Kuran Vahyinin Mahiyeti ve İlahiliği – Hasan Köse
“Elden gidecek” korkusuyla her farklı sese karşı tahammülsüzlük ve baskı politikalarının toplumun tabanına dek yayıldığı, günümüz Türkiye’si için herkesin malumu. Mustafa Öztürk’e yönelik yürütülen linç kampanyası da bu konuda onlarca örnekten biri. “Allah Emekten Yanadır” kitabıyla tanıdığımız Hasan Köse’nin bu olaydan mülhem ve linçe bahane edilen düşünceye dair yazısını ilginize sunuyoruz.
HASAN KÖSE
Kuran’ın ilahiliği mahiyetinin ilahiliğini zorunlu kılar mı?
Lafız, mana, mefhum ve maksat açısından “Kur’an vahyinin ilahiliği” konusunda, en azından Müslümanlar arasında bir ihtilaf yoktur. Bu konu Allah’ın varlığı, birliği ve yaratıcılığı konusunda ittifak edenlerin varlığın veya yaratıcılığının sıfat ve tecellilerinin nasıllığı ile ilgili ihtilâflar gibidir.
Müslümanlar arasında Kuran’ın ve Kuran’ın maksadının Allah’tan olduğuna dair ihtilaf yoktur! Tartışma mana ve lafzın tecellisi biçimindedir. Bu sorunsal çevresindeki tezler, “Lafız da mana da Allah’tandır”, “Mana Allah’tan, lafız Resullullah’tandır” yahut üçüncü bir görüş olarak, “Lafız ve mana mahiyet olarak bir, ayrılamazdır” yani “Mananın peygamberde ancak kelime olarak tecelli edebileceği” şeklindedir. Tartışma bu tezler üzerinden sürmekteyken, bunlara “Allah’ın temizlediği bir kalbin sahibinin, nihai arınmadan sonra yaşamla yüzleşirken, Allah’ın mutlak murakabesi altında, anın gerektirdiği manayı da kelimeleri de kendi özünden ve dağarcığından kelimelere dökmesi” tezi eklenmiştir.
Konu edinmek istediğimiz, bu görüşlerden birinin savunusundan ziyade “ilahi hitaba” yönelik “mahiyet” tartışması yaparken “vahyin güvenilirliğinin zedeleneceği” iddiası ile “mana da lafızda Allah’tandır” görüşü dışındakilerin “ilhadla” suçlanmasının haksızlık ve hadsizliğidir. İşin daha da ötesi bu gibi düşüncelerinin sosyal ve siyasal taraflarının olması/oluşması/oluşturulması nedeniyle düşüncenin kuvveden fiile çıkarak psikolojik, sosyal, siyasal, hukuki ve ekonomik yaptırım ve sonuçlarının ortaya çıkmasıdır. Firavun “Ey halkım, ben bu Musa’nın sizin dininizi bozacağından korkuyorum.”[1] diyor. Bu söz düşüncede kalsaydı ve tartışma devam etseydi belki Firavun ve ailesi için helakten başka bir yola varılacaktı. Fakat Firavun kendi konumunu, kendi düşüncesini “mutlak hakikat” olarak sundu. Bununla da kalmadı ve “halkını ve devletini fitneden korumak için, kamu gücünü –diğerlerine karşı- ” harekete geçirdi. İpler koptu. Şimdi aramızda Allah’ın koruması altında Musa da yok, Abdullah’ın yetimi Muhammed de yok. O halde hiçbir konuda hiç kimsenin “bu Allah’tandır” dendiğinde “işittik itaat ettik”[2] denilebilecek bir kişi ve makamı yoktur.
Bilim felsefesi açısından bu tezlerin hiçbirinin ne mutlak doğruluğu ne de mutlaka yanlışlığı ispat edilebilir!
Söz konusu metnin fonetik ve morfolojik açıdan Hz. Muhammed’e inzal olurken yaratılmamış bir etimolojisi olduğu için Mutezilenin dediği gibi “kevnilik/yaratılmışlık” üzerinden bir ilahilik tezi zaten ileri sürülemez. Kitabın “ilahiliği”ni; harf, kelime ve cümle dizinlerinin varoluşun fizik yasaları ile algoritmik bir şifreleme içinde, “iyi büyü/tılsım ilişkisi içinde olduğu ve bunun da Allah’ın ilim ve kelam sıfatı üzerinden Kur’an’a yansıtıldığı” fikri üzerinden savunmaya çalışmak da beyhude bir çabadır.
Kur’an metni, ne zamandan beri kullanıldığı belli olmayan kelimeler ve gramerle indirilmiştir. Yeni olan, semantik açıdan kelimelerin-cümlelerin anlamları ve edebi anlatım tekniğidir. Kelimelere yeni yüklenen “ıstılahi” anlamlar da muhatapların anonim belleğinden seçilmiştir. Sahih anlamın ilk halinin doğru anlaşılıp yaşandığının şahidi de bizzat metnin kendisidir. Metnin çoğunu ortalama her Kureyşli/Arap anlamıştır. Bu durum metnin ontolojik/kevni ilahilik iddiasını da, vahyin beşeri şuhudâta çıkış sırası ve biçimi açısından ilahiliği tezini de geçersiz kılar. Ya da yaratılmış her şey ile yaratıcısı arasındaki bağ veya konuşan canlı insanın konuşmasının anlam ve varoluş süreci kadar ilahidir denebilir. Bu durumda ilahi olan ne metinin bütünüdür ne de parçası olan cümleler, kelimeler, sesler, onları görünür kılan harfler ve üzerine yazılan deri, kemik ve taş parçalarıdır; ilahi olan, özel bir anlama büründüren amaçtır. Başka bir ifadeyle metni ilahi yapan mahiyetinden bağımsız olarak, kaynağının Allah olması ve amacıdır. Metinle; insanla Allah, insanla insan, insanla tabiat ve insanla gayb arasındaki ilişkiler düzenlenmek istenmiştir. Metni ilahi yapan bunu isteyenin Allah olmasıdır. Bu daire Müslümanlık için yeterlidir.
Lafız Allah’tan olsa bile Allah, söz konusu lafız ve manaların kahir ekseriyetini Arapça olmak üzere beşerin dilinden seçmiştir. “Allah, Âdem’e eşyayı isimlendirmeyi öğretti” ayeti Allah, Âdeme “her dili kelime kelime kıyamete kadar oluşacak son haliyle öğretti” şeklinde anlaşılırsa, bu tez “tüm kelimeler ve nihayetinde dillerin ilahiliği” genellemesine varır. Başka bir ifadeyle “tüm diller Allah’ın ilim ve kelam sıfatının tecellisi” olmanın ötesinde “vahiydir” denmiş olur. Esas bu düşünce Kuran’ı içinde var kılındığı dilden ve diğer dillerde üretilmiş metinlerden farksız hale getirir. Kuran, Allah’ın ilim sıfatının tecellisi değil de “Âdem ve İsa gibi bir yaratılmışlığa sahip” olduğu için “ilahi” ise, Mutezilenin “Kur’an Mahlûktur” inancına neden itiraz edilir? Onlar en azından iddialarını Kur’an’la sınırlı tutuyorlardı.
Tüm lafızların kök ve ses manaları da türetilmiş manaları da beşeridir. Bir yaratılmışlıktan söz edilecekse bu yaratılmış bir beşerin fiilinin yaratılmışlığı olur ki ilahilik iddiasında bulunanlar bunu da kabul etmeyeceklerdir. İlahilikten söz edilecekse beşerin yaratılmışlığından dolayı fiili olarak kelimelerinin ilahiliğinden söz edilebilir. O zaman da bu tüm konuşan beşeri kapsar ki iş daha da içinden çıkılmaz hale gelir. Kuran’a göre “Şeytan ve cinler de konuşmaktadır” ve “her söyledikleri de yanlış, yanıltıcı veya batıl değildir.” Kaldı ki hem “Allah’ın bunlara”, hem “bunların birbirlerine ve insana vahyettiğini/ilham ettiğini” Kur’an bildirmektedir. Bu bağlamda vahyin ilahiliği, mahiyeti üzerinden değil, ancak “sınırlandırılmışlık ve korunmuşluk” üzerinden konuşulabilir -ki Mutezile hariç, selefin yaptığı da bundan ibarettir.
Kelimelere Arap diline uygun olarak yeni ıstılahi manalar yüklenmiş olması da meseleyi mahiyet açısından netleştirmez. İbrahim ve soyu Arapların atalarıydı. Onlardan Nebi ve Resuller geldi.
Kuran’ın vahyi sırasında kullanılmış kelimelerin onlar tarafından da üretilmiş olması ihtimal dışı olmadığı gibi, onların dışarıdan duyması ve kullanması da ihtimal dışı değildir. Nihayetinde bu kelimeler kadim Arap edebiyatının anonim ürünleridir ve kadim Arap edebiyatında İbrahimî etkinin devam etmediğini söylemek küfranı hakikat olur. İbrahim’in ve çocuklarının Allah’tan olmaksızın ürettikleri, başkalarından duydukları ve vahiy olarak aldıklarını nasıl ayıracağız? Ya da neden ayıralım? Bu soruları cevaplamak imkân dâhilinde görünmemektedir.
Korunmuş bir beşerin kalbine inen vahiy, oradan diline, oradan da korunmamış beşerin kulaklarına hitap ediyor. Korunmamış beşerin kalemiyle yazılıyor. Korunmamış beşerin gözlerine ve kıraatle de kulaklarına hitap eden metinler haline geliyor.
Korunmuş bir beşerin kalbine inen vahiy, oradan diline, oradan da korunmamış beşerin kulaklarına hitap ediyor. Korunmamış beşerin kalemiyle yazılıyor. Korunmamış beşerin gözlerine ve kıraatle de kulaklarına hitap eden metinler haline geliyor. Buraya kadar mahiyet tartışması yapılmıyor ve güven krizi de çıkmıyor. Çünkü korunmuş beşerin dilinden korunmamış beşerin kulaklarına zikredilen ve oradan da cisimler üzerine derc edilen kelam ilahi ilme ve maksada aykırı olsaydı düzeltilirdi. Dolayısıyla ortaya çıkan metin de onu getiren gibi (resul) korunmuştur. Âdemin ve Havva’nın cennette yaşadıkları ve Şeytan’ın sözleriyle ilgili bildiklerimizi borçlu olduğumuz metin, işte bu metindir. Eğer içerikle ilgili bildiklerimiz doğruysa onun yukarıdaki bağlamda korunmuşluğu da doğrudur. Buraya kadar eminliği sağlayan, ne lafız ne de manadır. Ne yazılmış kemik, taş ve deri parçaları ne de onların manalarıdır. Yanlarındaki korunmuş emin Resul ve ellerindeki korunmuş vahyin tebellür ettiği sözlerdir. Allah’ın korumasına ve Resul’ün güvenilirliğine olan inançtır.
Onlar “fil sahiplerine” neler olduğunu gören veya en azından neler olduğunu birinci dereceden yakınlarından duyan insanlardır…
“Hakikate mugayir bir laf edecek Resulün daha hayattayken düzeltileceğine” olan inançtır ve bu Kur’an vahyinin inzali boyunca birçok olayda gerçekleşmiştir. Kaldı ki bu konuda metin Resul’ü çok şiddetli bir şekilde tehdit etmektedir.[3]
Korunmuş metin onların iman, ihlas ve amellerini doğrulamıştır.
O halde bu aşamaya kadar “vahiyle ilgili kelâmi/felsefi bir mahiyet tartışması” olmaksızın geçerli olan iman ve ameller kıyamete kadar da geçerli olacaktır.
Vahyin lafızlarının Resul’den olması ilahi hitabın güvenilirliğini neden zedelesin?
Onu Resulün kalbine indiren Allah, Resulü ilahi maksada uygun olmayan kelimeler seçse idi onu düzeltmekten aciz mi kalacaktı?
Elbette hayır!
Korunmuş beşerin kalbine korunmuş vahyi indiren Allah, korunmuş beşerin dilinden korunmamış beşerin kulaklarına ilahi vahyin lafzını koruyarak ulaştırmıştır. Ancak, Kur’an, “Allah’ın bazı insanların lafzı anlasalar bile manayı anlamalarını engellediğini”, tam tersi olarak “bazılarının da kalplerine manayı açtığını” söylüyor. O halde mahiyet meselesi, İslâm nazarında işin ehemmiyetli boyutu hidayet ve dini kurtuluşla alakalı değildir. Niyet, iman, ihlas ve amellerle ilgilidir. O halde dinin aslına taalluk etmeyen boyut ve noktalarda görüş farklarının “ilhadla” suçlaması “ilhad” değilse sığ ve bağnaz bir akıl değil midir?
Diyelim ki ifade edilen düşünce “hakka bürünmüş bir batılın nifakı” olsun. Kuvveden fiile geçip, gerçek bir insanın “canına, ırzına ve malına saldırı ile sonuçlanmış zarara” dönüşmediği sürece durumdan vazife çıkarıp düşünce sahiplerine karşı sözden ileri etki ve yetki kullanarak psikolojik, mali ve hukuki yaptırımlar öngörmek hatta “katline fetva vermek”[4] kesin inançlılık ve kör tuğyandan başka nedir? Biz bu coğrafyada mafyatik baskı ve cinayetlerin nelere kadir olduğunu da dini motivasyonlu siyasal örgütlenmelerin de toplumda nelere mâl olduğunu çok iyi biliyoruz! İşlem yapmayan tüm savcılar zan altındadır!
Buraya kadar söylediklerimizin yanlış olduğunun söylenebilmesi için, vahyedilen Kur’an ayetlerinin kelimelerinin ilk muhatabı dâhil, ilk duyanların ilk kez duydukları kelimeler olması gerekirdi. Öyle değil! İstisnalar olsa da söz konusu kelimeler çevre kabile ve kavimlerin dillerinden Kureyş Arapçasına girmiş kelimelerdir. İlgili dilleri bilenler anlamını söylemişlerdir. Hülasa muhatabı beşer tarafından anlaşılamamış, onlara hem lafız hem de mana olarak sıfırdan talim ettirilmiş bir metinle değil, bilakis beşerin diliyle, beşerin dilinin imkân ve manalarıyla indirilmiş beşeri bir metinle karşı karşıyayız.
Kuran “arındırılmış ve desteklenmiş bir kalp ve kişiden” söz etse de mistik, ezoterik, ruhçu din ve tarikat efsanelerinde geçen kendisine ilahi bir ruh yüklenmiş şuurlu ve kendine has bir davranış tabiatına sahip, kendinden bir iradeyle insana etki edebilen Herry Potter’daki büyü kitapları gibi bir kitap değildir. Hz Muhammed’in de “Yüzüklerin Efendisindeki Gandalf’ın Asası” gibi bir asası yoktur. Hz Musa’nın asası da bir odun parçasından ibarettir.
Kitabın, bazı cisimlerin, peygamber eşyalarının nezdimizde manevi değerinin olmasıyla onların ilahi bir mahiyete sahip olduğuna inanmak ayrı şeylerdir. Bunu karıştıranlar “peygamberin sümüğünün, idrarının ve kakasının ilahi” olduğunu söyleyerek “yiyenin cehennem ateşinde yanmayacağını” söyleyen meczuplardır. Bu akide Yahudi ve Hıristiyan teolojisine, ruhçuluğuna ve onların etkisiyle oluşan teosofiye aittir.
Kur’an için bu bağlamda konular üzerinden beşerî ve ilahi diye bir tasniften söz edilebilir. Ayrıca bir şeyin ilahi kaynaklı olması onu iyi ya da kötü yapmaz! Zira Allah, Şeytanın saçmalamalarını da, peygamberlerin karşısına çıkıp onlarla mücadele eden hatta bazılarını öldüren tağutların/azgın melun söz ve zihniyetlerini de “rivayet” etmektedir. O halde iyilik ve kötülük rivayet aracının mahiyetiyle değil mana ve mefhumlarıyla alakalıdır.
Mushaf içindeki tüm kelimelerin ilahi olduğunu söylemek ortaya çıkış mahiyetinden bağımsız olarak “ilahi koruma altında oluşmuş metin olmaklık” açısından kabul edilebilir. Bu da lafızların çoğulcu anlam imkânlarından dolayı “ilahi maksadı saklı kalmak kaydıyla” beşeridir sonucuna varmamızı salık verir. Bundan öte tecellinin mahiyetini bilme imkânı verilmediği için beşerin “son söz” söyleme imkânı yoktur.
İslam inancı açısından, bir beşer olan Nebi’nin ilahi hitaba muhatap bir Resul olması O’nu nasıl evrendeki her şeyden daha fazla bir ilahi bir varlık haline getirmiyorsa, ilahi buyruklar yüklenmiş beşerle tecelli eden lafızları da ilahi yapmaz. Bu bağlamda vahyin beşeri olan lafızları gibi onu anlayanların da beşer olmalarından dolayı manaları daha da beşeri olur. Bu manaları çıkaran beşer faniliğinin cürmüne bakmadan başka bir faninin düşüncesiyle ilgili hakikat perdesinden hükümler kurup canı üzerinde hak iddiasında bulunabilmesi yukarıda da değindiğimiz Firavun’un “rububiyet iddiasının” da ötesinde ulûhiyet iddiasından başka bir şey değildir!
Allâhu a’lem bissavâb…
[1] Kuranı Kerim, Mü’min Suresi 26, “Firavun dedi ki: ‘Bırakın beni, Musa’yı öldüreyim de o (gitsin) Rabbine yalvarıp-yakarsın. Çünkü sizin dininizi değiştirmesinden ya da yeryüzünde fesat çıkarmasından korkuyorum.’”
[2] Kuranı Kerim, Nur Suresi 51, “Aralarında hüküm vermesi için Allah’a ve Peygamberine çağrıldıklarında mü’minlerin sözleri: ‘Duyduk ve itaat ettik’ demeleridir. İşte kurtuluşa erenler bunlardır.”
[3] Kuranı Kerim, Hakka Suresi 44-46 Tercümesi, “Eğer o bize karşı bir söz uydursaydı, onu yakalar, şah damarını koparırdık.”
[4] Geçen yıl 70 kadar ilahiyatçının Watsapp gurubunda bu fetva verildi, hepsi sessiz kaldı, Mustafa Öztürk; konuyu “birkaç kişinin arasındaki şakalaşma” olarak tanımlayarak davacı olmadı ve bu kişiler halâ yargılanmadı! Cübbeli Ahmet namlı vaiz kendisine izafe ederek “bizim Şenocak’ın 6000 doçenti var” dedi. Bu da hala dava konusu olmadı.