21. Yüzyıl Sosyalizminin Politik Ekonomisi- Burak Gürel
Emek ve Adalet Platformu olarak Cem Somel’in Temmuz 2020’de yayınlanan “sosyal eşitlik mücadelesinde çözüp aşmak gereken bazı sorunları tartışmaya arz ettiği” yazısını gelen katkılarla birlikte yeni ufuklar açması temennisiyle dosyalaştırdık.
Tartışmaya gelen katkıların tümüne bu linkten ulaşabilirsiniz.
Tartışmayı sürdürmeye Burak Gürel’in değerli katkısıyla devam ediyoruz.
Cem Somel’in “Eşitlik davası üzerine” başlıklı yazısı, uzun süredir solun büyük bölümünün ufkunda yer almayan sosyalizmin inşası sorununun tartışılmasını teşvik etmesi bakımından yararlı. Somel, 20. yüzyılın sosyalist inşa deneyiminin başarısızlığına ilişkin bir dizi doğru tespit yapmakla birlikte, sorunun nedenlerini kanımca yanlış yerde arıyor. Somel’in hemfikir olduğum görüşlerini özetledikten sonra eleştirilerimi yapacağım.
Somel, özel mülkiyet ile verimlilik arasında doğrudan ilişki bulunmadığını, kamu işletmelerinin de verimli biçimde yönetilebileceğini savunuyor:
“Sovyetler Birliği’nin ve Doğu Avrupa’daki sosyalist etiketli devletlerin kötü deneyimlerini örnek göstererek ortak mülkiyet olan varlıkların mutlaka kötü yönetileceğini, talan edileceğini iddia ederler. Bunu söyleye söyleye zihinlere yerleştirdiler. Oysaki tarihte de günümüzde de gerek sosyalist denilen ülkelerde gerek kapitalist ülkelerde kamu işletmelerinin yöneticilerce toplum adına özenle, başarıyla yönetildiğine pek çok örnek var. Kamu varlıklarının mutlaka suistimal edildiği doğru değildir.”
Bu fikirlere katılıyorum. Kamu mülkiyetinin tarifi konusunda solun içinde ciddi ihtilaflar olduğu için konunun daha ayrıntılı tartışılması gerekiyor elbette. Günümüzde solun geniş kesimleri devlet mülkiyetini, kolektif tarımı ve merkezi planlamayı sosyalizmin inşasının araçları olarak görmüyor. Kapitalizmin alternatiflerine ilişkin tartışmalarda yerel düzeyde kooperatifleşmenin sınırlarını aşan programatik öneriler yapılmıyor. Dolayısıyla, geçen yüzyılın bürokratik işçi devletlerinin eleştirel bir bilançosu temelinde devlet mülkiyetinin, kolektif tarımın ve merkezi planlamanın geleceğin sosyalizmi içindeki yerine dair ciddi tartışmalar yapmak gerekiyor.
Somel, üretim araçlarının kamulaştırılmasının eşitlikçi toplumun kuruluşu için gerekli olduğunu ama yeterli olmadığını vurguluyor:
“20. yüzyılda Rus Devrimi ve Çin Devrimi hüsranla sona erdi. Rusya’da ve Çin’de eşitlik hedefiyle birer düzen kurulduktan sonra komünistler zamanla bizzat egemen sınıfa dönüştü; sosyalizme yönelim tersyüz edildi. Buna mukabil Küba’da sosyalist düzen sağlam duruyor; önemli bir istisna teşkil ediyor.”
Bu saptama genel olarak haklı ama bir dizi nüansı gerektiriyor. Klasik Marksizm, sınıfsız ve devletsiz bir dünya anlamına gelen komünizme doğru gidişin ileri bir aşamasını ifade etmek için sosyalizm kavramını kullanır. Emperyalist ülkelerin büyük bölümünde proleter devrimler gerçekleşmeden, yani komünizme geçişin önündeki devasa ekonomik ve askeri engeller ortadan kaldırılmadan sosyalizmin kuruluşu tamamlanamaz. Somel’in Birikim dergisinin Ekim- Kasım 2017 tarihli 342/343. sayısında yayımlanan “Sovyetler Birliği’nde Sınıflaşmanın İdeolojisi” başlıklı yazısında belirttiği gibi, “Bolşevikler kapitalizmin gelişmiş olduğu Avrupa ülkelerinde, özellikle de Almanya’da sosyalist devrim çıkacağını ümit ediyordu. Ekim Devrimi’nin asıl işlevi dünya çapında işçi ihtilallerini ve sömürgeciliğe karşı mücadeleleri tetiklemekti” (s. 149). Tıpkı Marx- Engels ikilisi gibi Bolşevikler de komünizmin ancak dünya çapında kurulabileceğinin farkındaydılar ve bu nedenle dünya devrimini hedeflediler. 1920’lerin ikinci yarısında iktidarı ele geçiren bürokrasi ise proleter devriminin tek bir emperyalist ülkede dahi başarıya ulaşmadığı bir ortamda sosyalizmin Sovyetler Birliği’nde kalıcı olarak kurulduğunu ilan etti ve pusulayı “dünya devrimi hedefinden SSCB’nin ulusal çıkarlarına” doğru saptırdı (Somel, 2017, s. 149). Sovyetler Birliği ve Çin Halk Cumhuriyeti’nde kurulan düzen sosyalizm değildi, sosyalizme geçişin yalnızca ilk aşaması olan işçi iktidarının bürokratik olarak yozlaşmış bir versiyonuydu. Günümüzde kapitalist restorasyonun giderek ciddi bir tehdit haline geldiği Küba’da da sosyalizme ulaşılmış değildir. Sovyetler Birliği ve Çin’de yaşanan süreci “komünistlerin egemen sınıf haline gelmesi” olarak yorumlamak da yeterince açıklayıcı değildir. İktidarı gasp eden bürokrasi, bir yandan Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin kurulduğu yalanını söylerken diğer yandan Bolşevik Partisi’ni tepeden tırnağa tahrip ederek, kadrolarının önemli bölümünü katlederek iktidarını pekiştirmiştir. Ayrıca, bürokrasi uzun süre ayrıcalıklı bir kast olarak var olmuş, ayrıcalıklarını artırdıkça sınıflaşma/burjuvalaşma eğilimleri derinleşmiştir. Bürokrasinin burjuvaziye dönüşümü Doğu Bloku ülkelerinde 1989- 1991 sonrasında, Çin’de ise bu yüzyılın başında tamamlanmıştır.
Somel, geçen yüzyılın sosyalizm inşası deneyiminin iki temel hatası olduğunu ileri sürüyor. Bu hatalardan ilki devrimlerin ertesinde kurulan devletlerde farklı emek türlerine göre farklı ücretlerin ödenmesidir:
“Kanımca SSCB’de sınıf oluşumu tecrübesine bakıp biraz tefekkür edince şu sonuçlar çıkıyor. Çalışan bir insanın harcadığı emeğin değerini ölçmek için, topluma katkısına maddi bir değer biçmek için hiçbir nesnel dayanak yoktur. Mevcut kapitalist düzende tıp profesörlerinin aylık geliri konfeksiyon işçi gelirlerinin (sözgelimi) 10 katı ise, bunun sebebi profesörlerin sayıca az, işçilerin sayıca çok olmasıdır (iki meslekte arz-talep dengesindeki farktır) ve iki grubun örgütlü mücadele gücündeki farktır (sınıf mücadelesinde güç farkıdır). Bunların arasında gelir farkının başka bir sebebi yoktur. Tıp profesörüyle konfeksiyon işçisinin refah farkının bunların emeğinin değeriyle, topluma yaptıkları katkıyla hiçbir alakası yoktur, çünkü böyle bir şey ölçülemez. Onun için insanların vasıflı olup olmadığına göre, eğitimli olup olmadığına göre, yaptığı işin niteliğine göre, makamının yüksek veya alçak olmasına göre farklı gelir kazanmalarına hiçbir makul gerekçe olamaz. İnsanların emeğine mesleğine, öğrenimine vs. göre farklı değerler biçmek, eşitsizliğe kılıf uydurmaktır. SSCB’de resmi ideolojiye göre farklı mesleklerde çalışanların emeğinin değeri farklı idi. Bu görüşe dayanarak Sovyet yöneticileri, gelirleri farklılaştırma politikasını Sovyet işçilerine kabul ettirdi. SSCB’de sınıf oluşumunun bir yönü bu idi.”
Somel bu konuda yalnızca Sovyetler Birliği yöneticilerini eleştirmiyor, sorunun kaynağının Marx’ta olduğunu düşünüyor. Birikim’deki yazısında (s. 163-164) şunu iddia ediyor:
“Sovyet toplumunda resmî görüş, öğrenim görmüş insanların emeğinin vasıfsız işçinin emeğine göre daha karmaşık olduğu yolunda idi. Bu önerme, vasıflı emeğin vasıfsız emeğin yoğunlaşmış (intensified) veya katlanmış (multiplied) hâli olduğu fikrine dayanmaktadır (Marx 1984: 51). Marx, kapitalist toplumlarda çeşitli vasıflarda emekten her birinin değerinin piyasada vasıfsız işçinin emeğinin değerine kıyaslanarak saptandığını iddia eder. Bu hesaplamayı kim yapar, ne şekilde yapar? Marx bu hesaplamayı yapan faili belirtmemektedir; farklı emek türlerinin değerinin belirlenmesini tasvir ettiği cümleleri edilgen kiptedir. Özne belli değildir. Marx’ın savı, sanki Adam Smith’in ‘görünmez eline’ dayanmaktadır” (vurgu metnin orijinalinde).
Somel’e göre, ikinci hata gelir eşitliğinin maddi bolluk koşuluna bağlanmasıydı:
“Sovyetlerde sınıflaşmada kullanılan bir araç daha vardı. SSCB’de komünistler sosyal eşitliğin gerçekleşmesini tarihsel ilerleme, teknolojik gelişme, ekonomide bolluk olması gibi şartlara bağladı. Oysaki sosyal eşitliğin tarihin aşamalarıyla, teknolojinin seviyesiyle, bollukla-kıtlıkla alakası yoktur. Geçmişte sosyal eşitlik mücadelelerindeki yenilgilerin nedeni sosyal eşitliğin ‘vaktinin gelmemesi,’ teknolojinin geriliği vs. değildi. Yenilgilerin nedeni eşitlik için mücadele edenlerin iyi örgütlenememesi, hatalar yapması idi. Yenilgiler mukadder değildi. Her çağda, her toplumda hasıla – ne ise– adilane paylaşılabilir, ya da çarpık dağıtılabilir. Bugün Küba maddi bolluk diyarı değil; ama refah paylaşımında, eğitim ve sağlık göstergelerinde parmakla gösterilen bir ülke. Kıssadan hisse: Eşitlikçi düzen kurma iddiasıyla iktidara gelenlerin farklı emeğe farklı değer biçme veya üretimi artırma gibi gerekçelerle sosyal eşitlik hedefinden yan çizmesine fırsat vermemek lazım. Bu konu müşevvik (güdüleyici) kavramı çerçevesinde 1960’lı, 1970’li yıllarda Sovyet, Çinli, Kübalı komünistler arasında tartışıldı. O dönemde Sovyetler’de egemen sınıfa dönüşmekte olan yöneticiler Sovyet işçilerini çok çalışmağa teşvik etmek için maddi müşevviklere (ücrete ilave vs. gibi yöntemlere) ağırlık verdi. Buna karşılık Çinliler ve Kübalılar manevi ödüllendirmeyi tercih etti; fedakârca çalışanları ülke çapında tanıtıp örnek göstererek şereflendirmek gibi uygulamalara ağırlık verdiler. Sovyet yöneticilerin maddi güdüleyici tercihinde muhtemelen ekonomide büyüme göstergelerinde ABD’yi geçmek istemesi etkili oldu. Böyle bir hedefin, böyle bir üretim yarışının eşitlikle, sosyalizme ilgisi yoktu.”
Somel, gelecekteki devrimlerin benzer bir çıkmaza girmemesi için yöneticilerin dürüst olması ve insanlığı varoluşunu sorgulamaya davet etmesi gerektiğini düşünüyor:
“Ortak mülklerin özenle yönetilip yönetilmemesi de bir kültür meselesi; toplumun kamu yönetim kültüründe düğümleniyor. ‘Tüyü bitmedik yetimin hakkı’ üstüne titreme meselesi. Hazret-i Ömer’in mesai bitiminde devlet geliriyle satın alınmış mumu söndürüp kendi satın aldığı mumu yakmasıyla örneklendirilecek anlayışla ilgili […] Alternatif, tüm insanlara hitap eden genel bir akıl yürütme olabilir. İnsanları kendi varoluşlarını sorgulamağa davet etmek olabilir. Belki insan kendi varoluşundaki tesadüfi boyutu fark eder ise; yararlandığı avantajların büyük ölçüde doğduğu ortamın sonucu olduğunu; mağdur olan insanların da (tesadüfen) doğdukları ortamın kurbanı olduğunu idrak eder ise belki kendini sistemden mağdur insanlarla hemhâl görebilir, onlarla dayanışmaya yönelebilir.”
Somel’in olumlu baktığı manevi ödüllendirmeyi tercih etmesine rağmen Çin Halk Cumhuriyeti’nde 1978’den itibaren kapitalizmin neden restore edilebildiği sorusuna işaret edip esas konumuza geçelim. Somel’in yukarıda özetlenen görüşlerinde üç yanlış var. Birincisi, vasıflı-vasıfsız emek ayrımının maddi temelinin bulunmadığı ve ölçülemeyeceği görüşü isabetsiz. İkincisi, ekonomik gelişmişlik düzeyi ile toplumsal Aeşitlik arasındaki yakın ilişkiyi kavrayamıyor. Üçüncüsü, kafa emeği ile kol emeği ayrımının aşılmasının son derece çetrefil ve ekonomik gelişmişlik düzeyi ile yakından ilişkili olduğu gerçeğini gözden kaçırıyor.
Belirli meslek dallarının icracılarının sayısına bağlı olarak belirli dönemlerde kıtlık rantı elde etmesi elbette mümkün. Ancak, tıp profesörü ile tekstil işçisinin aldıkları ücretin farklı olması basitçe arz ve talep temelinde veya tıp profesörünün pazarlık gücüyle açıklanamaz. Marx bütün toplumlarda vasıflı (veya karmaşık) emeğin oluşabilmesi için kaynak (emek) tahsisinin nesnel bir zorunluluk olduğunu saptamıştır. Ortaokuldan terk bir kol emekçisinin alternatif olarak tıp profesörü, mühendis, mimar, planlamacı vb. olabilmesi için çok uzun yıllar eğitim görmesi gerekir. O eğitimde toplumun devasa bir emeği harcanır. Dolayısıyla, vasıflı emek gücü üretilen bir şeydir. Bu yalnızca kapitalist toplumlar için geçerli değildir. Eşitlikçi bir toplum daha fazla bilgisayar mühendisine ihtiyaç duyuyorsa onun eğitimine toplumsal emeğin çok önemli bir bölümünü tahsis etmek zorundadır. Dolayısıyla, vasıflı ve vasıfsız emeğin ölçülebilmesi pekâlâ mümkündür. Somel’in Marx’ın bu yöndeki saptamasını Smith’in “görünmez el” kavramına benzetmesi yersiz. Vasıflı- vasıfsız emek ayrımının ortadan kaldırılmasını istemek/hedeflemek başkadır, bu ayrımın mevcudiyetini inkâr etmek başka. Somel’in fikirleri tarihsel materyalizmden ziyade idealizme yakındır.
Nesnel bir ekonomik zorunluluk mevcutsa farklı emek türlerine farklı ücret ödenir. Sosyalizme geçiş toplumlarında vasıflı emeğin oluşumu için yapılan harcamalar (burslar, yurtlar, parasız eğitim vb.) giderek toplumsallaştırılacağı için vasıflı-vasıfsız emek arasındaki ücret farkları giderek azalır. Ancak, dünya devrimi tamamlanmadan, yani tüm dünya sosyalizme geçiş toplumlarından oluşmadan bu süreç tamamlanamaz. Geçiş toplumunda vasıflı ve vasıfsız emeğe eşit ücret ödenirse vasıflı emekçilerin önemli bölümü kapitalist ülkelere iltica etmenin yollarını arar. Marx ve Lenin’in sosyalizm gibi ileri bir aşamada bile bölüşümde farklılaşmalar olması gerektiğini savunmalarının nesnel temeli budur.
Tam eşitlikçi bir toplum kurmak için çalışan nüfusun tamamının yüksek düzeyde eğitimli ve nitelikli olması gerekir. Elbette her bir birey farklı alanlarda yeteneklerini geliştirecek ve topluma katkı verecektir. Herkes – Somel’in deyişiyle– “tıp profesörü” olmak zorunda değildir. Ancak, çalışan nüfusun tamamının basit kol emekçisi olmaktan çıkması, kalifiye kabul edilen işleri yapacak yetkinlikte olması zorunludur. Geniş kitlelerin yalnızca kol emekçisi olarak kaldığı bir toplumda sosyalizmden söz edilemez. Tamamen otomasyona devredilemeyen, kol emeğine dayalı tüm işler çalışan nüfusa eşit olarak dağıtılmalıdır. Benzer biçimde, ekonomik işletmelerin ve devlet aygıtının idaresi de toplumun geneli tarafından üstlenilmelidir. Ücret farklarının kalıcı olarak ortadan kaldırılması, ancak böyle bir toplumsal eşitlenme sürecinin sonucunda mümkün olabilir. Somel’in Birikim’deki yazısında alıntıladığı Sovyet sosyologlarının bu doğrultudaki – esasen Marx’a dayanan– saptamalarında (s. 154) hiçbir sorun yok. Sovyet sosyologlarının körlüğü emperyalist sistem yerinde dururken Sovyetler Birliği’nde kafa emeği- kol emeği ayrımının aşılabileceğini varsaymalarıydı.
Haftanın en az beş günü günde en az sekiz saat çalışmak zorunda olan bir işçi, yeteneklerini yeterince geliştiremez, karmaşık ekonomik ve politik sorunlara yeterince vakıf olamaz, karar alma süreçlerine aktif olarak katılamaz. Çalışma saatleri radikal biçimde düşürülmedikçe idari işlerin kolektif olarak yerine getirilmesi imkânsızdır. Gündelik hayatın ve devlet idaresinin kolektif olarak örgütlenemediği ülkelerde, devrime önderlik eden kadrolar ne kadar dürüst ve fedakâr olursa olsun, uzmanlar ve yöneticiler er ya da geç maddi ayrıcalıklar elde eder. Emek verimliliği çok yüksek bir düzeye ulaşmadan çalışma saatlerini – üretimi düşürmeden– azaltmak imkânsızdır. Sovyetler Birliği ve Çin Halk Cumhuriyeti gibi ekonomik bakımdan emperyalizmin gerisinde kalan ülkeler şöyle dursun, proleter devrimi en güçlü emperyalist ülkede zafere ulaşsa dahi –dünyanın geri kalanı kapitalist kaldığı müddetçe– kaynaklarını ve enerjisini ekonomik ve askeri kuşatmayla baş etmek, ayakta kalabilmek için harcamak zorundadır. Bu koşullar altında çalışma saatlerini düşürmek bir yana artırmak zorunlu hale gelebilir. Sovyetler Birliği’ndeki ücret eşitsizlikleri, Somel’in varsaydığı gibi dürüst yöneticilerin alacakları kararlarla ve eşitlik fikrinin propagandasıyla halledilebilecek basitlikte bir mesele değildi. Somel’in bu sitede ve Birikim’de yayımlanan yazılarında eksik olan nokta budur. Stalinist bürokrasi ve 1970’lerin Sovyet sosyologları gibi Somel’in sosyalizm ufku da ulusal sınırları aşmıyor.
Kısacası, Somel’in iddiasının aksine, sosyalizme geçiş sorunu “tüyü bitmedik yetimin hakkının üstüne titreme”, “insanları kendi varoluşlarını sorgulamağa” ve “kendi varoluşundaki tesadüfi boyutu” fark etmeye davet etmek türünden idealist yaklaşımlarla ele alınamayacak kadar ciddi ve karmaşık bir sorundur.
Geçen yüzyılın deneyiminin ışığında günümüzün eşitlik mücadelesi için dersler çıkarılabilir. İçinde bulunduğumuz çağda gerçekleşecek ilk muzaffer devrimin geçmişteki devrimlerin kaderini paylaşmamasının tek yolu devrimin dünya geneline yayılmasıdır. Devrimin ilk zaferini (geçen yüzyılda olduğu gibi) çevre ve yarı-çevre ülkelerinde mi yoksa bu kez emperyalist ülkelerde mi kazanacağını kesin olarak tahmin etmek mümkün değildir. Somel’in haklı olarak belirttiği gibi, “20. yüzyılda tek tek ülkelerde bu yönde girişimleri kapitalist devletler daima bastırmağa ve batırmağa çalışmıştır. Onun için böyle bir girişimde bulunanların en azından Küba’nın maruz kaldığına benzer iktisadi ambargolara hazır olması gerekir.” Dolayısıyla, devrim nereden başlarsa başlasın boğulmamak için emperyalist ülkelere doğru yayılmak zorundadır. Bunun için farklı ülkelerin devrimci partilerinin – sembolik ve gevşek bir yapı değil, gerçek bir dünya partisi niteliğindeki– bir enternasyonalin çatısı altında birleşmeleri zorunludur.
Geçmişte olduğu gibi günümüzde de devrim uzun süre tek bir ülkenin veya birkaç ülkenin sınırları içinde yalıtılabilir. Uzun süreli yalıtılmışlığın geçmiştekine benzer sonuçlar üretmemesi için atılması gereken adımları üç ana başlıkta toplayabiliriz. Birincisi, tıpkı Lenin’in yaptığı gibi, günümüzün devrimine önderlik eden kadrolar kitlelere karşı dürüst olmalıdır. Dünya devrimi olmadan bırakın sosyalizmi kurmayı, mevcut işçi iktidarlarının bile muhafaza edilemeyeceği, bu nedenle tüm toplumun dünya devrimi için seferber olması gerektiği kitlelere sabırla anlatılmalıdır. Sosyalizmin tek bir ülkede kurulabileceği, ekonomik rekabet yoluyla emperyalizmin alt edilebileceği gibi Marksizm ile uzaktan yakından alakası olmayan yalanlar söylenmemelidir. İkincisi, emperyalist kuşatmaya dayanabilmek ve dünya devrimini örgütlemek için yapılması zorunlu olan harcamalardan arta kalan kaynaklar, merkezi planlama çerçevesinde kafa emeği-kol emeği, yöneten-yönetilen ayrımlarının sönümlenmesine hizmet edecek bir eğitim seferberliği için kullanılmalıdır. Buna paralel olarak, kitlelerin başta kendi işyerleri olmak üzere planlamaya ve yönetime her düzeyde katılımı için sistematik çaba harcanmalıdır. Son olarak, devrimin ilk dalgasında birden fazla ülkede zafer kazanılmışsa mevcut işçi devletleri dünya devriminin zaferi için tam bir işbirliği içinde olmak zorundadır. Geçen yüzyılda bunun tam tersi olmuştur. En büyük iki sosyalist devrimin ürünü olan Sovyetler Birliği ve Çin Halk Cumhuriyeti, Lenin’in amaçladığı şekilde birbirleriyle bir federasyon çatısı altında birleşmek şöyle dursun, 1960’lardan itibaren birbirlerinin amansız düşmanı olmuştur. Her iki devlet de diğerine karşı emperyalistlerle işbirliğine yönelmiştir. Çin Halk Cumhuriyeti’nin ABD emperyalizmi ile işbirliği, Doğu Bloku’nun yıkımının ardındaki önemli faktörlerden biridir. Böyle bir felaketin tekrarlanmaması için enternasyonalist bir ideolojiye ve sahici bir enternasyonal örgütüne ihtiyaç vardır.