19 / 1919: Hurafe ve Mitoloji
Ak Parti’yi iktidara getiren süreç, temel bileşenlerini Kemalizm’in sürdürdüğü pozitivist modernleşme tarafından bastırılmaya çalışılan tepkin güçlerin oluşturduğu, zaman içerisinde giderek etkinleşen mücadeleleridir. İslamcılık da bu bileşenler içerisinde yer alan, mümkün olduğunca Kemalist ideolojiyle hesaplaşmaya çalışan ama bu konudaki çabalarını kendi iç kısıtlılıkları nedeniyle tamamına erdiremeyen bir cereyandır. Ağırlıklı kitlesini muhafazakârların oluşturduğu bu cephe açısından temel kaygı, yitirilmiş iktidarın ele geçirilmesidir. Nitekim bir kez bu arzu gerçekleştirilince, ideolojik mücadele yerini ganimetlerin üleşilmesi kavgasına bırakacaktır. İslamcılığın bir kesimi de bu kavgaya bağ-ım-lanırken, böylesi bir fırsatçılığa tepki duyan entelektüel muarızların hayal kırıklıkları da onları küskünleştirecek veya başka arayışlara savuracaktır.
Bu aydınlardan kimisi, selameti Kemalist bir yordamla olmasa da, aydınlanmanın mitlerinde de arayabilecektir. Kuşkusuz ki oldukça farklı aydınlanma yolları vardır. Hatta bu güzergâhlardan bazısı, Kuran etrafında mucize arayışlarını bilimsellikle temellendireyim derken, hurafelere dayanan sığlıklara da düşmedi değil. Sözgelimi “19 mucize”si ki oldukça aklı başında aydınlar bile bir tür kabalacılık olan bu akımın rüzgârına kapılmışlardı. Hatta bu akımın rüzgârı aydınlanmacı Kemalistleri bile etkileyerek, bu “mucizevi” rakam, Mustafa Kemal etrafında bir mitoloji kurgulamak isteyenler için de bir ilham kaynağına dönüşmüştü. Mademki 19 sayısının mucizevi bir niteliği vardı, o halde bu sayının çağdaş zuhuru, 19 Mayıs 1919’da Samsun’a ayak basarak milletin kurtuluşunu sağlayan Mustafa Kemal’i (de) işaretlemektedir. Dolayısıyla kimileri için pozitivist bir aydınlanmacı olan Mustafa Kemal, kimileri içinse mitolojik bir kahraman haline gelir.
Mustafa Kemal’in kişiliği bir yana, ona dayandırılarak oluşturulan ideolojik bir söylem, oldukça karmaşık bir figürün akıl erdirilemezliğinde, Türk toplumu açısından aşılamaz niteliğini hâlâ sürdürmektedir. Bunun, gerçekten de Mustafa Kemal’in dehasına mı dayandığı, yoksa Mustafa Kemal’in karşısında ısrarla üretilmeye çalışılan Abdülhamit gibi mitolojik kültleri aşma becerisini gösteremeyen Türk toplumunun beceriksizliğine mi verilmesi gerektiği, oldukça muğlak bir konu. Meselenin açık olan yönü ise, Türk toplumunun (belki de benzer nitelikteki tüm toplumların) mitolojik kişiliklere tutunmaksızın bir gelecek inşa etme konusundaki yetersizlikleri. Hatta aynı izlekte hareket eden Arapların Nasırcılığı veya Kürtlerin Apoculuğu da, benzer bir “modernleşme” yordamı değil midir?
Kuşkusuz ki toplumlarında bir biçimde öne çıkan liderlerin o topluma, bu öne çıkmayı haklı kılacak katkıları vardır. Ama belli karakteristiklerdeki toplumlarda bu katkı, gerek liderin, gerekse bu lideri kültleştiren toplumların ortak zaaflarıyla, bir süre sonra o toplumu baskılayan mekanizmalara dönüşmektedir. Sözgelimi Mustafa Kemal’in liderliğe geliş şartları, ona, Türkiye toplumunu olumlu bir biçimde dönüştürebileceği tarihsel koşulları altın bir tepsi içerisinde sunmuştu. Kimi olumlu adımların atılmadığını söylemek de mümkün değil. Sözgelimi cumhuriyetçi bir sisteme geçilmesi gibi. Ama İslam dünyasının da genel sorunlarını teşkil eden iktidarını paylaşamama, muhalefetin etkin bir biçimde sisteme katıldığı bir demokratik kültürü (bunu şura ilkesi olarak da tanımlayabiliriz), siyasal ve kültürel bir çoğulculuğu oluşturamama, Hz. Osman’dan beri dilimize ve siyasetimize pelesenk olmuş “Allah’ın giydirdiğini ben çıkaramam” maskesi altında iktidarını bırakamama, Muaviye’den beri geleneğimiz haline gelen iktidarla toplum arasında açılan tanrısal/kutsal mesafenin eziciliğini olumlu bir siyasal ilişkiye dönüştürememe gibi temel engellerimiz, bu süreç içerisinde de aşılamadı. Dolayısıyla da cumhuriyetçi değişimin biçimselliği veya biçimselleştirilmesiyle ve bazı olumlu yönleri olan batılılaşmanın bile taklitçiliğe dayanan bir sığlıkta yozlaştırılmasıyla, genel olarak toplumun temel niteliğinde önemli bir değişim sağlanamadı.
Bunun en basit misali ise, hiçbir aklı başında ülkede sürdürülmeyen, lider kültüne dayalı bir ideolojinin topluma adeta bir din olarak dayatılmasındaki garabettir. Bu garabeti daha da ilginç kılan yönü ise, bu tapınımın, aydınlanmacı bir eda ile sürdürülme ikiyüzlülüğüdür. Hatta daha düne kadar insanlar bu ülkede Atatürk’ü sevme sınavlarından geçirilmekteydi. Militan bir cepheleşme mantığı içerisinde kavranılan Kemalizm, “Mustafa Kemal’in askerleri olmak”tan öteye bir anlam haline getirilememiştir. Kaldı ki aynı zihniyet, farklı cepheler tarafından da, kendi anlayışları içerisinde sürdürülmeye çalışılmakta; toplumsal mücadeleler askeri mücadeleler olmaktan öteye taşınamamaktadır.
Günümüzde ise ulusalcı ittifaka dahliyle Kemalist imanını yenileyen Ak Parti tarafından biraz sağa çekilen Atatürk imajı, biraz daha genişletilmiş bir toplumsal uzlaşıyla, topluma yeni bir gelecek mitosu olarak takdim edilmektedir. Oysa Ak Parti de, tıpkı bir dönemin Mustafa Kemal’inin de yap-a-madığı gibi, toplumu gerçekten uygar (insani, adaletli, nesnel ölçütlerin geçerli olduğu, özerk toplumsal kümelerin uzlaştığı) bir toplumsal zeminde buluşturabilir ve barıştırabilirdi. Nasıl ki bu yol Mustafa Kemal’in liderliğindeki Birinci Meclis döneminde denendiyse, Tayyip Erdoğan liderliğindeki Ak Parti tarafından da ilk iki dönemde denenmeye çalışılmıştır. Dolayısıyla bu dönemler, Türkiye Cumhuriyeti tarihinin oldukça istisnai ve aslında herkesin buna dair imkânın farkında olduğunu gösteren dönemler olarak da kayda geçmiştir. Tüm bunlardan ve yaşanılan onca trajik olaylardan sonra, yüz yılın akabinde aynı noktada olmak, aynı ikilemi ve heba edilen aynı fırsatların burukluğunu hem de bir bayram coşkusuyla yaşamak, oldukça trajik. İşin daha da üzücü olan tarafı ise, bunca deneyimden ve yol alıştan sonra hâlâ birilerinin bu otokrat ideolojiyi bir aydınlanma çığırı ve çağrısı olarak benimseyebilmesi ve sadece benimsemekle yetinmeyip, yasal veya zora dayanan baskılar yoluyla topluma da dayatma konusundaki isteklilikleridir. Aydınlanmanın Kant tarafından tanımlanan en basit ve açık yönü, insanın kendi aklının yetkinliğiyle kararlarını verebilmesi konusundaki özerkliğidir. Aynı yetkinlik ve özerklik hali, Ebu Hanife tarafından da, farklı kavramlarla da olsa tanımlanmıştır. Ama gelin görün ki toplum, Hanefî olduğunu iddia etse de rüştten, Aydınlanmacı olduğunu iddia etse de düşünümsel özerklikten hâlâ uzaktır. Zira her iki kavramın iddiaları sürdürülse de, koşullarını oluşturma cehdinden ve emeğinden ısrarla kaçınılmıştır ve kaçınılmaktadır. Bu kaçınmanın en önemli etkeni ise birer kurtarıcı mitos olarak algılanan veya tanımlanan iktidarların/liderlerin toplumda işgal ettiği kutsal despotluğun konforundan asla vaz geçemeyişidir. Kaldı ki toplum da, kendisini kölece bir seviyede tutan bu siyasal koşulların işleyişine, oldukça farklı saiklerle de olsa rıza göstermektedir. Dolayısıyla bu temel koşullarda bir değişiklik olmadığı sürece, yüz yıl veya bin yıl sonra da aynı mevzuları tartışmanın güdüklüğü veya tatsızlığı içerisinde olmamız kaçınılmaz gözükmektedir.
Bir islamcı bilir ki tanrı en büyük put yapılır, elçi ile şirk koşulur. Bunlar ne tanrıyı ne de elçiyi mitik öğeler yapar. Derdimiz aşkın olanla doğru bir ilişki kurmak , bunu davamıza da temel kılmak değil mi? Böyle bir aşkınlığa inanırken 19 mucizesini , oldukça da gereksiz bir şekilde, dalga malzemesi yapmak nedendir? Yüce yaratıcının varlığı gibi bir şeye inanmaktan daha mı abes O’nun mesajını mucize ile desteklemiş olması..
Allahtan başkasının bir nevi ilahlaştırılmışsına Allah’ın bir mucizesinin aracı kılınması çok mu şaşılacak bir şey? Ki 19 olayı mkemal meselesinde pek bir tali kalmıyor mu?
19 meselesinin çok daha ciddiyetle yaklaşılması gereken bir durum olduğunu düşünüyorum ben de. Hele ki böyle bir yazıya malzeme edilmesini garipsiyorum. detaylı bir yazı olursa faydalanırız, gerçi çok var sanırım ama, EAP meşrebince bir şeyler belki?