Suriye Devrimi ve Türkiye’deki Bazı Yansımaları

Suriyeli dostlarımızdan Faysal Cabir Suriye Devrimi üzerine yazdı. Devrimin Suriye için ne anlama geldiğini ve sürecin Devrimden bir mezhep savaşına doğru nasıl geliştiğini gösteren bu kıymetli misafir yazıyı, yükselen ırkçı saldırıların ışığında “Suriye’de olup biten ne idi?” diye tekrar sorarak, okurlarımızın ilgisine sunuyoruz.


Faysal Cabir

Kimine göre devrim, kimine göre cihat, kimine göre mezhepçi bir iç savaş, kimine göre ise emperyalizme karşı bir direniş… 

Suriye’de son 13 yıldır olup bitenler çok farklı şekillerde okunuyor, bu konuda dezenformasyon nedeniyle çok yanlış çıkarımlar ve yaklaşımlar oluyor. Bu sorun sadece Suriye’de ya da Arap ülkelerinde yaşanmıyor, Türkiye’de de bu durum yaygın ve bu sorunun etkileri yıllar geçse de hala gözlemlenebiliyor. 17 Aralık 2010 sabahı, Arap dünyasında kopacak fırtınanın habercisiydi. O gün Tunuslu bir seyyar satıcı polisten gördüğü aşağılayıcı muamele ve polisin satış yapmasına engel olmasından dolayı kendini ateşe verdi. Bu ateş bölgedeki bütün diktatörlerin tahtlarını salladı, birkaçını da tahtından indirdi.

Tunus’ta başlayan bahar rüzgarları hızlıca komşulara yayıldı. Mısır, Libya, Yemen ve Suriye halkları beklenmedik bir şekilde ard arda otoriter cuntacı rejimlere karşı ayaklandı. Bu ayaklanmaların geçirdiği süreçler farklı olsa da hepsi aynı devrimin bir parçasıydı. Bütün bu ülkelerin iktidarları anti-demokratik yöntemlerle gelmiş askeri rejimlerdi ve bu ülkelerin halkları aynı sorunlardan şikayet ediyorlardı: Artan yolsuzluk, gençlerin gelecekten umutsuzluğu, polis devletinin halklara uyguladığı işkence ve aşağılayıcı muameleleri, devlet yetkililerinin halklarını insan yerine koymamaları vs…

2011’e Doğru Kısa Suriye Tarihi

Suriye’ye tekrar dönelim, Suriye çok milletli, çok mezhepli bir ülke. Fransız işgalindeyken Fransızlar ülkeyi 6 devlete parçalamaya çalıştılar, bir Şam Devleti, bir Halep Devleti, Arap Alevilerine ait bir devlet, Dürzilere bir devlet, Lübnan, ve İskenderun Sancağı. O zamanki Suriyeli işgal karşıtları (bütün mezhep ve etnik gruplardan) bu planı şiddetle reddetti, çünkü biliyorlardı ki bu plan gelecekte mezhepçi bir kırılma yapacaktı.

Fransız işgalinin Suriye’de oluşturmaya çalıştığı devletler

Bu plan kısmen geçerli oldu, kısmen olmadı. Lübnan bağımsız bir devlet oldu, İskenderun Sancağı da Hatay olarak Türkiye’ye katıldı. Ancak Suriye’deki mezhepçi fay hatları hep aktif kaldı. Fransız işgalciler ülkeden çekildikten sonra Suriye parlamenter bir cumhuriyet oldu. Bu yeni doğan cumhuriyet istikrarlı bir süreç göremedi. 1946 -1958 döneminde birçok askeri darbe yapılmıştı. 1958 yılında Cemal Abdunnasır rejiminin iktidarda olduğu Mısır ile Birleşik Arap Cumhuriyeti kuruldu. Bu birlik uzun sürmedi. 1961 yılında tekrar bağımsız bir cumhuriyet kuruldu. Fakat 2 yıl sonra BAAS Partili subaylar bir darbe yaparak iktidara geldi. 

Cemal Abdunnasır karizmatik kişiliğiyle, hitabetiyle ve İsrail’e karşı girdiği savaşların etkisiyle Arap halkları arasında büyük bir popülariteye sahip oldu. Bu popülarite Arap milliyetçiliği ve sosyalizme büyük bir ivme kazandırdı. Bu ilhamla bu fikirleri benimseyen subaylar ülkelerinde darbe yapıp iktidara geldiler. Mısır’dan sonra 1960’lı yıllarda Suriye, Irak, ve Libya’da Arap milliyetçisi sosyalist subaylar darbe ile iktidara geldi. Ancak bu rejimler iddia ettikleri değerleri tam manasıyla uygulamadı. Bu diktatörler ülkelerinde işkence ve devlet terörünü sıradanlaştırdı, yolsuzluklara kapıları sonuna kadar açtı. Kısaca iktidarda oldukları ülkelerde birer cehennem yaratmışlardı. BAAS Partisinin “Arap halkı birdir, mesajı da ebedidir” şeklinde bir sloganı vardı. Bu slogan, Arap rejimlerinin mesele diktatörlük olduğunda nasıl da “bir” olduğunu göstermesi açısından ironiktir. Bu rejimler arasında çok büyük farklar yoktu, benzer boş sloganları ve benzer baskıcı uygulamaları tekrarlıyorlardı. Aralarındaki ihtilaflar yaşansa da halklarına karşı aynı cephede duruyorlardı.

Arap rejimlerinin kullandığı “Arap halkı birdir, mesajı da ebedidir” sloganını özetleyen bir karikatür.

Suriye’de 1963 yılında iktidara gelen BAASçı darbecilerin arasında bir iktidar paylaşma kavgası çıkmıştı. Bu kavgada Savunma Bakanı olan Hafız Esad galip çıktı ve silah arkadaşlarına karşı darbe yapıp tek başına iktidara geçti. Hafız Esad sadece bir BAASçı değildi, mezhepçi bir zihniyete sahipti ve ülkedeki mezhepçi fay hatlarını hep kendi lehine kullandı. 1980’li yıllarda Hama, Halep ve birçok şehirde İhvan hareketinin ayaklanmasını bahane ederek büyük katliamlar yaptı. Aynı zamanda Alevilerin içinde Sünnilerden korkuyu besledi. Alevi halkı iktidardan düşerse Sünnilerin Esad’ın yaptığı katliamların intikamını kendilerinden alacağına dair korkuyla manipüle etti.

Esad rejimi Suriye’yi bir cumhuriyet değil aksine bir saltanat olarak yönetti. İnsanları birer eşit yurttaş değil, etnik, dini, veya mesleki gruplarının mensupları olarak gördü ve buna göre politika üretti. Rejim hep korkuyu saçarak kendini korudu. Suriye halkının kesimleri arasında hep kutuplaşmayı besledi. Azınlıkların bazı liderlerine imtiyazlar verip kendini onların “Sünni çoğunluktan” koruyucusu olarak sundu. Sünniler ise bu imtiyazları görüp azınlıkların bazı mensuplarına yapılan pozitif ayrımcılıktan dolayı nefret duymaya başladı. Bu politika ile Sünni-Alevi nefreti, Arap-Kürt-Türkmen nefreti, islamcı-Solcu nefreti tohumlarını ekerek halkların arasında duvarlar ördü. Alevilerin ve diğer azınlıkların büyük bir kısmı bu korku ile Esad’ın safını tuttu ve böyle böyle halkı birbirine düşürerek Esad iktidarı ayakta durdu. Bütün bu korku ikliminin içinde Hafız Esad kendisine yönelen bütün muhalefeti bertaraf etti. Muhalif liderleri ya tasfiye etti ya da sürgüne zorladı. Bu muhalifler sadece Sünni İslamcılar değildi, aralarında Alevi, Hristiyan, Dürziler kadar, sosyalist, liberal ve birçok farklı ideolojiye mensup kimseler de vardı. Bu muhalifler türlü türlü işkenceye maruz kalmıştı, binlerce kişi de idam edildi ya da zorla kayboldu ve akıbeti hala bilinmiyor.

Hafız Esad darbe ile ele geçirdiği iktidarını güçlendirmek için bu korku ikliminden faydalanarak güvendiği kişileri orduya ve önemli kurumlara yerleştirdi. Bu kişilerin çoğu Alevi kökenliydi. Bu tür mezhepçi atamalar Suriye tarihinde o zamana kadar bu kadar çok değildi, Esad bu uygulamalarla toplumsal uçurumları büyüttü. Sünniler Alevilerin devleti ele geçirdiğine kanaat etti. Alevilerin büyük bir kısmı da Sünnilerin Esad’ın yaptığı zulümler ve yolsuzlukların bedelini kendilerinden alacakları korkusuyla ya Esad’ın arkasında durdu ya da sustu. Ayrıca Esad rejimi yüzbinlerce Suriye Kürdünü vatandaşlıktan çıkarıp kalanlara da Suriye Arap vatandaşı kimliği dayatmasına rağmen PKK’yı destekledi, onlara eğitim kampları tahsis etti, Türkiye’ye karşı yıllardır onları destekledi. Aynı şekilde de İslamcılara karşı savaş açmasına rağmen Irak’ta selefi grupları destekledi. Esad rejimi bu tür adımlarla bölgedeki konumunu güçlendirmeyi hedefliyordu, bölgesel güçleri tehdit ederek kazanımlar elde etmek istiyordu.

Hafız Esad bu terör rejimini 2000 yılına kadar yönetti. O öldükten sonra alelacele komik ve halkın oylamasına sunulmayan bir anayasa değişikliği yapılarak cumhurbaşkanı olmak için asgari yaş sınırı 40’tan 34’e indirildi. Böylece 34 yaşındaki oğlu Beşşar Esad tahta çıkarıldı. Güya cumhuriyet olan Suriye’de saltanat gibi babadan oğula iktidar devredildi. Beşar Esad iktidara geldiği ilk yıllarında değişimi vadetti, muhalefete açılım sayılabilecek adımlar attı, özgür basının önünü az da olsa açtı, ancak bu açılım kısa sürdü. Yolsuzluklar hiç durmadı, işkence ve keyfi tutuklamalar da devam etti. Halkın içinde biriken öfke ve umutsuzluk giderek büyüdü.

Yıllardır süren muhalifler arasında geçen görüşmeler neticesinde 2005 yılında sivil demokratik muhalefet güçleri ortak bir beyanname yayınladı. “Şam Beyannamesi” de denilen bu deklarasyonda ülkede demokratik bir değişimin yol haritası paylaşıldı. Talepler arasında siyasi tutukluların salıverilmesi, güvenlikçi uygulamalardan vazgeçilmesi, fikir ve basın özgürlüğü, çoğulcu demokratik bir sisteme geçiş bulunuyordu. Rejimin yanıtı çok sert oldu: bu deklarasyona imza atan bütün muhalif siyasetçiler derhal tutuklandı. Bundan sonra çok daha baskıcı bir politika izlendi. Ülke yine derin bir çıkmaza girdi. Küçük bir kıvılcım büyük bir patlama yaratacaktı ve bu kıvılcım Tunuslu bir gençten geldi.

Suriye’de “Devrim”

Tunus ve Mısır halklarının rejimlerine karşı hızlı “ve az külfetli” başarıları Suriye halkını umutlandırdı. 2011 Mart ayında Suriye’nin güneyindeki Deraa şehrinde gençler duvarlara “Ey doktor sıra sana geldi” yazdılar. Rejim derhal bu gençleri gözaltına aldı, onlara işkence uyguladı ve onların ailelerini aşağıladı. Deraalılar bu durum karşısında susmadı, sokaklara döküldü, rejim de onlara ateş açtı, birkaç protestocu öldürdü, ve ülke kontrolden çıkma noktasına geldi.

”Ey doktor sıra sana geldi!”

Bu ölümlerin gerçekleşmesi ile kitlesel protestolar ülkenin dört bir yanına yayıldı. Bugünden bakınca ilgi çekici olan, protestoların ilk aylarında Esad’ın gitmesinin talep edilmemiş olmasıydı. Halkın talepleri yalnızca özgürlüklerin genişletilmesi, güvenlikçi ve baskıcı politikalardan vazgeçilmesi, tutukluların salıverilmesi bulunuyordu. Bu görece ılımlı taleplere rejim hiç kulak asmadı ve gösterileri şiddetle bastırma yolunu seçti. Böylece ayaklanmaya katılan halk, Esad rejiminin tamamen yıkılmasını talep etmeye başladı.

Devrim ilk döneminde bir ideolojik kimliğe sahip değildi. İslamcı ya da Solcu değildi, Sünni ya da Alevi değildi, Arap ya da Kürt değildi. Aksine bütün bu kesimleri temsil ediyordu. Rejimin on yıllardır ektiği nefret tohumları sökülmeye ve toplumsal kesimler arasındaki uçurumlar kapanmaya başlamıştı. Devrime katılanların çoğunluğunu Sünniler oluşturuyordu çünkü hem Sünniler nüfusun en büyük kesimiydi hem de kırsal kesimde yaşayan Sünniler Esad iktidarında toplumun en alt sınıfı haline gelmişti. Bu sebeple devrime katılmaya gönüllülerdi. Buna rağmen toplumun diğer kesimlerinden devrim protestolarına katılım hiç az değildi. Sünnilerin çoğunluk oluşturduğu ama birçok farklı mezhepleri barındıran bir şehir olan Hums protestolarında Sünni futbolcu Abdülbasit Assarut, Alevi sanatçı Fedva Süleyman ile el ele protestocularla “Tektir, Tektir, Tektir, Suriye Halkı Tektir” sloganını haykırdılar[1]Hums Haldiye ilçesinde Assarut ve Süleyman’ın önderlik ettiği protesto:https://www.youtube.com/watch?v=_qpbdCow-14. Kürt siyasetçi Meşal Temo da bu devrimde yer aldı, Hristiyan sanatçı May Skaf da protestolara katıldı. Suriye Devrimi hiç bir gruba düşmanlık beslemiyordu, hep toplumsal birlikteliğin önemini vurguladı, ve hep rejimin mezhepçi siyasetine karşı durdu.

Bir eylemde açılan pankart: “Devrimimiz tüm Suriyelilerin devrimidir”

2011 yılının ikinci yarısından itibaren Suriye ordusundan birçok subay istifa etmeye başladı. Bu subayların istifa gerekçeleri ordunun halka karşı işlediği suçlara ortak olmak istememeleriydi. Bu subaylar kısa bir süre sonra Özgür Suriye Ordusu adında bir örgüt kurdu, bu örgütün amacı sivil protestoları korumak, rejimin cinayetlerine karşı halkı korumaktı.

Devrimcilerin duruşu ve subayların istifaları, tabiri caizse rejimi çıldırttı. Yıllardır inşa ettiği korku düzeni gözleri önünde yıkılıyordu. Suriye’nin bütün halkları tek bir hedefe doğru birleşmişti. Buna karşı rejim yeni bir plan uygulamaya koyuldu. Devrimdeki bu birlikteliği, kapsayıcılığı ve barışçıllığı bitirmek istedi. Yeni kurulan ÖSO’yu hedefinden uzaklaştırmak istedi. Bunun için rejim Sünni ve Alevilerin yan yana yaşadığı bölgelerde, Hums ve Hule ve Banyas gibi, Şebbihalarını Sünni köylere saldırttı [2]18.04.2011 tarihinde yapılmış Hums Saat Meydani eylemi, şehrin tarihindeki en büyük eylemlerinden biriydi. Eylem şebbiha ve askerlerinin silahlı müdahalesiyle şiddetle bastırıldı: https://2u.pw/Mkuk131 [3]Hums iline bağlı Hule kasabası 25.05.2012 tarihinde rejim askerleri ve şebbihaları tarafından saldırıya uğradı. 100’den fazla sivil vahşi bir şekilde öldürüldü: https://2u.pw/SHXx7DrC [4]Banyas şehri Sünni bir sahil şehridir, Mayıs 2013’te şebbiha ve askerleri yüzlerce sivili öldürdü: https://2u.pw/W029iSHCv.

Bu şebbihalar da bu katliamları yaparken mezhepçi sloganlar attı. Diğer yandan bu korkunç katliamlarla silahlanmanın önünü açtı, selefi tutukluları salıverdi ve onların örgüt kurmalarının önünü açtı. Böylece Sünnilerin Alevilere karşı nefretini ve yerel halkın silahlanarak kendini savunma ihtiyacını besledi. Silahlanmayı ve nefreti arttırarak gerilimi tırmandırdı, kardeşlik, birlik ve barışçıllık ortamını bozdu. Alevi ve diğer azınlık grupları mensuplarının da Sünnilerden korkmasına veya rejimin safına geçmelerine ya da sessiz kalmalarına sebep oldu.

Rejim ve bölgedeki müttefikleri Suriye Devrimini bir mezhep savaşına dönüştürmek için hiç durmadı. İran ve Lübnan Hizbullahı ilk günden beri Devrimin karşısında ve rejimin yanında durdu, ona diplomatik, lojistik ve askeri destek sağladı. Diğer yandan rejim devrime katılan Kürt şehirlerinden çekilerek YPG gibi silahlı gruplara alan açtı. Bu sayede bu gruplar büyük çatışmalara girmeden bu şehirleri kontrol etti. Böylece rejim karşıtı Kürt direnişi farklı hedeflerle hareket etmeye başladı.

2013 yılı bir kırılma noktasıydı, Lübnan Hizbullahı ve İran’a bağlı Şii milisler “Selefiler Şiilerin kutsal türbelerini yıkacak” iddiasıyla savaşa resmen girdi. Diğer taraftan IŞİD ve El Nusra gibi selefi örgütler muhalif gruplara saldırarak büyüdü. 2013 itibariyle Suriye’de Devrimin başındaki birlik ortamı kaybolmuş, olay iyice bir Sünni-Alevi/Şii çatışmasına dönüştürülmüştü.

Kısaca rejimin planı başarılı oldu: Aleviler ve diğer azınlık grupların büyük çoğunluğunu ya tekrar kendi safına çekti ya da susturdu, Sünnilerin büyük bir kısmı daha İslamcı bir çizgiye çekildi, Kürt hareketi de daha ayrılıkçı bir çizgiye gitti. Böylece sivil barışçıl muhalefet etkisiz hale geldi. 2013 itibariyle Suriye’de silah sesinden daha yüksek bir ses yoktu.

Suriye’de Son Dönem

2020 yılından bu yana Suriye’deki nüfuz bölgeleri neredeyse değişmedi. Rejim büyük şehirleri ve sahil bölgesini kontrol ediyor. El Nusra (Yeni ismi ile Heyet Tahrir El-Şam) İdlip ilini kontrol ediyor. Türkiye’ye bağlı Suriye Milli Ordusu Halep ve Rakka kırsallarını kontrol ediyor. Kürt örgütleri Kuzey Doğuyu kontrol ediyor. Bu taraflar arasında bu yıllarda küçük çaplı çatışmalar sürekli yaşanıyor, ancak genel durumda bir değişiklik olmuyor.

Son dönemde muhalefet bölgelerindeki defacto yönetimlere karşı muhalefet iyiden iyiye büyüdü. HTŞ ve Türkiye’nin desteklediği SMO’nun kötü idaresi ve insan hak ihlalleri eleştirilerine kulak asmamaları sebebiyle bölge halkı kitlesel protestolar yapmaya başladı. Bölge halkı adil bir yönetim, rejime karşı eylemlerin devamı ve bu örgütlerin tutukladığı kişilerin salıverilmesini talep ediyor.

Diğer yandan rejimin bölgesinde de muhalefet sesleri tekrar yükselmeye başladı. Dürziler yıllar süren sessizliklerini bozdu ve Devrime aktif bir şekilde katılmaya başladı. Suveyda ilinde bir yıldır rejim karşıtı barışçıl eylemler devam ediyor. Bir diğer taraftan da aşırı kötü ekonomik şartlardan dolayı Alevilerin arasında da çatlak seslenlerin sayısı arttı. Bu durumlar karşısında kendini azınlıkların koruyucusu olarak gösteren rejim daha dikkatli davranmaya çalışsa da güvenlikçi zihniyetinden vazgeçemedi. Geçen hafta Suveyda’daki protestoculara ateş açtı, oradaki muhalif grubunun liderini suikastle öldürdü, ve şimdi Suveyda’daki barışçıl hareket büyük bir tehlike ile karşı karşıya.

Suveyda protestolarından bir kare

Türkiyelilerin Gözünde Suriye Devrimi

Türkiye’de Suriye devrimi büyük bir toplumsal yarık açmış gibi görünüyor. Görünen o ki Türkiyelilerin Suriye Devrimine yönelik tutumları onların ideolojik ve etnik kimliklerine göre değişiklik göstermiş. Bu tutumlarının köküne bakarsak birçok kişinin Suriye Devrimini mezhepçi bir bakış açısı ile ele aldığını görebiliriz. Suriye’deki Esad rejiminin yarattığı Sünni-Alevi çatışmasının Türkiye’ye getirilmek istendiğini de görebiliriz. Bazı İslamcılar bütün Alevileri, özellikle Arap Alevileri “Esadçı” olarak yaftalıyor. Esad’ı destekleyen Türkiyeliler de Suriye devrimini destekleyen Türkiyelileri “selefi” olarak lanse ediyor. Otoriter rejimler halkları bölerek, aralarında nefret besleyerek ayakta kalıyor. Bugün İsrail işgal devleti Filistinlilere karşı başlattığı soykırımı dünya kamuoyuna bir “İslam ve Yahudilik” savaşı olarak sunmaya çalışıyor. Soykırıma karşı çıkan herkesi Yahudi düşmanı olmakla suçluyor ve bu tuzağa bazıları düşüyor. Ancak batıdaki Filistin yanlısı Yahudilerin duruşunun sayesinde bu plan şimdiye kadar beklenen etkiyi gösteremedi ve İsrail dünya kamuoyundaki olumlu imajını büyük ölçüde kaybetti.

Esad rejimi darbe ile yönetimi ele geçirdiğinden beri birebir aynı politikayı uyguladı. Suriye Devrimi başladığında bu politikayı daha sıkı bir şekilde izlemeye devam etti. Barışçıl ve kapsayıcı olan Suriye Devrimini hep bir mezhep ve ırk çatışmasına dönüştürmek istedi ve nihayetinde kısmen başardı. Son dönemde Dürzilerin barışçıl eylemleri devrimin eski ruhunu hayata döndürmüşse de bu eylemlerin geleceği hala belirsiz. Suriye Devrimi adına bazı aşırılıkçı ya da çıkarcı gruplar kötülükler yaptı. Ancak bu kötülükler Esad rejimini masum kılmaz aksine bu kötülüklerden de rejim sorumludur. Rejim on yıllardır selefi gruplar arasına sızdı ve onları istediği gibi yönlendirdi. Devrim başladığında da onların liderlerini zindanlardan saldı ve örgüt kurmalarına alan açtı. Bunun için Esad rejimine karşı durmak bu kötülükleri desteklemek anlamına gelmez. Aynı anda Esad rejiminin katliamları, suçları, yolsuzluklarına karşı çıkıp, devrim adına suç işleyen gruplara karşı çıkılabilir.

Türkiyelilerin büyük bir kısmı Filistin konusunda İsrail’in tuzağına düşmedi: İslamcılar ve Solcular, Sünniler ve Aleviler, Türkler, Kürtler ve Araplar yan yana durup soykırıma karşı Filistin direnişinin yanında durdu ve bu duruş takdire şayandır. Ancak Suriye konusunda birçok kişi Esad rejiminin tuzağına düştü ve bazı kişiler Türkiye’deki meselelere de bu sıkıntılı bakış açısıyla bakmaya başladı. İfade etmek gerekir ki bu sıkıntılı pozisyon sadece bölgedeki otoriter rejimlerin varlığına hizmet eder, halklara yalnızca ve yalnızca zarar verir.

Suriye devrimi Arap Baharının bir parçasıydı ve mezhepçi bir devrim değildi. Suriye devriminin talepleri de gayet netti: Esad’ın inşa ettiği mezhepçi cuntacı rejimin yıkılması, tutukluların salıverilmesi, özgür bir Suriye’nin inşa edilmesi. Bugün Kuzey Batı Suriye’de ve Suveyda’da süren direniş Suriyelilere Devrimin ilk dönemine dönüş için önemli bir fırsat oluşturuyor. Umudum bunların başarı ile sonuçlanmasıdır.

Suriye’nin büyük komşusu olan Türkiye’deki demokratik ve insan haklarına saygılı grupların Suriyelilerle iletişim halinde olmaları önemlidir. Suriyelilere nesne değil özne olarak bakmalı ve buna göre onlarla muhatap olmaları gerekiyor. Ayrıca rejimin mezhepçi tuzağına düşmemeleri önemlidir. Çünkü bu tuzağa düşmeleri Türkiye’deki durumu da kötüleştiriyor: halkları birbirine düşürerek otoriterliğin önü açılmış oluyor.

Özgürlük bulaşıcıdır. Suriye halkının özgürlüğü Türkiye halkının da özgürlüğüdür. Bölgedeki bütün halkların özgürlükleri birbirine bağlıdır. Bugün Türkiye’de ister İslamcı, ister Solcu olsun, kendini insan hakları savunucu ve demokrat olarak gören herkes Suriye halkının özgürlükçü demokratik taleplerinin yanında durmalıdır.

Dipnotlar

Dipnotlar
1 Hums Haldiye ilçesinde Assarut ve Süleyman’ın önderlik ettiği protesto:https://www.youtube.com/watch?v=_qpbdCow-14
2 18.04.2011 tarihinde yapılmış Hums Saat Meydani eylemi, şehrin tarihindeki en büyük eylemlerinden biriydi. Eylem şebbiha ve askerlerinin silahlı müdahalesiyle şiddetle bastırıldı: https://2u.pw/Mkuk131
3 Hums iline bağlı Hule kasabası 25.05.2012 tarihinde rejim askerleri ve şebbihaları tarafından saldırıya uğradı. 100’den fazla sivil vahşi bir şekilde öldürüldü: https://2u.pw/SHXx7DrC
4 Banyas şehri Sünni bir sahil şehridir, Mayıs 2013’te şebbiha ve askerleri yüzlerce sivili öldürdü: https://2u.pw/W029iSHCv

2 Responses

  1. Arif Karaçam dedi ki:

    çok güzel bir yazı. teşekkürler. eski günleri tekrar gözden geçirmeye vesile oldu.

    yazar burayı okursa bir sorum var: esat’ın genel af ilan ederek mahpusları serbest bırakması selefilerin muhalifler arasında güç kazanmasına sebep olmuş olsa da zaten muhaliflerin talebi değil miydi? rejim sadece selefileri mi bıraktı? tüm ilgili mahpusları salıvermedi mi?

    bir de birkaç yorum eklemek isterim: yazar, bu hikayede tr-katar-nato hiç yer almıyormuş gibi bir dil kullanmış. rejimi, halkı silahlı mücadeleye yönlendirmekle suçlamış. fakat türkiye ve nato ittifakı olmasa kim, nasıl ve ne kadar silahlanabilirdi? bana göre doğru hikayenin içerisinde, batı ittifakının sivil bir direnişi silahlı mücadeleye erken ve anlaşılıyor ki yersiz doğum yaptırmasının büyük rolü var.

    ayrıca, suriye’deki muhalif hareket önce mezhepsiz ve ulusal iken aşamalar için mezhepçileştirilmiş olarak tarif ediliyor. sanki iyiden kötüye bir gidiş resmi bu. lakin, muhalifler tam da en “ulusal” oldukları aşamada, aynı zamanda “en batıcı” da değiller miydi? türkiye başta olmak üzere batı başkentlerinde toplantılar, emperyalist istihbarat örgütleriyle içli dışlılık, nato’nun bölgesel çıkarlarına gizli/açık hizmet… elbette bunun bir izahı çaresiz bir halkın her desteği kabul etme mecburiyeti. kısmen de doğru. ama diğer izahı ise, bölgede emperyalizmin çıkarlarına aykırı bir pozisyon tutmuş devletin dış destekli bir iç savaş aracılığıyla yıkılma mücadelesi. maalesef bu da doğru.

    bana düşer mi ve mümkün müydü emin değilim, fakat suriye muhalefetinin batılı güçlere dayanmak yerine, kendilerini yerel tutmaları, dostla-düşmanla-rejimle olabildiğince diyaloğa açık olmaları, esas taleplerini siyasi çözümden yana kurmaları ve bağımsız(lıkçı) bir görünüm sergilemeleri çok daha iyi sonuçlara ulaştırabilirdi. tam da böyle olmasın diye, muhalefet erken bir dönemde silahlı mücadeleye teşvik edildi sanki. hem de her iki tarafça: hem esat rejimi, hem de batılı müttefikleri.

    mesela şu havadisler çok etkileyicidir: https://www.haksozhaber.net/suriye-ihvani-iranin-teklifini-reddetti-42169h.htm. bu bir örnek, daha böyle haberler var. o dönem kulaktan kulağa da konuşulurdu. muhalifler görüşmeyi reddettiklerini övünçle açıklarlardı. kime dayanarak reddediyorlardı? elbette batılı müttefiklerine. en başta da türkiye’ye.

    elbette yaşanan bu korkunç hadisenin esas suçlusu katliamcı esat diktatöryası. rejimi yıkmak (küresel kapitalizme entegre etmek ve nato için tehlike oluşturan dişlerini sökmek) için korkunç bir iç savaşı körükleyen emperyalizm de kabahatli. suriyeli muhalifler de maalesef çok hatalar yapmışlar gibi.

    yazı için tekrar teşekkürler.

    • Faysal Cabir dedi ki:

      Yorumunuz için teşekkür ederim hocam, sorularınızın cevabı çok uzun ve detaylı olması gerekiyor, çünkü bu konu bildiğiniz gibi çok komplike, lakin burada özetlemeye çalışacağım.
      1- Devrimin temel taleplerinden biri siyasi tutuklularının serbest bırakılmasıydı, bu doğru, rejimin ilan ettiği genel af da görünürde bu talebi kısmen karşılıyordu, ancak bu af ile sadece siyasi tutuklular serbest bırakılmadı, gaspçılar, katiller, hırsızlar, dolandırıcılar serbest bırakıldı. Ayrıca, eski El-Kaide ve diğer selefi örgütlerinin liderleri ve üyelerini serbest bıraktı. Bu af yeterli değildi, çünkü aynı süreçte gözaltılar ve işkenceler devam ediyordu, yani sanki bu affın sebebi hem yeni gözaltı alınanlara yer bulmaktı, hem de barışçıl protestoları sabote etmekti.
      2- Elbette batılı ülkelerin ve bölgedeki müttefiklerinin rölü kötüydü, bu konu hakkında belki önümüzdeki süreçte yeni bir yazı yazarım. Ancak, rejim kendi eliyle muhaliflerinin silahlanmasını teşvik etmiştir. Örneğin, devrimin en önde gelen kanaat önderlerinden biri olan Sariye Errifayi’nin (Devrim zamanında hatıralarım) kitabında şunu yazmıştı, 2011 yılında olaylar henüz silahlı çatışmaya evrilmeden önce rejim tarafından ona bir teklif geldi, kendilerine silah ve fon temin edeceklerini teklif ettiler, kendisi bu teklefi reddetti, ayrıca aynı teklifi başka bir tarafa iletildiğini duyduğunu söylemişti, rejimin bu tekliflerden amacı protestolar ile baş edemeyeceği için muhalefeti silahlı bir çatışmaya çekmekti, ve bu konuda başardı maalesef.
      3- Esad rejiminin emperyalizminin çıkarlarına karşı olduğunu düşünmüyorum, bu konu da çok uzun birkaç cümle ile anlatmam zor, ayrıca batılı ülkelerinin Esad’ı devirmek istediklerini de düşünmüyorum, muhalefete verdikleri destekler rejimi devirmeye yeterli değildi, onların amacı savaşı sürdürerek Suriye’yi yıkmaktı, bakınız: https://web.archive.org/web/20190823203731/https://www.nytimes.com/2017/08/02/world/middleeast/cia-syria-rebel-arm-train-trump.html
      “In many ways, I would put the blame on the Obama administration,” Mr. Lister said of the C.I.A. program. “They never gave it the necessary resources or space to determine the dynamics of the battlefield. They were drip-feeding opposition groups just enough to survive but never enough to become dominant actors.”
      4- Elbette dediğiniz doğrudur, Devrimi temsil etmeye kalkan siyasi ve askeri gruplarının çoğu dış aktörlerinin isteklerine göre hareket ediyorlardı, bu konuda çok büyük bir başarısızlık sergilediler, bazıları da ihanete varacak adımlar atmıştır. Bu konu da çok uzun uzun konuşulması gereken bir meseledir.

      Yorumunuz için tekrar teşekkür ederim, inşallah gelecekte yeni yazılarla daha detaylı bir şekilde bu konuları anlatma fırsatım olur.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir