İşin “sokak” boyutu…
Emek ve Adalet Platformu olarak Gezi olayları karşısında, kurulan ikiliklerin dışında bir bakış açısının peşindeyiz. Bu yüzden toplu fotoğraflardan çok ayrıntılara odaklanan bakışlara büyük ihtiyaç olduğunu düşünüyoruz. Karşılıklı anlayışsızlık ve mağduriyet/nefret temelli birikimi büyütmekten çok, bu “iki” heterojen bloğun içindeki –bir kişilik bile olsa– farklılıklara dikkat kesilmeye ihtiyacımız var. Gezi olayları ele alınırken yeterince dikkat edilmeyen bir kesim, bu açıdan çok önemli: Gezi olayları öncesinde apolitik, dolayısıyla –bütün dezavantajları ve avantajlarıyla birlikte– bir tür siyasi tecrübesizliği bünyesinde barındıran, halen “örgüt”süz, şiddete meyilli olmayan, şiddete başvurmak için sabırsızlananları akl-ı selime, itidale davet eden, “din düşmanı” olarak nitelenemeyecek bir kesim bu. Park forumu zabıtlarında gördüğümüz bazı önemli tespitler de (örneğin “Başörtülü bireylerin yaşadıklarına duyarsız kalmış olmaktan dolayı pişmanız” -18 Haziran 2013, Göztepe forumu) bu itidalli profile ait olsa gerek. Bu profili önemsiyor, Gezi olayları üzerine düşünen herkesi de önemsemeye, muhatap almaya davet ediyoruz.
(Metnin bütününü kullanmak koşulu ile yazarının onayı alınarak yayımlanan aşağıdaki metin, 13 Haziran 2013’te konulduğu sosyal paylaşım sitesinden alıntıdır.)
ANIL ONUR
anil.onur@gmail.com
İşin “sokak” boyutu ile ilgili gözlemlerimi aktarmak, birkaç laf etmek isterim.Bugün (13 Haziran 2013, Perşembe) Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Gezi Parkı ile ilgili olarak “Orada illegal örgütlerin uzantıları da var.” açıklamasında bulundu. Haklı.
Taksim’deki protestoların can alıcı noktasını temel hak ve özgürlükler meselesi olarak görüyorum. Bu meseleyi iş edinerek 31 Mayıs 2013, Cuma gününden beri İstanbul’da olduğum her gece Taksim’e gidip, protestolara katılıyorum. Barışçı kalabalıktan güç alan bu direnişe, Türkiye’de yaşayan herkes için temel hak ve özgürlükler alanında elde edilecek kazanımların hayali ve umuduyla destek veriyorum.
Hükümetin, gerçekçi olalım, Başbakan’ın, ağzına bakan devlet yetkililerinin / güçlerinin bu süreçte masum insanlara nasıl davrandığına birinci elden şahit oldum, bizzat tecrübe ettim. Yaşanılanların detayına inerek durumu dramatize etmeyeceğim. Özetle, uygulanan orantısız güç insanları zor durumda bıraktı, hastanelik etti, ölümlerine sebep oldu. Hiçbir şiddet eyleminde bulunmamış insanlar, kabullenilmesi mümkün olmayan muamelelere maruz kaldılar. Bu yaşanılanlara engel olamayan yetkililerin hala koltuklarında oturabilmelerini vicdan, gurur ve haysiyet sahibi bir insan olarak aklım almıyor.
Diğer yandan;
Taksim’deki konjonktürü kendi çıkarlarına kullanan topluluklar (devlet yetkililerinin deyişiyle “bazı marjinal gruplar”) Gezi Parkı’nda mevcut. Tepkilerden çekinen güvenlik güçleri Gezi Parkı’na eskisi kadar rahat müdahale edemedikleri için, bu topluluklar çoğunlukla Gezi Parkı ile Taksim Meydanı arasında konuşlanmış oluyorlar. Bu sayede, polis bir müdaheleye niyetlendiğinde Gezi Parkı’ndaki kalabalığın içerisine kolayca karışarak polisten kaçabiliyorlar. Bazılarının amacı, Gezi Parkı’ndaki barışçı kalabalığın dokunumazlığından (lafın gelişi!) faydalanarak, normal şartlar altında teşebbüs edemeyecekleri ve/veya teşebbüs etmeleri halinde müdaheleye maruz kalacakları eylemleri gerçekleştirmek; benim değerlendirmeme göre Gezi Parkı’ndaki hassas dengeleri istismar etmek.
Dün akşam (12 Haziran 2013, Çarşamba) Gezi Parkı’nda beraber olduğum arkadaş grubu ile -onlardanmışız gibi gözükmek istemediğimiz için- bu topluluklardan birkaçının yanında durmamak için özel çaba sarfetmek zorunda kaldık. Bu isteksizliğimizin sebebi orada savundukları / propagandasını yaptıkları ideolojilere / fikirlere / kişilere mutlaka karşı olmamız / benimsememiz değil, o sırada Taksim’de bulunuş nedenimizin o amaca hizmet etmek olmaması idi. Gezi Parkı ile Taksim Meydanı arasında bulundukları alanı işgal etmişlerdi ve biz ya onlardan olacaktık, ya da onların bulunduğu alana girmeyecektik. Bu dolaylı dayatmanın benim gözümde devlet yetkililerinin “buraya giremezsin” yaklaşımından hiçbir farkı yok.
Aynı zamanda, bu toplulukların bazılarının icraatları birçok insanın hassasiyetini hiçe sayan, orada temel hak ve özgürlüklerini savunmak için toplanmış insanların sahip olduğu “Gezi Parkı ruhu”na ve şu ana kadar sergiledikleri olgun tavırlara aykırı nitelikteler. Hatta biraz ileri gideyim; bunların bazıları belki de oradaki insanların kendi içinde kavgaya tutuşmasına sebep olabilecek türden icraatlar. Örneklemek gerekirse; sapan ile polislere taş parçaları fırlatan bir kişi ve yanında partilerinin bayraklarını taşıyan arkadaşları ile bir tartışmam oldu. Gizlendiği yerden sapanla attıkları taşlar sayesinde polisin ilerlemesini durduklarına inanan bu 4-5 kişilik topluluğa, durumu yanlış değerlendirdiklerini ve eğer polisin ilerlemesini durduran bir şey var ise bunun attıkları taşlar değil, arkalarında şiddete başvurmadan sivil bir direniş sergileyen binlerce insan olduğunu anlatmaya çalıştım. İkna edemedim. Önce hangi partiden olduğumu, ardından da sivil polis olup olmadığımı sordular. En sonunda işlerine karışmamam yönünde tehditte bulunup, bildiklerini okumaya devam ettiler.
Kafamın bulanıklığı, yukarıda yazdıklarımı net bir sonuca bağlayabilememi engelliyor. Emin olduğum bir şey var; “Gezi Parkı” vs “Hükümet & Devlet” kutuplaşmasında hiçbir taraf tamamen beyaz veya siyah değil. Bu kadar basite indirgenen sınıflandırmalar, polise sapan ile taş atan kendini bilmezler ile 14 gün boyunca attığı sloganlarda ağzına küfür dahi almamış insanları, “insanlar artık bizden nefret ediyor yahu” diye üzüntüyle arkadaşına dert yanan polis ile biber gazı yemekten ve dayaktan bayılmış şekilde yerde yatan adamın kafasına sopa ile vuran ruh sağlığı bozuk sivil polisi aynı kefeye koyuyor. Bu sınıflandırmalar yanlış. Dolayısıyla, bu sınıflandırmalar üzerine inşa edilen kutuplaşmalar da çözüm hedefi için sonuçsuz kalmaya mahkum. Protestocular “Siz bizi yok yere dövdünüz!” derken, polis de “Siz de bize molotof kokteyli attınız!” dediğinde, her iki tarafta doğru söylemiş ve fakat çözüm imkansız hale gelmiş oluyor. İşi kimin kaç tane gösteriyici hastanelik ettiği veya kaç tane cam kırdığı üzerinden rakamsal bir yarışa çevirmek ancak kitleleri gaza getirmek isteyenlerin ekmeğine yağ sürüyor.
İçinde bulunduğumuz durumdaki gri alanların çokluğu “doğru” ve “adil” olanı değerlendirmeyi herkes için zorlaştırıyor. Makul gördüğüm ve beklentim, bu gibi zor bir süreçte elinde devlet gücünü ve organizasyon kabiliyetini bulunduran hükümetin öncelikli olarak yapıcı adımlar atmasıdır. Devlet yetkililerinin vereceği bir talimat ile polisin aşırı güç ve kitleleri tahrik eden biber gazını bol keseden kullanımının önüne geçilmesini beklemek, bana protestocuların -bıçaklanma riskine rağmen- polise taş atan kişileri zorla engellemelerini beklemekten daha makul geliyor.
Bu yazdıklarım bağlamında ve işin sokak dışındaki mecralarında sergilediği yapıcılıktan uzak yaklaşımları sebebiyle, ben olayların geldiği tatsız noktanın öncelikli sorumlusu olarak hükümeti görüyorum. Gezi Parkı olayları ile başlayan ve tüm Türkiye’de yankı bulan bu sürecin çözümü için hükümet geri adım atmalı ve halk ile inatlaşmayı bırakmalıdır. Sesini yükselten kesimlere pazarlık usulü adım adım taviz vermeyi değil; onları samimiyetle dinlemeyi, anlamayı ve beklentilerini ciddiyet ile dikkate almayı tercih etmelidir.
1 Response
[…] İşin “sokak” boyutu… – Gezi’ye dair bir yorum […]