Kıyıya Varamayan Bir Hüzün: Göçmen
Tarık Örnek
Keşke bundan önce ölseydim de unutulup giden biri olsaydım.[1]
Izdırabın çehresi siliktir göçmende. Yerleşik olanın kibirli elidir bu çehreye şekil veren. Ki yer yer görünmeyen ya da görünmesi istenmeyen göçmen için şimdinin siyasi ve ekonomik buğusunun ortadan kalkması da çözüm değeri taşımamakta ne yazık ki. Bu güncel durumun acıklı tablosunu medya çapağının nazarından uzaklaşıp biraz da tarihin ve edebiyatın sayfalarından okumaya çalışalım.
Ali Şeriati’de Habil-Kabil imgesi
Ali Şeriati gerek Kuran’ı, gerek tarihsel mûktesabatı imgesel bir zeminde okuyarak rivayet-ubudiyet derekesinden yaşantı-anlam seviyesine çıkaran özgün aydınlardan biridir. Ki bu imgesel okuma bireysel ve spekülatif bir yabancılaşma irfanının çok üstünde olup siyasal-toplumsal mesajlar içerir. Kuran’da da geçen Habil-Kabil kıssasını bu mercek altında değerlendirir.
Habil ve Kabil’in adadıkları kurban çeşidinden şunları söyler Şeriati: Kabil tarım düzeninin, tekelci ya da bireysel mülkiyetin temsilcisidir. Habil ise avcılık çağının mülkiyetten önceki ilkel ortaklık döneminin temsilcisidir.[2] Başka bir şekilde Kabil toprağa sahip oluşu, yerleşik düzene geçişi ya da yurt edinmiş olmayı temsil ederken Habil de avcılık ve göçmenliği temsil eder. Toprağa sahip olmanın açgözlülüğüyle ürünlerinden kötü olanın kurban edilmesi ve sonuç olarak da bu kurbanın kabul edilmeme “cezası” Kabil’in, kardeşi olan Habil’i öldürmesi ile sonuçlanır.
Herhangi bir sebeple toprak(ların)tan uzaklaştırılmış göçmenlerin karşısında “topraklı”ların kibirli ve vahşi tutumları Kabilce güdünün kolektif bilinçdışı şeklindeki tezahürüdür. Ama bu kaba bir toprak mülkiyeti savunusu olarak dışa yansımaz. Her zulmünü farklı bir kutsallıkla kibarlaştıran insanlık bu kibirli söylemini de ulus-devlet hâlesi ile dile getirir. Sınırlar ve Ulus-devlet: toprakta yılan misali kıvrılan kibrin şehveti…
Yaşar Kemal’in Çaresiz Yörükleri
Yaşar Kemal’in Binboğalar Efsanesi yörüklerin anlatıldığı bir romandır. Yerleşik bir düzene geçmeyen yörükler “toprak” bağlamında göçmendirler. Aynı dil ve kültüre sahip olmak dâhi bu göçmen olgusunun silik yüzünü anlamaya yetmemektedir. Obanın ileri gelenlerinden Süleyman Kahya ile yerleşik düzene geçen Kör Kemal arasında şu konuşma geçer:
‘‘Süleyman Kahya: ‘Bu hüyük kimin?’ diye sordu.
Kör Kemal: ‘Hiçkimsenin’ dedi. ‘Ya da sizden başka herkesin.’ ’’[3]
Ahlakî ve hakkaniyetli bir cevap olan “hiçkimsenin” ifadesi “sizden başka herkesin” hiddetine döner. Bu hiddetin sebebi de elbette yörüklerin yurt edinmemişliğidir.
Aynı zamanda bu konu, spekülatif malzeme üzerinden sürekli birbirine saldıran Muhafazakar ve Kemalist ekolün de “duruş” anlamında kesişim noktasıdır. Yaşar Kemal yörüklerin yurt edinememekten kaynaklı acılarını hem Osmanlı hem de Cumhuriyet dönemi sızılarını anlatır. Ne kadar da trajikomik bir durum, iki zıt ideolojik kavgayı barıştıran bir olgu oluyor göçmenler.
John Amca’nın Suya Bıraktığı Feryat
Gazap Üzümleri kitabından bir pasaj. Elma sandığının üzerinde ölü doğmuş bir bebek var. John Amca’dan gömülmesi istenir. Ve sandıkla birlikte bebeği götürür. İlginçtir ama bebeği gömmez yani saklamaz. Bir suyun akıntısına bırakır. Tarihin akışında belki de bir vicdana değer temennisiyle. Pasaj şu şekildedir:
‘‘John Amca sandığı göğsüne bastırmış, öylece duruyordu. Sonra eğildi, onu suların üzerine bıraktı, eliyle dengeleyip düzeltti. Öfkeli bir sesle, ‘Git de söyle onlara’ dedi. ‘Yüzüp giderken parçalana parçalana anlat onlara. Ancak öyle konuşabilirsin sen… O zaman anlarlar belki.’’[4]
Acı… Ve o isimsiz bebeğin suda kayıp gelişi Ege kıyılarında insanlığın o ahlaksız ve çirkin yüzüne “Alan Kurdî” olarak çarpar. John Amca’nın suya bıraktığı feryat olan “Git de söyle onlara” yüzyıl geçmiş de olsa halen bir yankı bulamamış demek insanlığın vicdanında.
Steinbeck de ölü doğmuş bebeği elma sandığının üzerine bırakarak aslında alegorik anlamda oldukça acımasız bir mesaj ve miras bırakmıştır. Elma Hristiyan teolojide ilk günahı temsil eder. Bununla birlikte dünyaya düşüşü yani hayatı. Doğması heyecanla beklenen bebeğin ölü doğması ve elma sandığının üstüne konması. Yurt edinemeyen yada topraklarından kovulanların o çaresiz hayatlarının acı betimlemesi değil midir? Kafka’nın Dönüşüm adlı eserinde babanın Gregor Samsa’ya attığı elmalardan birinin Samsa’nın sırtında çürümesi misali bir değerlendirmeye benziyor bu. Göçmenlerin yaşadıkları da Steinbeck’in bu acımasız betimini doğrular nitelikte oldu ne yazık ki.
Hatime
‘‘…solduğum bir büyük
ormandır acılarım
geçmişten ve gürgen…’’[5]
diyor hüzün şairi. Acının dalgaları ve hüznün buğusunda göçmen, şairin bu hisleri ile eder yolculuğunu. Kıyısız da değildir aslında bu yolculuk. Ama kibir salyası ile kıyısızlaştırılmaya çalışılan bu deniz yolculuğu ırkçılık rüzgarı ile de ölüme davet ediliyor adeta.
Göçmenler bir karşı-kimlik olarak görülüp toplumda millî birliktelik duygusu adı altında saldırganlık güdüsünün tetiklenmesi de en hafifinden alçakça bir davranıştır. Ki Sigmund Freud uygarlık krizini değerlendirirken bu saldırganlığın psikanalizini şu şekilde yapar:
‘Saldırganlıklarının dışavurumuna maruz kalacak başka bir topluluk olduğu sürece, çok sayıda insanı birbirine sevgi bağı ile bağlamak mümkündür.’[6]
Bu “sevgi bağı”(!) kimi zaman Kürtlere karşı oluşturulmaya çalışılırken kimi zaman da Göçmenlere karşı meydana getiriliyor. Herkes sevgisini vicdanın aynasında görebilmeyi göze alabilmeli artık.
1 Meryem Sûresi, 23. ayet
2 Ali Şeriati, İslambilim 1, Fecr Yayınları, 63. sy
3 Yaşar Kemal, Binboğalar Efsanesi, Yapı Kredi Yayınları, 84. sy
4 Jonh Steinbeck, Gazap Üzümleri, Sel Yayıncılık, 548. sy
5 Hilmi Yavuz’un Büyü’sün, Yaz! adlı şiirinden.
6 Sigmund Freud, Uygarlığın Huzursuzluğu, Metis Yayınları, 71. sy
*Öne çıkan görsel Cristina Bernazzani’nin “Göçmenin Anıları” isimli tablosudur.