Emeğin Kapitalizmi
Üç gün önce sitemizde yayınlanan “Yerlilik Meselesi” isimli yazıda Lütfi Bergen’in önemli olduğunu düşündüğümüz bir yazısını değerlendirmiş, kendisinin Türkiye’de işçi sınıfının yokluğuna dair fikrine değinmiştik. Hemen ardından kendisinden bu meseleyi açmaya çalıştığı bir yorum geldi. Biz kendisinden yorumunu yazı olarak yayınlamayı rica ettik, o da bu yorumu bir makale haline getirdi. Bu konuda benzerliklerimiz veya ayrılıklarımız olsa da, tartışılmamış bir konu olarak kalmaması için yazısını sizlerle paylaşıyoruz:
LÜTFİ BERGEN
Özgür Yazarlar Birliği tarafından düzenlenen “Türkçe Edebiyatta Sosyal Adalet” konulu sempozyumda “Türkiye’de işçi sınıfı yoktur, onun için “sosyal adalet” kavramına bel bağlanamaz” cümlesiyle ifade edilebilecek bir yargıda bulundum. Bu çerçevede erken dönem Cumhuriyet öyküsünün Anadolu’nun kadim düzeninin çöküşüyle ilintili olarak yeniden okunması gerekliliğinden bahsetmek istemiştim.
Sempozyumda ifade ettiğim cümle Anadolu’ya şimdiye kadar hep “sağcı” sayılan entelektüellerin sahiplendiği “Yerlilik” paradigmasından bakışın bir ürünü idi. Gerçek şu ki, “yerlilik” gibi ne idüğü belirsiz, operajatif bir kavramın İslamcı tezlere yakın bir söylemle ifadesi ve giderek İslamcılığı da eleştirmesi, onunla böyle bir kurgu vesilesiyle ilk karşılaşan dinleyici-okuyucu çevrede tepki oluşturacaktı. Yerlilik gibi bir kavramın İslamcılığa karşı ileri sürülen yıpratıcı bir söylem olduğu bile ifade edilebilecekti. Ancak sempozyumda asıl vurgu “yerlilik” kavramına yönelik değildi. Vakit kısıtlı olduğu için, Anadolu’da Cumhuriyet’in kuruluşu sürecinde sosyal adalet vurgusunun haklılığını mümkün kılmayan bir ekonomi-hayat biçimi olduğuna işaret edildi. Örneğin Sabahattin Ali’nin “Kuyucaklı Yusuf” romanının bir isyan romanı olmadığı, “namuslu kabadayı” kapsamında değerlendirilmesi gerekeceği ifade edildi. Kemal Tahir’in “Arabacı” hikâyesinde dul başlarına kalmış köylü kadınların, kızlarını namuslu bir erkekle evlendirme niyetleri analiz edildi. Genç ve dul kızlarının evlenmesi ve sahibi oldukları toprağın işlenmesi gerekliliğini anlatan bu okuma, toplumun gerçek ekonomik halini işçi ideolojisi olan “sosyal adalet” üzerinden değil, yerlilik üzerinden anlamlandırmayı denemekteydi. Bir başka vurgu da toplumdaki bozuklukların temelinin halkın ahlâkî yozlaşmadan kaynaklandığı üzerineydi. Erkekleri savaşa gidip dul ya da kimsesiz kalmış kadınları hikâye eden Refik Halit, Yakup Kadri, Kemal Tahir, Memduh Şevket Esendal gibi yazarların eserlerinden örnekler verildi. Sosyal dengesizliğe ithaf edilemeyecek arızî şartlar nedeniyle toplumda zorbalık, harama yöneliş, halkın malını ganimet bilme, eşkiyalık görünümleri ortaya çıkmıştı. Dolayısıyla bu hikâyeler üzerinden Batı toplumlarında görülen “tarımda mülksüzlük nedeniyle kentlere yığılmış adamların proleterleştirilmesi” türünden hayat anlatıları bulunmadığını söylemek imkânı hasıl oldu. Ancak gerek dinleyicilerin ve gerek ise sempozyumda sunum yapan konuşmacıların paradigmal yaklaşımları bu sunum vesilesiyle söylediklerimizin tartışılabilir belirlemelerini değerlendirmelerine izin vermedi.
Öncelikle, “İşçi sınıfının olmadığı” ifadesi, nevzuhur bir ifade değil. Türkiye’de sosyolojinin Marksist paradigmal bakışından kaynaklanan bir praksis sorunu bulunmakta. Marksistler tarihi, işçi sınıfı iktidarı için zorluyorlar. Mübeccel Kıray’ın çalışmalarında Türkiye’de işçi sınıfının gelişimi hakkında farklı türden yaklaşımlar geliştirdiği görülmektedir. Behice Boran tipi Marksist (Sovyetik) bir işçi sınıfı idealleştirmesi, öğrencisi Mübeccel Kıray tarafından benimsenmemiş görünüyor. Mübeccel Kıray’a göre Türkiye’de işçi “yavaş işçileşme” şeklinde ifade edilebilecek bir kavram dolayısıyla gündeme gelebilir. Kıray’ın çalışmalarına göre kırda ekonominin ihtisaslaşma imkanları zayıfken kentte kuvvetlidir. Kırda dikey hareket yok iken, kentte bu hareket görülür. Kıray’a göre iki ekonomik alan arasındaki geçiş süreci tampon mekanizmalar kurar ve dönüşümün acılı yanlarını sarar. Kıray’ın bu analizi, Sabahattin Ali’nin Köpek hikayesinde benzer şekilde anlatılmıştır. Ancak Sabahattin Ali’nin hikâyesinde çoban kente gidip başarısızlıkla geri dönmemek için köyde kalmaya razı bir kahraman şeklinde kurgulanmıştır. Bu olgu dahi, işçi sınıfının mülksüzlükle oluştuğunu göstermez. İşçi olmanın göçle ilintili bir olguyu ifade etmesi asıldır. Batı toplumlarındaki gibi bir sürecin bu topraklarda görülemeyeceğini göç olgusundan anlamakytayız. Köpek hikâyesinde bu durum net bir şekilde vüzûh kazanır: “Köyde kalıp bir baltaya sap olmak büsbütün imkânsızdı. Az buçuk mahsul verir bir tarla almak için on sene, bir çift öküz sahibi olmak için ise on beş sene çalışması lazımdı ve ondan sonra da hayatın daha tatlı bir şekil alacağı şüpheli idi. Bir tarlası ve bir çift öküzü olanların hali kendininkinden pek farklı değildi: Bir sene kuraklık olunca onlar da bütün köylü gibi dağlara ot yemeye gidiyorlar, üstelik öküzlerinin açlıktan öldüğünü veya onda bir fiyatına satıldığını görüyorlardı. Kendisi onlara nazaran, hatta daha iyi vaziyette idi, çünkü ağa kıtlık senelerinde de onun ekmeğini ve katığını veriyordu. Belki bir gün parasını da verecekti? Kim bilir? (…) “Bizim kocakarı olmasa, şehre gider, beş on kuruş yapardı.” dedi. Fakat bu da ona pek tatlı bir ihtimal gibi görünmedi. Şehre gidip üç dört sene kaldıktan sonra daha perişan, daha bitkin ve ümitsiz köye dönen birkaç kişiyi hatırladı. Bunlar, orada hamallık, kara amelilikten başka bir iş bulamadıklarını, günde yirmi beş, otuz kuruş kazandıkları zaman kendilerini zengin saydıklarını ve kaldırımlarda gecelerken köyün sıcak samanlıklarını çok aradıklarını anlatıyorlardı.” (ALİ Sabahattin, Kağnı Ses Esirler, Yapı Kredi Yayınları, 2010: 124- 125).
Buna göre, Türkiye iç göçle işçileşme sürecine girmiştir. Göç ile işçi hareketi arasında dolaysız ve belirgin bir ilişkinin olduğu açıktır. İşçileşme uzun süren bir zaman diliminde, “köylülükten hızlı uzaklaşma fakat yavaş işçileşme” diye adlandırılabilecek bir süreçte yaşanmıştır. Bu gelişme göçün katkısıyla ortaya çıkan “parçalanmış bir işçi sınıfı” oluşumunun da başlangıcıdır. Özellikle DP iktidarı döneminde tarımda makinalaşma (traktör kullanımının artışı) büyük bir işsizlik dalgasına neden olmuş ve şehre akın başlamıştı. “Elli dönümden daha az toprağı olan köylüler genellikle öyle büyük bir hızla çöküş yaşadılar ki, kısa sürede topraklarını kaybettiler ve kente yönelen diğer kırsal göçmenlere katıldılar (…) Makinalaşmanın yani tohum türlerinin ve başka tarımsal ekonomik gelişmelerin girişiyle, ortakçılar kısa sürede kendilerini yaşamını geçimlik seviyede sürdürmek için bile gün geçtikçe zorlanan, henüz makinalaşmamış ve üretimin artık çok küçük bir kısmını oluşturan çiftlik işlerinde çalışan ücretli tarım işçisi konumunda buldular. Tarımda ücretli işçi olarak çalışacak işi bile bulamayanlar kentlere göç ettiler, sanayi ve hizmet sektörü için aktüel ve potansiyel kentsel proleterya rezervlerine katıldılar ve (…) gecekondu bölgelerinde yaşamaya başladılar.” (KIRAY Mübeccel, Toplumsal Yapı Toplumsal Değişme, Bağlam Yayınları, 1999:149). Marshall yardımlarının traktör şeklinde gelmesi kırsal kesimde yapısal değişimi temellendirdi. İkinci Dünya Savaşı bitiminde dünya kapitalizmi hızla sanayileşme meselesine yöneldi. Eski teknoloji parklarını da Pazar olarak gördükleri dünya ülkelerine transfer etmeye başladılar. Türkiye’de kırsal kesimin DP’nin iktidar olmasıyla tarımı sanayileştirme politikaları ile tanıştırılmasında bu olgu bulunmaktaydı . Marshall yardımı tarım aletlerinin yaygınlaştırılmasına yönelikti. 1948 yılında 1800 civarında olan traktör sayısı, 1957 yılına gelindiğinde 44.000’i aşmıştır. Biçerdöver sayısı 1950 yılında yaklaşık 1000 iken, 1957 yılında 6000’e ulaşmıştır. İkinci Dünya Savaşı’nın bitiminden 1960 yılına değin geçen 15 yılda dünya kapitalizmi olgunlaşmasını tamamlama fırsatını buldukça pazar haline getirdiği ülkelerde toplumsal yapıları dönüştürücü ekonomik yapılandırmalar tavsiye etmekteydi. Bu süreç devletlerin borçlandırılması ile mümkün olacaktır.
Halkın % 80′inin köylerde oturduğu bir ülkede 1960’lardan sonra işçi ideolojisi üretildi. İşçiler hemen hiçbir haklarını emek mücadelesi içinde almadılar. O hakları veren 1960 darbesi idi. Çağlar Keyder’e göre 1960’lardaki dönüşümün ortayqa çıkardığı temel bölünme, bir yanda şehirlerdeki ve köylerdeki küçük burjuvazi, küçük sermaye ile öte yanda sanayi burjuvazisi arasındadır. Keyder’e göre tarihi 17. Yüzyıla dayanan küçük burjuva Pazar ideolojisi ile 1945 sonrasının sanayi kalkınma dönemine daha uygun bir burjuva ideolojisi arasında çatışma ortaya çıktı. Sanayi burjuvazisinin uluslararası bağlantılarıyla birlikte gelişmesi birikim sürecinin yeniden düzenlenmesini gerektiriyordu. Bu, DP yönetiminin yerin egetiremeyeceği bir görevdi. “Bu açıdan bakıldığında, 1960 darbesi ve beraberinde getirdiği sonuçların restorasyoncu değil, dönüşümcü olduğu görülür” (KEYDER Çağlar, Türkiye’de Devlet ve Sınıflar, İletişim Yayınları, 1990: 118). Böyle bir dönüşüm gereği tamamen topraksız ve mülksüz olmadığı halde işçi üretildiği gerçeği ile karşı karşıya kalmaktayız.
Besleme bir sınıf olarak ortaya çıktığı halde, bazı İslamcıların kalkıp “Bizde işçi sınıfı yoktur, o halde mücadelesi de yoktur” sözüme eleştiri getirmeleri farklı bir paradigmadan bakmalarından kaynaklanıyor. 1960’larda Türkiye’de niçin durup dururken işçi ideolojisini harekete geçirecek bir yönelişe dönüldü. İşçilerin talebi değilse bu yönelişin sebeb-i hikmeti ne olabilir? Sanırım İslamcıların anlamadığı husus, Türkiye’de asıl iktisadî dinamiğin küçük köylü ve çiftçiliğin, şehirlerde de bakkal-kasap-manav gibi küçük aile işletmelerinin sağladığı büyük direnişle temsilidir. İslamcılar ve “sosyal adaletçiler”in tersine, Anadolu’nun düzeninin kapitalistik olmayan küçük işletme modelinin üzerinde yükseldiğini ifade etmekle farklı bir paradigmaya yöneldiğim sanırım tam olarak vüzûh kazanamıyor. Mahmut Üstün’ün makalesinde Türkiye’de işçi sınıfına dair önemli tespitler yapılıyor. Mahmut Üstün’e göre, tarımda mülksüzleşme sonucu göçle kentlere gelen kitleler için fabrikaya girme, Avrupa’daki işçiler gibi son derece kötü çalışma koşulları ve düşük ücret anlamına gelmiyordu. Hatta fabrikaya girmek, yoksul olan bu kitle için hiç de azımsanmayacak ve istikrarlı bir gelir elde etmek demekti (ÜSTÜN Mahmut, Türkiye İşçi Hareketi Üzerine Bazı Gözlemler, Praksis Dergisi, Güz, 2002).
Gerçekte Koç gibi firmaların beyaz eşya imalatına yönelmesi sanayi burjuvazisinin de besleme olduğunu gösterir. Kentlere yönelik gecekondulaşma politikasına izin verildi ki modernleşmeye direnen yerel işletmeler tasfiye edilebilsin. 1961 Anayasasından sonra yeni bir sermaye birikim sürecine girildi. Ulus-aşırı sermaye ile bağlantıları olan burjuvazinin ev içi alet üretimine yönelişi ile devletin kalkınma modeli dünya-ekonomi ile örtüşüyordu.1960 öncesi küresel sermayenin ürettiği traktörün tarım kesiminde bir doygunluk oluşturduğu “sosyal adaletçi” düşünürler tarafından analiz edilmemiştir. Birden “işçi patlamasına” şahit olmamız kırsal kesimin artık tüketim açısından kifayetsizliği ile ilgili idi. Keyder’e göre, Türk işçi hareketinin erken başarısı, bir yandan sosyal demokrasinin dünyadaki tarihi gelişmesi çerçevesinde, öte yandan yukarıdan aşağıya bürokratik reformculuğun mirasıyla anlaşılabilir (KEYDER, 1990: 122). Bu çerçevede Türkiye’de ezilen kesimlerin işçi kitleleri olduğu halen bile söylenemeyecektir.
Gecekondu halkının kentte varoluşuna izin verilmesi, ucuz emek gücü ile kazandıklarını geri kapmaya çalışmak için üretilen tüketim mallarını pazarlamaya yönelik olmuştur. Gecekondularda yaşayanların köydeki çalışma ideolojisini kente taşıyıp ucuz istihdam gücü olacakları anlaşılmıştı. Bu nereden anlaşıldı. Çünkü bu kesimlerin yakın akrabaları 1961’de Almanya’ya işçi göçü nedeniyle çıktıklarında emek-yoğun ırgat olduklarını kanıtladılar. Türkiye’ye yıllık izin sebebiyle döndüklerinde getirdikleri eşyalar da aynı zamanda büyük bir tüketim pazarına dönüştüklerini kanıtlıyordu. Bir hukuk-dışılık olan gecekondulaşmaya izin verilmesi; elektrik, yol, su yatırımları ile tüketim ortamı yaratılması gereğinin ürünüdür. Türkiye’de büyük burjuvazinin oluşumunda gecekondulaşmanın etkisi yadsınamaz. Evlere kadar gelen elektrik, su, tüketimi kışkırtıyor ve devletin de dolaylı vergiler ile gelirini artırıyordu. Bu çerçevede Türkiye’de asıl gerilim işçi- patron diyalektiği olmamış, küçük işletme ile kapitalizm arasında olmuştur. Dünya kapitalizminin karşısındaki en büyük engel olan küçük işletme modeli “Anadolu Arslanları”, “Müslüman zengin olmalı”, “Müslüman her şeyin en iyisine layıktır”, diyen söylemlerle tepelendi. Şimdi “İktidar olduk, bu hırs bize iyi gelmedi” demek için mazeretleri kalmadı. İslamcılar asıl Türkiye’de niçin bakkal, kasap, manav, çiftçi yok? diye sormalıdır. Küçük esnaf ve çiftçinin ekmek mücadelesinin üç beş bezirgan ulusaşırı şirketle kolkola girmiş yerel sermaye tarafından boğazlandığını mesele etmelidir. Türkiye’de ekonomik güçlük çeken tabakanın küçük üretici, imalatçı işletmeler olduğu; bu tabakanın kapitalizmin gerçek hedefi haline geldiği, küreselleşmenin temelde bu grubu silmeye çalıştığı unutulmuş bir gerçekliktir. Osmanlı’da işletmelerin çöküşü toplumsal modelin çöküşü ile aynı anlama gelmekteydi. Tarih boyunca proleteri büyüterek yürütülmüş bir adalet teorisi olmaması bundandır. Son tahlilde işçi, kendini var edene borçludur, kapitalist başarıya râm olmak zorundadır. Kapitalizm de, işçi de küçük işletmeye karşı. Çok düşünüldü mü bilmiyorum ama, Türkiye’de asıl paylaşımcı ve dayanışmacı topluluklar ahi işletmeleri idi. Onları işçi yaptık, adaleti böyle kaybettik.