Adalıların Öldüğüdür
Evet adamı karanlığın suları bastı Evet, benim gibi pek çok adalı bu çirkef suların altında, ama boşuna sevinme, Ada’m batmaz, yok olmaz Ada’m, sadece karanlık denizinde yerini değiştirdi. Hepsi o kadar.. Mahir Çayan |
-I-
Bütün diğer Antalya yazları gibi, sıcak, boğucu bir gündü. Hastanenin morg kapısının önünde, bekliyorduk. Bir soğutmalı et kamyonu geldi. Kapaklarını açtığımızda ortaya ürpertici bir serinlik yayıldı. Et asmak için kullanılan borular ve çengellerin altına Erkan’ın, kız kardeşinin, babasının ve anasının tabutlarını koyduk… Çok üzücü bir andı… Mehmet Abi, hadin gençler uğurlayalım arkadaşımızı, ailesini dedi. Kamyonun kapısı açıkken yumrukları sıkıp saygı duruşunda bulunduk… Sonra, tabutlar kaymasın diye, tabutları, iplerle kamyonun soğutucusundaki tillelere sabitledik ve iki kanatlı kapağını kapatıp, kamyonu alkışlarla sloganlarla, cenazelerin defnedileceği Bursa’ya uğurladık… Kamyon gidince ne yapacağımızı bilemedik… Gene Mehmet Abi, gençler haydin partiye gidiyoruz dedi, çay içeriz, Erkan’ı orda anarız…
-II-
İçinde Kurtuluşçular, TKP çevreleri ve bazı Kıvılcımlı fraksiyonları, Devyol’un merkezi kadroları, Teslim Töre’nin örgütü ve pek çok sosyalist Entelektüel 89 yılında sonradan Kuruçeşme süreci olarak anılacak olan ve ahiri ÖDP’ye varacak olan bir tartışma sürecini başlattılar. Temelde Troçki’nin anti-stalinizm kurgusu üzerinden giden ve bir tür “demokratik sosyalizm” tartışması olarak beliren siyasi hat, ilk meyvesini Birleşik Sosyalist Alternatif olarak ortaya koydu ve bu hat 1994 yerel seçimlerine Birleşik Sosyalist Parti olarak girdi. Sonradan ÖDP’de tecessüm edecek olan, ekoloji, hayvan hakları, kadın hakları (anladığımız anlamda feminizme daha var), azınlık hakları gibi “kimlikçi” politikaların bütün tilmizleri BSP’nin siyasi programında iptidai ve sıkıştırılmış olarak bulunmaktaydı.
Sabo, Niyazi, Sinan’ın kanı daha kurumamıştı, Hasan Ocak ve Hüseyin Toraman gözaltında kaybedileli çok olmamıştı, Düzgün Tekin ve Talat Türkoğlu’nun akibeti henüz bilinmiyordu, Eskişehir Cezaevi ve tabutluklar meselesi hızla Ölüm Orucu direnişlerine enerji biriktiriyordu, cezaevlerinde ve gözaltında ölümlerin ardı arkası kesilmiyor, devrimci yayınlar öldürülen, infaz edilen, işkence gören, gözaltında katledilen, hakları gaspedilen devrimcilerin haberleriyle dolup taşıyordu. Böyle bir ortamda Birleşik Sosyalist Parti’nin kendisini yerleştirmeye çalıştığı yer bizim gibi hâfi ve silahlı örgütleri makbul gören devrimciler açısından, sapkınlığın dibi gibiydi. BSP’liler açısından ise biz, devrimci gençleri silahlı çatışmalarda tüketmeye teşne, siyasal örgütlenmenin karşısına goşizmi koyan, Kürt kuyrukçusu, ne yaptığını bilmeyen, devletin cellatlarının ekmeğine yağ süren acemi ve maceracı gençlerdik…
Her çevre kendi meşrebince, liselerde, semtlerde, Kürt mahallesi Teoman Paşa’da örgütlenmeye çalışıyor, bunun dışında da, birbirlerinden kadro devşirmeye çalışıyordu. Bütün devrimcilerin kesişim noktası o zaman Murat Paşa’nın arka sokaklarından birisinde, dükkandan bozma bir mekana sahip Halkevleri ve Şarampol Caddesi’ndeki CHP’nin Gençlik Kolları’ydı. TDKPliler, Kıvılcımcılar, Dev-Yolcular, DHPCliler, burada buluşur, birbirlerine meydan okur, teoride ve pratikte birbirlerini harcamaya çalışırlardı…
Ben, yasalcılık, revizyonizmdir, burdan bişey çıkmaz diyenen koronun gür seslilerindendim… Erkan’la da bir kaç kez tartışmıştık. BSP’de hem yasalcıların hem de illegalcilerin olduğu bir ortamda işi ilerlettik… Birbirimize hakaret ettik, ben ona “karşı-devrimci” dedim o da bana “goşist herif belki de muhbirsin ne bileyim” dedi… Birbirimizin üzerine yürüdük, ayırdılar… Bir süre sonra kozlarımızı paylaşmak üzere, bir tartışma günü kesip dağıldık… Denilen tarihte, Marksizmin klasikleriyle tüketilmiş uzun ve yorucu gecelerinin sonunda, Dev-Yol sempatizanlığından dolayı kendisini BSP’ye yakın hisseden hemşerim Halil Abi’yi alarak BSP’ye gittim. Büroda, Erkan, BSP’nin gençlerinden bir kaç kişi ve o zamana dek görmediğim bir kaç adam vardı. Birisi bilhassa dikkatimi çekti. Elindeki yengenin mayonezini seyrek ama inatla uzatılmış bıyıklarına bulaştırmadan ve yere damlatmadan yemeye çalışan bu adam yalnızca ortası yeşermemiş bıyıklarından dolayı değil çıkık elmacık kemiklerinden, yana doğru özenle taranmış saçlarından ve çekik gözlerinden dolayı da Vietnamlılara benziyordu…
Çay geldi ve tartışmaya başladık… Ben Lenin’in Komün Dersleri, Ne Yapmalı ve Nisan Tezleri, Marks’ın Fransız Üçlemesi, Neçayev’in Devrimciye Notlar’ı, Karataş’ın Haklıyız Kazanacağız’ı ve Garbis’in derlediği MLKP’nin Kongre Belgeleri derlemesinden dipnotlarla, kendimce oldukça derli toplu bir şekilde neden İllegal ve Silahlı olmak gerektiğini anlattım… Sonra Erkan’da Kuruçeşme Yazıları, Troçki’nin Stalinizm ve tek adamlık eleştirisi, Melih Pekdemir’in Kuralsızlığın Kuralları ve Lenin’in İki Taktik kitabından referanslarla yasal alanın ve siyasal örgütlenmenin neden önemli olduğunu derli toplu bir şekilde anlattı…
İki ergen erkek arasındaki tartışmanın belli bir noktada totolojiye ve sidik yarışına varmaması nadirdir ve mutad olan gerçekleşip totoloji başlayınca; yengenini çoktan bitirmiş, bıyıklarını ve ellerini elindeki peçeteyle özenle silmiş ve çayını yudumlamaya başlamış olan Vietnamlı, ütüsüz pantolonu ve boyasız ayakkabısından beklenmeyecek bir nezaketle, “gençler” deyip sözü aldı ve ikimizi de teşekkür etti. “Güzel bir tartışma oldu, benim için de çok öğreticiydi, eminim buradaki herkes için de öyleydi, şimdi izninizle bir kaç şey söylemek istiyorum…” dedikten sonra, uzun uzun yasal hareketlerin illa ki revizyonist, illegal hareketlerin de illa ki devrimci olmak demek anlamına gelmediğini, dünya komünist hareketlerinden uzun uzun örneklerle anlattı. Aslolanın mücadeleyi asla elden bırakmamak olduğunu, Kurtuluş Hareketi’nin yasal bir partiye dahil olmuş olmasının onun silahtarlığı rafa kaldırmış olması anlamına gelmeyeceğini, devrimci hareketlerdeki/partilerdeki amaca dönüşen illegalite saplantısını ve araç olması gerekirken istismar edilen yasalcılık mikrobunu tane tane ve sabırla anlattı. Sonra Erkan’la beni barıştırdı. Çay içtik, saz çaldık… Dağıldık…
İnerken Halil Abi’ye abi kim bu Vietnamlı kılıklı dedim. “O mu, o Mehmet Abi. Kaçaroğlu’nun has militanlarından Mehmet Kurnaz… Aksu direnişinde yaralanmış, Dokuma fabrikasında barikatlardan tutuklanmış, yıllarca hapis yatmış,ifade vermemiş silah vermemiş…İyi adamdır, sıkı devrimcidir…İlelgalitenin kitabını yazmıştır…”
-III-
Her ne kadar esaslı gibi görünen bir örgüte mensuptuysak da, Antalya’da aslında bir öğrenci ve işçi gençlik çevresiydik biz. Prototip olarak devrimci diyebileceğimiz, militan diyebileceğimiz bir büyüğümüz yoktu etrafımızda. O yüzden, ben kendi adıma her fırsatta, BSP’ye Mehmet Abi’nin yanına gittim, işkence deneyimlerini, mahpusluk yıllarını, kızıl bayrakla sokakları zapteden Dokuma işçilerinin mücadelesini, okul bahçesine faşist sokmayan Antalya Liselilerinin maceralarını, Çallı’dan başlayıp Tophane’ye kadar süren uzun namlulu ve görkemli Bir Mayıs kortejlerinin hikayelerini dinledim… Günler ve geceler tükettik. Kendince bana ustalık etti, aptallıklarımızı, ukalalıklarımızı heyecanımıza acemiliğimize verdi, yüzümüze vurmadı, alttan aldı, nezaketini kibarlığını hiç bozmadı.
-IV-
Mehmet Abi, ilerlemiş yaşına rağmen hiç evlenmemişti, muhtemelen kalbine bastırdığı platonik aşkları dışında hiç bir kadınla duygusal bir ilişkisi de olmamıştı. Çernişevski’nin Rahmetov’u gibi münzeviydi… Yoksul bir ailenin, gönlü zengin çocuğuydu. Evinde kadın erkek bütün örgütlerden insanlar gelir, kalır, işini görür, tartışmalarını, hatta bölgesel toplantılarını yaparlar ve giderlerdi. Bu yüzden Mehmet Abi’nin evine Sağmalcılar derdik.
Günlerden bir gün, Antalya’ya nereden geldiği belli olmayan bir kadın geldi… illegal çevrelerinden kimi insanlarla dolaşıyor ve o zamanlar illegal olan bir çevrenin, Ankara’dan gelen önemli bir militanı olarak tanıtılıyordu. Sonrasında, bu kadın, bir vesile Mehmet Abi’yle yakınlaştı ve Mehmet Abi hayatında belki de ilk defa kendisini Begüm olarak tanıtan bu kadınla gönül macerasına girdi.
Sonrası karışık ama Mehmet Abi, kendi evinde misafir ettiği iki DHKPC’linin ve kendisinin ihbar edilmesinden Begüm’ü sorumlu tuttu. Onu muhbirlikle suçladı… Begüm kayboldu, Mehmet Abi ise bir vesile tutuklandı ve Buca’ya gönderildi.
-V-
Buca Cezaevi 90’lı yıllarda Batı Akdeniz ve Ege bölgesinde devrimcilik yapanların 10’ar 20’şer tutuklanıp yargılandıkları cezaeviydi ve sınırsız dehşetiyle meşhurdu. Devrimciler insanüstü bir gayretle direniyor, faşizm insanlıkdışı uygulamaların tamamıyla saldırıyordu. 95’in sonunda, Buca cezaevine yapılan bir saldırıda üç devrimci öldürüldü, onlarcası yaralandı, Antalya’da DHKP-C davasından tutuklu bir arkadaşımızın boğazını kasaturayla keserek ağır yaralamışlardı, gene DHKP-C davasından yatan arkadaşımız Halil’in beli kırılmıştı, Mehmet Abi’nin de adı ağır yaralılar arasında geçiyordu…
Çok sonraları, ben Burdur Cezaevi’nde kalırken, Mehmet Abi’nin Buca günlerinde yanında olan Bolşevik Emre, Mehmet Abi’nin son bilinçli anlarını şöyle anlattı. Direniş başlayınca, Mehmet Abi bir sandalye bacağı almış eline, “pasımızı atalım bakalım” demiş… Gençler ise “abi sen burda misafir sayılırsın, lütfen geri dur” demişler. Elbette kabul etmemiş, ve barikatın en önünde ölümüne dövüşmüş.
-VI-
Sonuç olarak, barikatlar çözülüp devrimciler ele geçirilince, Mehmet Abi’yi ölümüne dövmüşler, beyni, böbrekleri ölümcül yaralar almış. İlk mahkemede bıraktılar, çıktığını duyunca çok sevindik, yoldaşları Buca’dan karşılayıp getirdiler. BSP bürosunda, Erkan’ın çiçeklerle süslü karakalem resminin altına oturttular. Mehmet Abi, hiç bir şeyi hatırlamıyordu, hiç kimseyi tanımıyordu, hiç bir şey bilmiyordu… Duvardaki bayraklara, resimlere, sloganlara, pankartlara “ilk sözcüğü anlamla buluşturan çocuğun telaşı” ile bakıyordu. Çekik gözlerinde ne Marks’tan bahsederkenki mana kalmıştı, ne Adalı’nın intikamını almaktan bahsederkenki öfke, ne münzevi gecelerin yorgunluğunun derin morlukları… Her zaman tevazuyla bakan karagözleri iki kara delik gibiydi… Mehmet Abi’den geriye Vietnamlı elmacık kemikleri ve seyrek bıyıklarından başka bir şey kalmamıştı.
Sonra, ben, biz, Antalya’nın bütün devrimcileri Mehmet Abi’nin Varsak’taki yoksul evini gide gele yol ettik, bize anlattıklarını anlattık, hatıralarımızı hatırlatmaya çalıştık, silahlı mı silahsız mı tartışmaları açmaya çalıştık…Nafile. Mehmet Abi, aslında Buca barikatlarında öldürülmüştü… 96’da da bedenen aramızdan ayrıldı…
-VII-
Ben, Antalya macerasını 96’da kapattım. Mehmet Abi, benim hayatımda devrimci direnişin ve devletin gaddarlığının tecessüm etmesi olarak yerini aldı. O dönemden tanışık olduğumuz arkadaşlarla bir araya geldikçe sözün bir yeri daima Mehmet Abi’ye geldi.
Ne var ki, başta da dediğim gibi, BSP macerasını ÖDP’ye evrilterek tamamladı. İktidarı namlunun ucunda arayanlar, mersedesler ve kürklerle geldikleri Ankara Stadyumundan Aşkın ve Devrimin Partisi olarak ayrıldılar. Medya bu hikayeyi çok sevdi…ÖDP ve ardılları için militan siyaset çağdışı ve avam olarak görüldü ve yeni dönemin yeni siyasi söylemi içerisinde, Dev-Yol’un Diyarbakır cezaevin direnişinde unuttuğu Orhan Keskin gibi, Buca Barikatlarında aklını, birikimini, ömrünü, göz nurunu bırakan Mehmet Abi unutuldu…
Dahası, ben de unuttum. Ta ki, Rakka Hamlesi’nde Ulaş Bayraktaroğlu’nun kod ismi olarak karşımıza çıkana kadar…
-VIII-
Ulaş, militan bir devrimci olarak, pek çok cephede savaşmıştır… Ama asıl zaferi, Mehmet Abi’yi Kurtuluşçu Mehmet’i, Kaçaroğlu’nun has adamı Mehmet Kurnaz’ı mezarından çıkartıp, yollara düşürmesi, Büyükada’dan Rojava’ya kadar Mehmet Abi’nin ismine şan vermesi ve hafızasını yitirmiş bir devrimciyi hafızasından silerek tarihsizleşmeye giden bir harekete, sahip çıkması gereken hafızayı ve tarihi öğretmesidir…
Osman Özarslan