç yiğidin gönlünde biter, yaprakları yücedir. (O. Türkdoğan, Türk Sanayi Toplumu, s.591)
Ahilik kapitalizmle hiç uyuşmayacak, yapılan işin ve sanatın mal biriktirmek, hırsları tatmin etmek, arzularını ilahlaştırmak için değil de insanı ilerletecek, bir müfredat olan bu dünyadan kendisine düşeni alabilecek ve bu yolla özgürleşecek ilkeleriyle insanı kendi yüksek katına çıkaracak başkaca bir zihniyet dünyasıdır. Sabri Ülgener’le beraber söylersek, “kendini ve yakınlarını geçindirmeye yetecek, insaflı ticaret değil de, mal biriktirme ve yığma peşinde koşan haris ve istismarcı ticaret eskiden beri en ağır eleştirilere hedef tutulmuştur. Cemiyet hayatı, iktisadi faaliyetlere en fazla bağlı olması gereken sanat ve ticaret erbabı da dahil olmak üzere değer ölçüleri henüz maddileşmemiş bir dünya görüşünden alıyor. Bu temel düşünceyi bir cümle ile özetleyebiliriz: maddenin ve maddi hayatın dışında kalabilmek.”
Ahilik tartışmasını, neo-liberalizmin çıkışsızlığında, Lütfi Bergen’in önerdiği gibi proleterleşme dayatmasına karşı, esnaf-zanaatkar ve çiftçinin yaşamasını mümkün kılacak üretim biçimi/Pazar/dağıtım ağının yeniden tesisi, ne ilişkin bir noktaya taşımak mümkün mü? Üzerinde düşünülmeye değer.Bergen bunu tesis etmek için kentlerin küçülmesi, üretimin tarıma, hayvancılığa, manifaktür üretime yönelmesi gerektiğini söylüyor. Ayrıca üretim biçiminin bu yönde gelişmesinin kapitalizmin metalaştırdığı, endüstrileştirdiği (hastalık kaynağı olan) tek biçimci gıda kolonyalizmine karşı bir gıda hareketinin de doğmasını sağlayacağını da belirtiyor.
Lütfi Bergen’in tezlerini işçi hareketinin çöktüğü, enformel proleter nüfusun arttığı bir ortamda düşünmek, tartışmak anlamlı olabilir. Taşeronlaşmanın, esnek çalışmanın, enformel ilişkilerin yaygınlaştığı bir çalışma hayatında, insanı tüm yönleriyle erozyona uğratan mekanizmalarıyla şirketler düzeninin karşısına ahilikten feyiz alınan “işletmeler toplumu” tasavvuruyla çıkılabilir mi? Bu topraklara kapitalizmin hiç yakışmadığını, bu toprakların birikimi ve ruhuyla tezat olduğunu düşündüğümüzde meselenin somutlanması bakımından bunları tartışmak bir zorunluluk.
Geçliği ve yiğitliği insanın ilerlemesi, özgürleştirmesi yolunda seferber edebilmiş, en yüce duyguların somutlandığı bir teşkilat kurmuş olan ahilik, insanlığın eşitlik ve özgürlük mücadelesi yolunda atılmış büyük ve güzel bir adımdır. Bu adımların takip edilmesi, umarım karanlıkta bir tırnak izi yaratır.