1 Mayıs 2012, Kapitalizm Karşıtı Müslümanlar ve Gelecek
1 Mayıs 2012, katılımın yoğunluğu yanında asıl olarak “Anti-Kapitalist Müslümanlar Kortejinin” katılımı ve bunun getirdiği tartışmalar ile kamuoyu gündemine damga vurdu.
2011 yılı 1 Mayıs’ında Has Parti’nin çok zayıf da olsa katılımı ciddi bir medya ilgisi oluşturmuş olsa da, 2012 1 Mayıs’ı, emek mücadelesi ve İslam bağlamının ele alınışı açısından değil ama kitlesel bilinirlik ve genel kamuoyu düzeyinde tartışılması açısından Türkiye tarihinde bir ilki teşkil etmektedir.
Bu bağlamı değerlendirme açısından bakıldığında son yıllarda gözlemlenen şey ideolojik/kültürel düzeyde, başını İ. Eliaçık’ ın çektiği ve başka yazarların da yer aldığı, Kur’an’ın kapitalist mülkiyet ve kapitalizm karşıtı okunmasının Müslüman gençlik ve aydınlar içinde bir eğilim olarak gelişmesidir. Politik düzeyde ise 2007 seçimleri öncesi M. Bekaroğlu ve E. Günay tarafından başlatılan ve basında “Müslüman-Sol” olarak tanıtılan girişime, ardından HAS Parti söyleminin ve sınırlı sayıdaki sosyalistin HAS Parti kuruluşu sürecine katılımının oluşturduğu tartışmalara, Emek ve Adalet Platformu’ nun “İftar Eylemleri” ne ve ardından Müslüman kimlikli 1 Mayıs katılımlarının etkisine şahit olmaktayız. Tabi ki 1 Mayıs etkinliklerine önceden katılanların da büyük bir kesimi Müslüman idi ama ilk defa olan şey İslami bir siyasal kimlik ve söylemle katılımın yaşanmasıdır.
Öncelikle süreci yorumlarken, “dini, mezhebi, ulusal, etnik ve yaşam tarzı açısından çok çeşitliliğin olduğu bir toplumda gerçek bir sınıf/emek veya halk hareketinin bu kültürel farklılıkları içermesi ve farklı kesimlerin ortak davayı kendi rengindeki bayraklar ve sözlerle dile getirmesinden başka doğal ne olabilir ki” diye sormak gerekiyor. Yani bu olay şaşkınlıkla karşılanacak bir şey değil tam da “eşyanın doğasına” uygun olarak görülebilecek bir şey olmalıydı. Evet, öyle olmalıydı ama tarihimiz hiç de böyle değil. Bunun böyle olmaması bazılarının dile getirdiği gibi örneğin Hıristiyanlık ile karşılaştırıldığında Müslümanlığın kendine içkin özelliklerinden değil tümüyle siyasal tarihimizle ilişkili bir durumdur. İşte şimdi olan da siyasal tarihimizde çok ciddi dönüşümlerin yaşandığı bir dönemde ortaya çıkan yeni bir süreçtir.
Lafı fazla eğip bükmeden şu söylenebilir ki Müslüman kitlelerin önemli bir kesiminin algısına göre Türkiye Cumhuriyeti döneminde ilk “Müslüman hükümet” AK Parti’nin tek başına iktidara gelmesiyle kurulmuştur. Tabi sadece hükümet ve başbakan değil, cumhurbaşkanı, TBMM başkanı, Anayasa Mahkemesi başkanı ve diğerleri ile devlete damgasını vuran bir gerçeklikten bahsediyoruz. İşte sorunun doğduğu yer de burasıdır. Bu dönemde büyüyen ve İslami bir kimliğe sahip olan gençlerin ve iktidar nimetlerinden uzak duran bir kısım Müslüman entellektüelin sorduğu soru şudur; 10 yıldır yaşanan bu iktidar sürecinde gerçekte sosyal ekonomik düzlemde ve kimlik temelli özgürlük arayışlarında ne değişmiştir. Ya da soru şudur; uğruna hep mücadele verilen Müslümanlık bu muydu? Onlar kendi cevaplarını hayır olarak oluşturuyorlar. Hayır diyorlar çünkü ezenler ve ezilenler, yoksullar ve zenginler, emek ve sermaye, emperyalizm ve ülke/bölge karşıtlıkları açısından da, Kürt ve Alevi sorunu açısından da çok şey değişmemiş tersine özellikle emek ve sermaye ilişkileri açısından AK Parti döneminde durum mazlumlar aleyhine daha da bozulmuştur. Bu sürecin düşünceye, felsefeye, politikaya yansıması ise kaçınılmazdır. Yaşanan da budur.
Eğer Kapitalizm karşıtı bir Müslüman aydına bu süreci sorarsanız o size Ayetlerden, hadislerden örnek verecek, İslam tarihinde yaşanan ama şimdiye kadar pek öne çıkmamış hareketlerden ve arayışlardan bahsedecek ve “Gerçek Müslümanlık” budur diyecektir. Doğrudur. Saygı duymak gereklidir. Öte yandan hepsi olmasa da bir kısım Marksist analizci çok kolaylıkla diyecektir ki işte sınıf mücadelesinin gerçekliği. Maddi yaşamda olan bitenler bu süreci hazırladı. Yaşamın kendisi Müslüman kanaat önderlerinin bir kısmının Müslümanlığı bu şekilde okumasının yolunu açtı. Şimdiye kadar Laik/seküler otoriter yönetimlere karşı kendisini “Müslüman Kimliği” nedeni ile ezilmiş ve horlanmış hisseden kitlelerin sesi olarak öne atmış olan Müslüman aydın, yeni süreçte de sistemin ezdiklerinin sesini çıkarmaya çalışmakta ve bunu doğal ki kendi zihni dünyası bağlamında açıklamaktadır. Yani “Dine Karşı Din”. Zaten hep böyle değil midir? Nerede Şah’ın Şiiliğinin şeriatı nerede Iran Ayetullahlarının İslamı. Nerede F. Gülen’in bakışı, nerede N. Erbakan veya T.Erdoğan. Veya başka bir sözle nerede Suudi krallarının, Körfez şeyhlerinin “Şeriat” ı nerede El Kaide’nin şeriat düzeni veya nerede “bizim şeriatçılar”?
Evet, “Dine Karşı Din”. Önümüzdeki dönemlerde ülkemizde yaşanacak sosyal ve politik arayış ve dönüşümlerin önemli bir kesiminin üzerine yaslanacağı gerçeklik bu olacaktır. Türkiye’nin siyasal tablosunun değişimi, doğal ki seküler yaşam tarzını benimsemiş halk katmanlarının tutumundaki değişikliklerle birlikte, esas olarak ancak Sünni muhafazakar halk kesiminin tutum değiştirmesine bağlıdır. Bu da ancak bu kitlelerin İslam’ın dünyanın ekonomik sosyal gerçeklikleri hakkındaki sözünü yeni bir tarzda algılamaları ile mümkün olacaktır. Bu topluluğun siyasal bakışı kendi inanç değerlerinden kalkarak Kapitalizmi ve Emperyalist tahakküm rejimini değişmez bir düzen gibi görmekten, eleştirme ve aşma yönünde bir değişime uğramadıkça bu siyasal tablonun da değişmesi mümkün görünmemektedir.
İşte bu sürecin geleceği ise bazı Müslüman aydınların ve gençlerin bu arayışının akibeti ile bağlantılı olacaktır. Bu arayış belli bir kesim aydın veya gençlerin “devrimci Müslüman” tutumları ile sınırlı, marjinalize edilmiş ve esas gövdeden koparılmış bir hat haline mi gelecek yoksa gerçek bir “halk eğilimi” mi inşa edilecek. Önümüzdeki soru budur.
Türkiye’deki bu hareket işgal edilmiş veya emperyalistlerle birlikte otoriter bir “laik” diktatörlük tarafından yönetilen kapitalizmin çok geri olduğu ülkelerde (Iran, Mısır, geçmişte Pakistan, Hindistan Müslüman topluluklarında) şahit olduğumuz türden işgal, emperyalizm veya diktatör karşıtlığı ile sınırlı hareketlerden oldukça farklı gelişmektedir. Çünkü Türkiye’de doğrudan bir işgal yoktur, göreceli demokrat bir rejimdeyiz, “Müslüman hükümet” tarafından yönetiliyoruz ve kapitalizmimiz diğer bahsedilen Müslüman ülkelerden çok ileride. Türkiye’deki hareketin farklılığı, sığ bir “anti-emperyalizm” ile sınırlı olmaması, şimdiden ortaya çıkışı ile anti-kapitalist bir içerik taşımasıdır. Hareket bu anlamıyla bütün Müslüman ülkelerde ortaya çıkanlardan farklı ve onları da etkileyebilecek etkiye sahip olabilir.
Ama öte yandan hareket katı bir toplumsal gerçeklikle de karşı karşıyadır. Bir işgale, Şaha, “Fıravuna” karşı hele de halkın inançlarını esas alan muhalif bir ideoloji ile karşı çıkmak ve kitleleri harekete geçirmek göreceli olarak kolay sayılabilse de demokratik seçimle gelen hükümete ve “demokrasi” ortamında kapitalist egemenliğe karşı mücadele etmek çok farklıdır. Servetin ve gücün hızla belirli ellerde toplandığı, haklarından yoksun bırakılan kitlelerin her türlü toplumsal mücadele kanallarını tıkayıp verilen “yardımlarla” efendilerin eteklerini öpmesinin istendiği bu düzenin değişimi ancak, ezilen kitlelere dayanan uzun soluklu bir sosyal /siyasal mücadele ve daha baştan bölgesel/uluslararası dayanışmaları planlamakla mümkün olabilecektir.
Sömürü düzenine karşı önümüzde büyük bir mevzi mücadelesi var. Geleceği inşa etmek yeni bir söylem yanında istikrarlı, sabırlı bir siyasal/sosyal hareket inşa etmeye bağlıdır.
Sarsıcı gerçekleri çekinmeden dile getirmek ve politik tutumda açık, meşru kitle hattını esas almak.