Ömer ve Köle
ALİ SERBEDAR
Ve Ömer nihayetinde Şam’a vardı. İlk iş mescit namazı kıldı. Sonra şehri biraz dolaştı. İnsanlarla konuştu. Duydukları üzerine bir an önce şehrin valisinin yanına çıkmak istedi. Muaviye onu bir sarayda karşıladı. Ömer etrafında gördüğü lüks ve şatafat karşısında gözlerine inanamadı ve ağzından bir an için “Muaviye şüphesiz ümmetin kisrasıdır” sözleri döküldü, belli belirsiz. Orada saray danışmanlarından biri “ne dedin ya Ömer” diye çıkıştı. “Az önce sahabeye hakaret ettin”. Derken sözler duyuldu ve insanlar Ömer’in üstüne gidip, ona çıkışmaya ve hakaretler etmeye başladılar. Mezhepsiz, zındık, akılcı, mazdekçi, mecusi ve daha neler neler havada uçuşuyordu. Muaviye ise olanları sessizce izliyordu. Bunun üzerine Ömer kendini savunmak zorunda kaldı. “Ama” dedi, “Ben de bir sahabeyim ve şimdi siz de bana hakaret ediyorsunuz.” İçlerinden biri “Madem öyle ispat et” dedi. Ömer “Bu nasıl istek herkes benim Muhammed’in arkadaşı olduğumu bilir, kızımı ona vermiştim, birçok savaşa katıldım” diye celallendi, umutsuzca. “Yetmez” dediler. “Biz senin ondan hadis aktardığına hiç şahit olmadık. Üstelik Allah’ın kitabı bize yeter diyor ve hadisleri yazdırmıyormuşsun. Allah Resulü şimdi yaşasa benim yaptığımı yapardı diyormuşsun. Söyle Ömer doğru mu bunlar?” Ömer, kendinden emin bir tavırla, “evet doğru” dedi. “Ama…” “Aması maması yok ya Ömer” diye bir bağırma sesi geldi arkalardan, Peygamberin Mekke’den kovduğu adamlardan biriydi bu. Devam etti o ses: “Sözlerin İslam’a, atalarımızın geleneğine uymuyor”. Ömer dayanamadı “Allah aşkına neler saçmalıyorsunuz, yine de akletmeyecek misiniz?” Başka bir ses, bu sefer daha yaşlıca, “dinimiz akıl dini değil nakil dinidir”. “Hangi din?” diye sordu Ömer, karşı koyamadığı müstehzi bir tavırla. “Yüzyıllardır inandığımız din, adı şimdi İslam. Anladın mı Ömer, haydi git, düzenimizi bozma, burada sana ve deve üstünde getirip kölelerimize kötü örnek yaptığın kölene yer yok.” “Ama ben sizin halifeniz değil miyim?” diye sordu Ömer, kızgın ve ağlamaklı. “Evet” dedi çok uzaklardan gelen bir nida. Bu Muaviye’ydi. O ana kadar konuşmamış, susmayı yeğlemişti. “Doğru söyledin ya Ömer. Sen halifesin.” “Öyleyse” dedi Ömer meraklı bakışlarla. “Öyleyse” dedi Muaviye, “Halife kalmak istiyorsan git artık. Maaşıma da zam yap bu arada, yoksa hafızanallah acem bir köleden ölümün gelebilir.” “1000 dinar neyine yetmiyor ey Muaviye, üstelik herkes ümmetin malını zimmetine geçirdiğini söylüyor şehirde. “Hepsi uydurma” dedi Muaviye, “Bizans’ın entrikaları, evet evet, aynen öyle, entrika bunlar, komplo hepsi, Emevi saltanatını çekemiyorlar. Yalan, yalan, hepsi yalan” bağrışmaları yükseliyordu sarayın kubbesine doğru. Bir an yukarıya, kubbeye baktı Ömer, uzun uzun. Susmalarını bekliyordu. Onlar ise inadına bağrışıyorlardı. Mesele elden gidecek atiyyelerdi. Mesele cihada katılmadan her ay feylerini fazla fazla alanların korkularıydı. Bunun üzerine Ömer yutkundu, arkasına döndü ve kalabalığı yararak hiç bir şey söylemeden saraydan çıktı. İnsanlar koca Ömer’in çıktığının bile farkına varmamıştı. Arkadan hala sesler geliyordu: yalan, komplo, Yahudilerin iftiraları, sebeiyyecilerin komploları, Büyük Emevi İmparatorluğunun düşmanları, Ali’nin işi…. Herkesin ayrı bir teorisi vardı. Eksik olan sadece hakikatti.
“Neden” diye sordu köle, “Neden O’nu görevden almıyorsun?” “İşte onu sen bilmezsin” diye cevap verdi Ömer. Belli ki kölenin asla bilmediği ve hiç bir zaman da bilemeyeceği bazı meseleleri ifşa etmek istemiyordu. Gözler çok şey anlatıyor, dudaktan ise tek bir söz sadır olmuyordu. “Ali olsa” dedi köle, Ömer devam etmesine izin vermeden “Biliyorum Ali olsa bu rezilliğe bir son verirdi. Ama sonra ne olurdu biliyor musun? Pragmatist Muaviye idealist Ali’yi allem eder kallem eder, bir punduna getirir tufaya düşürürdü, geride binlerce insanın soğuk ve sessiz cesetlerini bırakarak.” Köle içinden “Ne kadar da fasih konuşuyor” diye düşündü. Ama sonra konuya dönüp, “kaybetsek de doğru olanı yapmamız gerekmez mi ya Ömer?” diye sordu istifsari bir edayla. “Hayır” dedi Ömer. Kestirip atmıştı. “Maslahatlar ideallerden önce gelir. Ali’yi severim ama yönetmek çok farklı bir iştir. Bir köle olarak gönlün O’ndan yana biliyorum ama hayat hiç bir zaman arzu ve özlemlerimize göre şekil almaz. Devrimler yaralarımıza şifa olmaz. O yüzden daha fazla yeri ifsad etmesin diye Muaviye’ye karışmıyorum. Bırak Yeşil Sarayında oyalanıp dursun. Eğlensin israf etsin sarhoş olsun hatta, ama gücün sarhoşluğuna kapılıp da kimseleri öldürmesin.” Hoşuna gitmemişti bu cevap. Bir kez daha ama bu sefer içinden “Ali olsa sarayını başına yıkardı.” Ömer sanki duymuşcasına, “Ali gibilerini dünya huysuz bir at misali üzerinden atar. Ali hepimizden takvaca üstündür ama Medine’yi bile zor yönetir. Yeri geldiğinde kamçı kullanamayacak kadar merhametli olanların işi değildir hilafet.” “Peki neden o kamçını Muaviye’ye şaklatmaktan imtina ettin ya Ömer?” dedi köle haddini aştığını umursamaz bir halde. Ömer sustu. Köle haklıydı. Kamçı herkesin üzerinde değilse buna adalet denebilir miydi? O an “Buna gücüm yetmez.” demek isterdi. Bunun yerine “Maslahatlar idealler önce gelir” dedi ikinci defa. Sonra hiç bir şey söylemedi.
Şehirden çıkana kadar arkasına bile dönmedi Ömer. Çıktıktan sonra bütün şehri gören bir tepeye vardılar, O ve köle. Son bir kez baktılar ve aynı anda “Şam bu sefer çok değişmiş ya” dediler. Acaba tam olarak aynı anda mı söyledik diye düşünürken ikisi, bir tebessüm kondu yüzlerine, hiç gitmeyecekmiş gibi. Sonra Ömer “kardeşim” dedi, “kölem” hitabı yerine “haydi biraz da sen bin deveye” bir an sustu, “ama istersen önce namazı kılalım. İmam olur musun?” “Tamam” dedi köle, “Olurum”. “İstersen iki rekat ben, iki rekat da sen imam ol”, deyiverdi. Kahkaha ondan yanaydı. Yanlış bir şey mi söyledim derken, Ömer’in dişleri göründü, kahkaha yerine tebessümle yetindi, kölenin muzipliğine. Sonuçta sert adamdı. Sonra sözü aldı ve “Hatta bundan sonra yol boyunca sen hep imam ol. Ama bir şartım var Muğire”. Muğire, adıyla hitap edilmek hoşuna gitmişti, dayanamayıp “nedir” diye sordu. “Bir şartım var” dedi Ömer, sözü sanki hiç kesilmemiş gibi. “Her gün bir ayet ezberleyeceksin ve namazda onu okuyacaksın, dediğimi yaparsan Medine’ye varınca özgürsün”. “Yeterince adil” dedi Muğire, sevincini gizlemeye çalışıyordu. Espri sırası Ömer’e gelmişti: “eee, boşuna bana Adil Ömer demiyorlar. Köle altta kalmadı, “Öyle mi ben Adil’i ilk ismin sanıyordum”. Bu sefer ikisi birden kahkaha attılar. Mutluydular, güneş batarken Bilad-ı Şam’da.
Bir anda ikisi de Şam’daki tatsızlığı unutuvermiştiler. Ama ne olduysa tekrar Muaviye, sarayı ve o bütün şakşakçı avanesi geldi aklına. Sonra Muhammed’i düşündü. Gözü yaşlandı, ancak akmadı. Sert mizaçlı adamdı. Kimsenin yanında ağlayamazdı. “İyi ki yaşayıp bu günleri görmemiş” dedi, ilk kısmı yarım ağızla, sonrası kendi kendine konuşmaktan utanmış gibi, sessizce. “Ne”, dedi köle, acaba ben mi duymadım diye düşünürken, “bir şey mi söylediniz ey Müminlerin Halifesi?” “Yoo” dedi Ömer “bir şey yok”, cevabı ikinci bir soruya mahal vermeyecek kadar kısa ve netti. “Peki o zaman” dedi köle ve hiç bekletmeden “Allahu Ekber” diyerek namaza durdu. O an dalmış olan Müminlerin Halifesi biraz bekledikten sonra, ama çok değil, çünkü fazla ayet ezbere bilmeyen Muğire ansızın rükuya gidebilirdi, o da Allahu ekber dedi. Ömer sanki yanlardan birileri sıkıştırıyormuş gibi yukarı çekti omuzlarını ve boynunu hafifçe sağa büktü. Gözünü kapadı: Şam’dan kaçan melekler, sağlı sollu, saf saf durdular namaza. Kuşlar, yıldızlar, hayvanlar, gezegenler, otlar, çiçekler hasılı bütün kainat “Allahu ekber” diye tekbir getiriyordu. Allah’ın Muaviye’den de sarayından da şakşakçılarından da daha büyük olduğunu haykırıyordu herkes. Secdeye giderken ikisi ve melekler, Şam’ın bir önemi yoktu artık. Ömer kadar sert olmayan gökyüzü ağlamaya başlamıştı, hafif çiseleyerek. Rahmet yağıyordu. Abdest her dem tazeleniyordu. Ve sonunda “Esselamu aleyke eyyüh en-Nebi” derken Cemaat, Nebi ufuk çizgisinin orada tebessüm ediyordu: “Ve aleykumselam ya Ömer, ve aleykumselam ya Muğire”.
Derken gözünü açtı Ömer. Ne melekler vardı artık ne de yağmur. Güneye bakan ufukta ise sadece çöl ve birkaç belli belirsiz siluet vardı. Ömer, asla başkasının yanında ağlamayan o sert adam, henüz ilk selamı veren imamın arkasına dönmesine fırsat vermeden, gözündeki kaçak yaşları, sıkıntıların çekip bırakmalarıyla kırışmış, kötülüğü gideren namaz ile büzüşmüş mübarek elleri ile siliyordu.
*Öne çıkan görsel: Edilson Barbosa’nın Gulf Desert Sunset adlı çalışmasıdır. (Editör Notu)
Anladığım kadarıyla ne Ömer bildiğimiz Ömer, ne Muaviye bildiğimiz Muaviye ne Köle bildiğimiz köle… Ömer burada hilafetin gerçek sahibi olan soyut bir karakter. Muaviye, İslam’ın kavgalı olduğu saltanatçılık. Ali ideal olanımız. Köle ise madun bırakılmış Halk. Konuşma ve diyalogları ancak bu şekilde okuduğumda bir anlam çıkarabildim yazıdan. Epik bir metin. Usta işi. yazarın kalemine sağlık.