İslamcılık Üzerine: Teori, Pratik, Şura ve Doktrin
Ertuğrul Zengin ideolojiler üzerine yürüttüğü tartışmaya İslamcılık üzerine perspektifini sunduğu bu yazısıyla devam ediyor. Ezilenlerin yanında bir müslümanlık ve İslamcılık anlayışı Emek ve Adalet mücadelesinin önemli bir yapı taşı. Çoğulculuğumuza ve tartışmalarımıza temas eden bu yazıyı ilginize sunuyoruz.
ERTUĞRUL ZENGİN
“İslamcılık nedir?” dendiği zaman İslamcılık bir fikir bütünüdür ya da bütüne yakınsayan fikirlerdir. Bu anlamda fikirlerin bütünü tamamıyla kapsaması mümkün değildir, mümkün olsa orada artık aşılamaz bir dogmatizm ortaya çıkar.
Şimdi, İslamcılığın bugünlerde ortaya çıkan en büyük problemi zannedildiği gibi pratiğinde yaşanan aksamalar değildir. İslamcılığın bugünlerdeki en büyük problemi yeterince teorize edilmiş olmamasıdır. Teorik bir düşüncenin konusu edinilmemiş olmasıdır. O halde İslamcılık ile ilgili yapılması gereken ilk şey teorizasyon denemesidir. İslamcılığın teorisi hemen bir anda tüketilemez ancak bu durum teorizasyonun hemen bir anda başlaması gerektiği gerçeğini örtmemelidir.
Bu yazıyı İslamcılığı teorize etme girişimi olarak okuyabilirsiniz. Bu teorizasyon çabası A ya da B şahsının uhdesinde olmamakla beraber A ya da B şahsı kendisini İslamcı olarak tanımlıyorsa ve kendi yeterliliğine güveniyorsa İslamcılık ile ilgili sistemli bir şekilde konuşmaya başlamalıdır.
Bu başlangıç noktasında İslamcılığın ne olduğu sorusunu anlam ve metot olmak üzere iki veçhede cevaplayabilirim. Bu minvalde İslamcılığın sadece anlamla ilgili değil anlama bitişik metotla ilgili bir özü de vardır ve bu öz bünyeden koparılamaz. İslamcılığın anlama ilişkin özü açıktır, girift formülasyonların ötesinde yeryüzüne Allah adına şahitlik etmektir. Şahitlik mutlak şekilde belki gerçekleşemez ancak şahitlik yolunda olunmalıdır. Şahitlik bir çekirdektir, bu çekirdek tomurcuklandığında iki unsur ortaya çıkar; iki temel prensip: tevhid ve tağutla mücadeledir. Tevhid, Allah’tan başka birisine kulluk etmemektir. Tağutla mücadele ise hayatı Allah’tan başkasına özgülememektir. Tevhidi öz, tağutla mücadele pratiğinde kendisini dışarı verir. Bu bakımdan İslamcılığın çok bireysel bir tarafı vardır, toplum ve siyasetten önce insanın kendi kendisine çeki düzen vermesiyle ilgilidir; bu iman bağının zorunlu sonucudur. Ancak bireyin kendisini düzeltmesinin hemen ardından gerekli ve zorunlu bir ufuk olarak siyaset alanı önüne açılır. Tabi, ne bu düzeltme bir anda olabilir ne de siyaset çok sonraları ortaya çıkacak bir mücadele alanıdır. Kuramsal olarak böyle bir ardıllık-sonralık ilişkisinden bahsedebiliriz ancak pratik çok daha fazla imkan barındırır. Müslümanın ayağı sürçer ve kendisini toparlar, aynı anda siyasal varlığını da açığa çıkarır, bundan geri kalmaz. Bir anda mükemmelleşme, kemalat olmaz, belki hiçbir zaman tam olarak olmaz ancak mükemmellik bir ufuk olarak korunur. Mükemmellik bireysel ve siyasal varoluşun mutlak mütekabiliyetidir. İnsanın içinin ve dışınını özdeşleştiği mükemmel anda politik-ontolojik varoluş gerçekleştirilmiştir.
Neden İslamcı diyorum, Müslüman demekle yetinmiyorum. Müslüman kelime-i tevhid çerçevesinde iman etmiş kişidir; İslamcı ise imanını cehde, mücahedeye döndüren kişidir. İslamcılıkta itikadın zorunlu sonucu olarak pratik vardır bu pratik içsel ve dışsal olarak ortaya çıkmalıdır. İçsel pratikler ibadetlerse dışsal pratikler siyasal varoluşa dair dışarıda oluşturulan pratiklerdir.
İtikatla dışsal pratikler arasındaki boşluğu dolduran doktrindir. Mücahedenin nasıl ve ne amaçla yürütüleceği sorularının cevabı doktrinde bulunur. Doktrin bugün imanın nasıl cehde dönüştürüleceği sorusuyla ilgilenir. Bu bakımdan doktrin yapılandırılmış güncel metottur. İslamcı doktrin İslam’dan çıkar ama İslam’la eşitlenmez. İslam’dan kaynaklı farklı şartlara ve güncelliklere ait çok farklı doktrinler-yapılandırılmış pratikler ortaya çıkabilir. Doktrinin çeşitliliği ve çoğulluğu onun aciliyetini azaltmaz. Doktrin hemen şimdi gereklidir, doktrin olmadan İslam’ın bu dünyevi şartlarda nerelere nasıl uygulayacağınızı kestiremezsiniz. Bu bakımdan entelektüel bir Müslümanın ilk ve en önemli görevi İslam’ın pratiğinin güncel şartlarda hangi metotlarla ortaya koyulacağı ile ilgilenmektir.
İslamcı doktrini ortaya koyacak ve bu doktrine uygun pratiklerin ortaya çıkışını gözlemleyecek heyetin adı “şûra”dır. İslamcılıkta şûra biri geniş, diğeri dar anlamda iki şekilde anlaşılabilir. Geniş anlamda şûra, genel kamuoyuyla örtüşür; bir Müslüman kendi dinine uygun bir pratiğin hayata geçmesinden söz ediyorsa, sözünü kamusal olarak yayıyorsa o geniş şûranın bir parçasıdır. Bir başka Müslüman ona cevap verdiği zaman ya da cevap vermese bile sözünü işitip kendi iç dünyasında bu sözü değerlendirdiğinde, kendine tamamen ya da kısmen mal ettiğinde bu şura aktivitesi gerçekleşmiş olur. Ancak şûranın bir de dar anlamı vardır. Müslümanlar sadece geniş şûrayla iktifa etmemelidir ancak geniş şûranın önemi de dar şuranın varlığıyla kapatılamaz. Dar şûra Müslümanların yapılandırılmış, dizayn edilmiş birlikteliğidir ve İslamcılığın alameti farikasıdır. İslamcılık şûra oluşturma kabiliyeti ve kapasitesi ile ölçülür. Müslümanlar bir toplumda şûra oluşturabildikleri ölçüde vardırlar. O halde İslamcılık açısından birinci eylem şûra oluşturma eylemidir.
Şûra neden oluşturulacak? Şûranın oluşturulmasının Müslümanlığın özüyle, yeryüzünde Allah adına şahitlikte bulunmakla doğrudan ilgisi var. Şahitlik demek dengelerin gözetilmesi demektir. Müslüman dengeleri hak muvazenesi içerisinde gözetir. Dengelerin gözetilmesinin çok çeşitli açılımları olabilir. Burada hepsini ele alacak durumumuz yok. Ama özü itibariyle dengeleri gözetmek beden-akıl ve ruh arasındaki dengeleri gözetmektir.
Şunu kabul edelim İslamcılık siyaseti ruhçuluk yönü-vektörü sebebiyle diğer dünyevi ideolojilerden örneğin Marksizm veya liberalizmden ayrılır.
Ruh siyaseti salt ruhçuluk değildir; ruhu kurtaralım beden esaret altında olursa olsun değil. Şunu da yeri gelmişken ifade edelim, insanlık bedensel olarak baskı altında olduğu çoğu zaman hayatta kalmak için salt ruhçuluğa sığınmaya gerek duymuştur ancak bunu arızi bir durum olarak bedeni işgal altından kurtarmak için ruhu mevzi tutmak olarak algılamalıyız. Ruhun özelliği potansiyel olarak tutsak edilemezliğidir. Şu söylenebilir; aktif olarak mevcut hayat şartlarında insanların ruhları da esir alınmıştır. Ancak bu esaret bedenin esareti gibi mutlak fiziki bir esaret değildir. İnsan kendi ruhunu esaret altından kurtarma yetkinliğine her an potansiyel olarak sahiptir. Neticede beden mutlak olarak esaret altına alınabilir, akıl sınırlanabilir, çerçevelenebilir ama ruh sonsuzdur, sonsuzluğu içinde özgürlüğe kapı açar. Ama dediğimiz gibi sadece kapı açar, yoksa özgürlük beden ve aklın özgürlüğüyle beraber ruhun özgürlüğüdür. Eğer ruhun özgürlüğü özgürlüğün tamamıdır denirse bu düpedüz politik olarak muhafazakar bir spiritüalizm demektir. Potansiyel olarak özgür olan ruh, beden ve aklı behemehal özgürleştirmelidir. Özgürleştirmenin yollarını aramadır. Ancak şunu da ifade edelim tarihte bazen öyle durumlar ortaya çıkabilir ki beden ve akıl görece özgürleşmiş olabilir ama ruh esaret altına alınmıştır. Antik Yunan’da sofistlerin dönemi mesela buna örnek olarak verilebilir. Muazzam bir akıl etme, argüman geliştirme ve bedeni kapasitelerin özgürleştirilmesi söz konusudur ancak her tür ruhsal arayış aklın göreceliliğine kurban verilir. Bu durumda sadece beden sadece akıl ve sadece ruh özgürleşmesinin emri altına verilen beden-akıl ve ruhla muvazene kurulamaz.
İslamcılık beden, akıl ve ruh arasındaki bir muvazeneye dayanır ve bu muvazenenin nasıl kurulacağı şûra tarafından sürekli doktrinleştirme, teori ile pratik arasındaki ilişkiyi metot dahilinde kurma yoluyla belirlenir. Tağutla mücadele ruhun mücadelesi olarak ortaya çıkabilir, aklın ve bedenin mücadelesi olarak da ortaya çıkabilir. Müslümanları ibadete teşvik etmenin Müslümanların ruhsal olgunlaşmalarına katkı vermesi açısından İslamcı bir tarafı vardır, post modernizmin mutlak olan her şeyi görecelileştirmesine karşı hakikat iddiasında bulunmanın da İslamcı bir yönü vardır, bedenlerin küresel kapitalizm tarafından bir üretim-tüketim ilişkileri içerisinde ezilmesine karşı mücadele etmenin de İslamcı bir içeriği vardır. Bu içerikler-yönler birbirinden ayrılamaz, ayrılmamalıdır.
İslamcılık kendisi bir doktrin sahibi olması bakımından ideolojidir ve diğer başka bir ideolojiye indirgenemez ya da başka bir ideolojiyle meczedilemez. İslamcı sosyalizm diye bir ideolojik pozisyon mantıken mümkün değildir (aslında sosyalizmin bir ideolojik pozisyon olması tartışmalıdır buna birazdan geleceğim). Ancak şu olabilir; şûra, sosyalizmi bir beden-akıl siyaseti olarak mevcut şartlara bir çare olarak önerebilir. Ancak bu bir dogma-değiştirilemez bir politik pozisyon olarak kabul edilemez. Aynı şekilde şûra sosyalizmi-sosyalist üretim tarzını ortaya çıkan bir yozlaşma ya da otoriterleşme sonucunda iptal de edebilir. Sosyalizm bu manada İslamcılığın kullanabileceği araçlardan biridir. Kullanmak zorunda değildir ancak gerekirse kullanmaktan imtina da etmez.
Sosyalizmle Marksizm’i birbirinden ayırmak gerekir. Sosyalizm bir politik ontoloji değildir bir yöntemdir, ilkel kabilelerin de sosyalizan bir şekilde örgütlendiğini ortak mülkiyete, ortak üretim ve tüketime dayalı bir toplum modeline dayandığını biliyoruz. Marksizm ise bir politik ontolojidir ve katıksız bir ideolojidir. Her ideoloji gibi bir ütopyaya dayanır. Marksizm’de ideoloji ile ütopyayı birbirinden ayırt edemezsiniz. Marksist ütopya bize devletin ortadan kaldırıldığı komünist toplumda insanın kurtuluşa-selamete ereceğini söyler. Aslında Marksizm’de de İslamcılığa benzer bir beden-akıl-ruh insicamının kurtuluşu getireceği iddiası vardır. Ancak bu iddia bedensel eşitliği belirleyici kriter olarak koyması bakımından İslamcılıktan ayrılır. İslamcılık bedensel eşitliği kurtuluşun kriteri olarak koymaz. Yani komünist topluma ve ortak mülkiyete kavuştuğumuzda insan kurtuluşa erer demez. Peki İslamcılık ne der, kurtuluşu nerede görür, ya da daha temel bir soru İslamcılık kurtuluşçu bir ideoloji midir? Bu başlı başına bir konu. İslamcılık da Marksizm gibi kurtuluşçu-selametçi bir ideolojidir. Zaten kurtuluşçu olmayan bir ideoloji ancak muhafazakarlığın çöplüğüne dökülür. Ancak İslamcılık Marksizm’den farklı olarak kurtuluşu insanı ilahi olana, Allah’ın iradesine yakınlaştırmada bulur. Bu Marksizmdeki gibi finalist bir ütopya ya da kurtuluşçuluk değildir. Yani komünist devrimi yaptık ve kurtulduk gibi bir vizyonu yoktur. Ancak İslamcılık yine de gelecek vizyoncudur. Vizyonunu beden-akıl ve ruh dengesi içerisindeki özgürleşmede bulur. İslam devleti kuruldu ve İslamcılık nihai amacına ulaştı denemez. Belki de İslam devleti kurulduğunda İslamcılık kendi amacından en uzak noktaya düşmüş bile olabilir. Ancak bu İslamcılığın bir devlet meselesi olmadığı anlamına da gelmez. Elbette bir devlet meselesi vardır ancak yukarıda ifade ettiğimiz gibi bu birkaç cümleyle formüle edilecek bir yaklaşıma indirgenemez. İslamcı şûra, şartlar gereği doktrinini bir devlet anlayışını da içine katarak geliştirmelidir. Bu bakımdan İslamcılığın devlet anlayışı 10 yıl önce farklı olduğu gibi 10 yıl sonra daha farklı olabilir. Bu bakımdan İslam devletini kurduk ve kurtulduk anlayışı İslamcı bir anlayış değildir.
İslamcı sosyalizmin ancak şûranın belirlediği bir araç olarak sosyalizmin değerlendirildiği bir durumda mümkün olabileceğini fakat kalıcı bir politik ontoloji olarak ortaya çıkamayacağından bahsettim. Peki, bir Müslüman sosyalizm, ya da Müslüman sosyalist olabilir mi? Olabilir, ancak bu ontolojiden yoksun bir politiklik olarak tezahür eder. Müslüman sosyalist, itikadının İslam olduğunu ancak politik tercih olarak sosyalizmi benimsediğini söyler ikisi arasında bir bağ kurması prensip olarak gerekmez. İkisi arasında bir bağ kurmaya kalkarsa İslam itikadının politik tezahürünün sosyalizm olduğunu iddia etmesi gerekir bu da bizi İslamcı sosyalistin geldiği noktaya getirir. İslamcının kendini sosyalizm tecrübesiyle bağlamasının anlamsızlığına tekrar gündeme gelir.
O halde sorulara devam edelim İslamcı Marksist diye bir kategori mümkün müdür? Hayır, İslamcı Marksizm bir oksimorondur, bu liberal Marksizm ya da Marksist Faşizm demek gibi bir şeydir. İki politik ontoloji aynı kavramsallaştırma altına girmez. Şimdi gelelim Müslüman Marksist mümkün müdür sorusuna. Evet bu mümkündür bir Müslüman aynı zamanda Marksist olabilir. Ancak bu şu demektir ben itikat olarak Müslümanım ancak politik ontolojimi Marksist öğreti üzerinden kuruyorum. Ancak buradaki zorluk İslam’ın ontolojisinin Marksizm’in ontolojisiyle sürekli çelişme halinde olmasıdır. Bir Müslüman insanlığın proleterya devrimi yoluyla selamete erebileceğini düşünüyorsa beden merkezli eşitliği politik varoluşunun merkezine koymak durumundadır. İslam’ın ontolojisinden böyle bir politik sonucu çıkarmak aşırı bir zorlama değilse çok ciddi bir daralmaya işaret eder. İslam’ın ruhçu özünün Marksizm’in bedenci özüyle telifi gibi bir zorluk olarak çıkar. Burada zevahiri kurtarmak için yapılacak tek şey İslam’ı soyut bir ahlak felsefesine indirgemektir. İslam bir inanç ve asgari bir ahlaktır gerisi bütün bir dışsallık politik-toplumsal alan Marksizm’e teslim edilmelidir gibi bir sonuç ortaya çıkar.
İslamcılığa tarihsel olarak baktığımızda İslamcılığın tarihi İslam toplumlarının tarihiyle örtüşür. Hz. Muhammed döneminde İslamcı ütopya gerçekleştirilmiştir. İslamcı ütopya İslam toplumunun fertlerinin dengeli beden-akıl ve ruh bileşkesine sahip olmasıdır. Hz. Ali’nin ölümünden sonra İslamcı ütopya dağıldı, Emevi İmparatorluğu’yla beraber akılcılaştırılmış-pratik akla saplanmış ulemanın öncülüğünde otoriter beden siyasetleri gündeme geldi. Ancak bir süre sonra özellikle tasavvufi hareketler içerisinden yeni bir ruhçu dalga geldiğini görüyoruz. 13. yüzyıl Anadolu’sunda bu ruhçuluğun fıkıhçı ekolleri geride bırakırcasına gaza hareketiyle yani yeni bir beden siyasetiyle birleşmesiyle bir İslami dirilişin ortaya çıktığını söyleyebiliriz. Ancak bu hiçbir zaman Hz. Muhammed ve Dört Halife Devri’ndeki mükemmeliğe (buradaki mükemmelliği dünya şartları içerisinde mümkün olduğunca mükemmelik olarak okumak lazım) ulaşamadı. Fatih Sultan Mehmet bu ruhçu-bedenci kalkışmaya devlet otoritesini katarak bir akıl boyutu açmaya çalıştı ancak burada yine devletle birleşmiş araçsal akıl probleminin ortaya çıkması beklenirdi nitekim ortaya çıktı. Kanuni Devri ondan sonraki arayışlar mesela Kadızadeliler-Sivasiler kavgası vesaire hep bu minvalde okunabilir.
Modern dönemde yeni imkanlar ortaya çıkmıştır. Bir doktrin olarak İslamcılığın ortaya çıkışı 19. yüzyılın sonlarına denk düşer. Buradaki imkan şudur: ilk defa, ulemadan bir grup sorumluluk alarak modern şartlarla İslam itikadı arasındaki ilişkiyi yeniden düzenlemek istedi. Bu yeni teorizasyon çabası ne olursa olsun reaksiyonerliğine hatta yer yer modernistliğine rağmen büyük bir atılımdır. Bu minvalde önemli açılımlar yapıldı. Urvetül Vuska gibi ya da Türkiye’de Sebilürreşad gibi şûranın merkezi olacak, şûrayı taşıyacak kurumsallaşmaları görüyoruz. Ancak bu kurumsallaşmalar gerek İslam dünyasının maruz kaldığı kolonizasyon süreçleri ve gerekse bu süreçlere alelacele verilmiş bir cevap olarak sekülerizasyonla beraber büyük irtifa kaybetti. İslamcılığın geri gelmesi farklı bir formda İkinci Dünya Savaşı sonrası dekolonizasyon süreciyle beraber olmuştur. Ancak bu sefer de İslam Devlet arayışı içerisinde alelacele, beden-akıl-ruh dengesine oturtulmamış politik arayışlar görüyoruz. Bu arayışların vardığı en somut-pozitif açılım İran Devrimi ile oldu ama devrim, daha yüksek bir varoluşun ancak bir aşaması olabilirdi. Fakat politik şartlar, devrimin kendi bünyesindeki gelişmeler maalesef politik ontolojinin olgunlaşmasını engelledi.
1980’leri, 90’ları, 2000 sonrasını ayrı ayrı değerlendirmek lazım. Başka bir vesileyle bu dönemleri değerlendiririz ancak İslamcılık açısından hiçbir ümidin hiçbir gerekçeyle, falanca parti ya da örgüt dolayımıyla ortadan kalkmadığını düşünüyorum. Yeter ki teori ile pratik arasındaki ilişkiyi tekrar tekrar kuracak şûra tesis edilebilsin. Doktrinleştirmeye devam edilsin. Her doğru ontoloji mutlaka kendi politikasını, bu elbette zaman alabilir, inşa edecektir. Yeter ki teorik cephe -bu bağlamda İslamcılık- terk edilmesin.