Öğretmen Yük Müdür?- Cansu Altıntaş
Sözleşmeli öğretmenliğin ve özel öğrenim kurumlarının giderek yaygınlaşmasıyla gün geçtikçe güvencesizleşen eğitim emekçileri, kamu yöneticileri nezdinde verdikleri anayasal hizmete rağmen ‘yük’ nezdinde. Arkadaşımız Cansu Altıntaş, eğitimdeki piyasalaşmanın geldiği boyutları kaleme aldı…
Milli Eğitim Bakanı Ziya Selçuk 29 Ağustos 2020 tarihinde yapığı basın açıklamasında, kamu hizmetinin gereklilikleriyle bağdaşmayacak ifadelerde bulundu. Bakanın ifadeleri şu şekilde ‘’ Eğitimde asıl yük öğretmenin maaşıyla ilgilidir. Milli Eğitim Bakanlığı’nın bütçesine bakarsanız, yatırım bütçesinin çok çok küçük olduğunu görürsünüz. Neye göre; personel maaşına göre… Bu tüm okullar için böyledir. Yani asıl yük kira varsa kirada ve öğretmen maaşındadır.’’ Her ne kadar iktidara yakın kesimler ile bakanın taşıdığı misyonu, diğer üst düzey kamu görevlilerinin aksine hayli ‘’sempatik’’ bir biçimde yürütmeye çalışmasından etkilenen bir kısım eğitimciler bu açıklamayı ‘’bakan esasen bütçe yetersizliğinden dem vurdu fakat yanlış anlaşıldı’’ şeklinde tevil etmeye çalışsalar da gerçek gün gibi gözümüzün önünde duruyor. Bu söylem bir kamu görevlisinin değil, özel okul patronunun söylemidir. Burada yurdun her köşesindeki öğrencilere eşit, parasız ve nitelikli eğitim ulaştırmayı hedefleyen bir eğitimci değil, piyasacı sermaye sahibi ağzı konuşmaktadır.
Bir yandan, Bakanın bahsettiği ‘yük’ün içinde biz özel okul öğretmenleri yokuz elbette. Çünkü bizim maaşlarımızı devlet değil patron verir. İçinde bulunduğumuz iktisadi koşulların bir sonucu olarak eğitim de diğer tüm alanlarda olduğu gibi ticarileştirilmiş, piyasalaştırılmış, alınıp-satılan ve pazarlanan bir metaya evrilmiştir. Devletin omzundan eğitimle ilgili bir hayli ‘yük’ alan özel okullar, eğitim- öğretim yuvası görünümlü ticarethanelere dönüşmüş durumda. Bu denklemde özel okul öğretmenleri günden güne yaptığı işe yabancılaşarak artı-değer üreten, sömürülen, işçileştirilen bir pozisyona sürüklenirken, devlet öğretmenleri bulundukları pozisyon gereği bakanın gözünde bu artı değeri üretemeyen yani piyasacı dilde verimsizleşen, dolayısıyla yük haline gelen bir pozisyona evrildiler. Virüs salgını süresince devletin özel okul patronlarının omzundan kısa çalışma ödeneği ve özel okul ücretlerinde KDV indirimi adı altında ‘’yük’’ almasına karşın, maddi kaynak açısından kendi sorumluluğunda olan ‘’resmi’’ eğitim emekçilerini ‘’yük’’ olarak görmesi bu kapitalist koşullarda olağandır.
Özel okul öğretmenlerinin iş hayatlarında maruz kaldıkları onlarca problem mevcut. Bu problemlerin kimisi idare kanadından, kimisi veli kanadından kaynaklanıyor ancak problemin en büyük kaynağı eğitimin ticarileşmesi. Özel okul öğretmenleri bulundukları pozisyon gereği hem 4857 sayılı İş Kanunu’na, hem de Milli Eğitim Bakanlığı Özel Öğretim Kurumları Yönetmeliği’ne bağlılar. Bu ikircikli durum çoğunlukla öğretmenlerin değil patronların lehine işliyor. Öğretmenler yeri geldiğinde ‘işçi’, yeri geldiğinde ‘kutsal bir mesleği icra eden idealist birey’ rolüne sokuluyorlar. Belirli süreli iş sözleşmesine tabi tutulan öğretmenler her yıl gelecek kaygısı yaşıyorlar. Düşük maaşlar, asla karşılığı verilmeyen fazla mesailer, kırtasiye ödeneklerinin ‘biz zaten öğretmenimize kırtasiye malzemelerini temin ediyoruz’ bahanesi altında ödenmemesi yahut hesaba yatırıldıktan sonra elden geri istenmesi, yaz tatili döneminde maaşların ödenmemesi, öğrenci- öğretmen ilişkisinin gittikçe muğlaklaşarak müşteri- tezgahtar ilişkisine dönüşmesi bu sorunlardan yalnızca birkaçı. İçinde bulunduğumuz salgın süreci ise özel okul öğretmenleri için bambaşka zorluklar doğurdu. Öğretmenler hem kısa çalışma ödeneği aldılar hem de evlerinden gece gündüz demeden mesailerine devam ettiler. Kısa çalışma ödeneği alamayacak durumda olan öğretmenler ücretsiz izne çıkarıldı. Kimi kurumlar öğretmenini uzaktan da olsa çalıştırdığı halde ödenek dışında kalan maaşlarını yatırmadı, kimi öğretmenler hiç maaş alamadı. Devlet kısa çalışma ödeneği süresini uzattı ve bugün yeni dönemin başlamasıyla birlikte pek çok özel okul öğretmeni okullarında mesailerine devam etmesine karşın işsizlik fonundan ödenen kaynakları kullanmak zorunda kalıyorlar.
Peki yapılması gereken nedir? Kişilerle ya da kurumlarla değil sistemin kendisiyle topyekûn mücadele etmektir. Devletin ayrışmalarından ve ayrıştırmaktan fevkalade memnun olduğu iki farklı sınıfı, işçi ile memur sınıfını bir düşünerek hareket etmektir. Özelikle eğitim ve sağlık alanlarında bu iki sınıf arasındaki ayrışmanın daha bariz olduğu görülüyor. Aralarında hali hazırdaki şartların farklılığı ve eşitsizliği üzerinden yaratılmaya çalışılan düşmanlık, (657 nolu memur kanunu vs. 4857 sayılı işçi yasası) kolektif bir bilinçle hareket etmenin önündeki en büyük engel. Bu engelleri aşarak bütünlüklü bir mücadele pratiği geliştirmek gerekiyor. Son zamanlarda farklı şehirlerdeki özel okul öğretmenleri yıllardır yaşadıkları hak kayıplarının, mobbingin, sömürünün verdiği yılgınlığın ve bıkkınlığın etkisiyle sahip oldukları gücün farkına vardılar ve daha kolektif bir dayanışma biçimi geliştirme yolunda önemli adımlar attılar. Doğa Koleji’nde yaşananlar ve bu süreçteki öğretmen- öğrenci- veli dayanışması bunun en belirgin örneklerinden biri. Mücadelemizi büyütmenin yolu ayrışmaktan değil birleşmekten geçiyor. Öğretmenin ‘yük’ değil, topluma yön veren önemli bir değer olarak görüldüğü gelecek günlere kavuşmamız umuduyla.