İnsanın Kendi Varlığıyla Var Olma Çabası Üzerine…
MEHMET CAN ÇAĞLAYAN
İnsan doğmadan adı konulur. Çıplak değildir; etnisite, cinsiyet, din, doğduğu coğrafya, bulunduğu toplum… Büyür; toplumsal statüler, her zamana ve mekâna uygun(suz) roller, aidiyetler, sahip oldukları, mahkum oldukları ve maruz kaldıkları… İktidarların, direnişlerin, benzerliklerin, karşıtlıkların, tepkilerin dünyasına, cayır cayır kimlik kavgalarının olduğu bir coğrafyaya doğar.
Kürt, Türk, Arap, anne-baba-evlat yahut bir işle meşgul olmak varlığımızı karşılar mı? İnsanlar dini inançlarını, ideolojilerini ve etnik kimliklerini mülk edinir gibi sahipleniyor ve dolayısıyla daha çok ne/kim olduğuyla değil, neye sahip olduğuyla ilgileniyor. (Müslüman/Hristiyan/Yahudi doğmanın/olmanın şükrü içinde olmak, sosyalist/milliyetçi/dindar bir aileye sahip olmak, atalarının “kahramanlık”ları ile gururlanmak vs.)
Kimlik ve aidiyetler bir insanın varlığına dair yeteri kadar alamet göstermez. Kendi öz varlığı olmadan yığınlar arasında hacim sahibi olabilir ancak varlık sahasında bir kütlesi olmaz.İnsanlığın, doğanın, kainatın kısacası varlık aleminin bir parçası olmaktan ziyade kimlikler, toplumsal statü ve rollerle çerçevelenmiş ‘bir şeyler’ olmaktan öteye gidemeyiz.
Doğumdan ölüme kadar bütün çıplaklığını örten kimlik ve aidiyetler büyük bir değerler manzumesi yaratarak insanların yaşam paradigmasına yön verir. Ve çoğu zaman insan ne olduğunun farkına varmadan hayatı son bulur. Ancak insan bunlardan fazlasıdır. İnsan tek başına öz varlığıyla nedir, necidir, varlığı neye tekabül eder? Bu sorularla gerçekten muhatap olacak kadar biz var olabiliyor muyuz?
İbrahim güneşe, aya, yıldızlara bakarak kainatla bir bağ kurmuş ve imanını seçmekteki iradesini ortaya koymuştu. İbrahim gibi çıplak değiliz. Kendi rabbini seçme özgürlüğünü kendi öz bilinciyle kazanıp, diğer ilahları, putları reddeden İbrahim, üzerine giydirilen örtüleri atmıştı! İbrahim üzerine giydirilen bütün üniformaları çıkardı ve varlık aleminde bütün çıplaklığıyla kalbini ve aklını kendi varlık sahasını görmeye ayırdı. Güneşe, aya, yıldıza baktı Rabbini bildi, tanıdı.
İnsan kimliklerden ve aidiyetlerden bir karmaşa… Birçok karışık olgunun ortasında kalan, iradesi bazen sert biçimde kırılan ve bu yüzden edilgenleşebilen bir varlık.
Hay Bin Yakzan 49 yaşına kadar doğa ve kainatla ilgili keşif macerasına son vermiş ve artık fiziksel dünya dışında kalan varlığı düşünmeye başlamıştı. Kendi benliği dahil. Absal ile tanıştıktan sonra ise sınırları çizilmiş ritüellerle dolu öğretilerle karşılaştı. Kendini, doğayı, eşyayı, yaratanı anlamlandırma ve ona inanma konusunda çok şey öğrense de çerçevesi katı olan bu kurallar bütünü onu bir hayli şaşırtmıştı. Hay, insan topluluğuyla karşılaştıktan sonra çerçevesi katı olan bir ahlak manzumesiyle karşılaşırken de zorlanmıştı.
İnsan iradesinin örselendiği bir coğrafyada hangi Tanrı’ya kul olunabilir ya da dayatılmış hangi Tanrı’yı reddedebiliriz? Sadık olmaya zorlandığımız Tanrıların cenneti dayatılırken; cehenneme girme irade ve istencimiz yok sayılıyor.
“Özgür olmayan insan nedir?
Söyle bana, Mariana…
Söyle seni nasıl sevebilirim
Özgür olmazsam.
Sana kalbimi nasıl açabilirim
Bu yürek benim değilse…” [1]
İnsanın var olma çabası, kendi aklıyla ve yüreğiyle doğa, eşya, çevre, tarih, Rabbi ve kendisiyle ilişki kurma serüveniyle bağlantılı. Ancak bu süreçleri zorlaştıran bazı hususlara dikkat çekmek gerekir:
Fiziksel veya zihinsel engeli bulunanlar
Bazıları için özgür iradenin sınırlarını biraz daha daraltmak gerekecektir. Zihinsel engeli olanlar için çok büyük oranda edilgen bir davranış söz konusu iken fiziksel engelliler için de verdiği karara ulaşma konusunda her zaman engelle karşılaştığı için bazen en basit bir karar süreci bile ciddi anlamda kriz sebebi olabiliyor. Ayrıca kronik rahatsızlıkları olanlar veya zaman zaman hasta olan insanların da karar alma süreçleri sürekli kesintiye uğrayabiliyor.
Fiziksel ve zihinsel engeller dışında basit sayılayacak kadar ağır psikolojik engellerin varlığını da görmek gerek. Artık baskıya maruz kalmasa bile dününden taşıdığı büyük travmaları (savaş, göç, tecavüz, vücut bütünlüğünün bozulması vs.) atlatamadığı için kendi iradesini kullanmakta zorlanan geniş bir kitle var. Dünya ve toplum hafızasını resetleyemeyeceğimize ya da yaşam sahnesinde bir kopuş yaşayamayacağımıza göre bunun da ağır bir engel olarak karşımıza çıktığını görmek gerek. Dolayısıyla henüz imtihan edilmediklerimizin konforuyla yaşıyoruz.
Modern Zamanlar ve Sonrası
İnsan aleme bakarak kendine ayna tutmak isterken metropol hayatında tükettiği bir meta haline gelen yiyecek ve giyecek gibi unsurlar insanın doğa ve eşyayla olan ilişkisini kesintiye uğratıyor. İnsanın bir vidayı sıkmayı da geride bırakıp sadece tıklayarak; üretim ve tüketim süreçlerinden farkında olmadan uzaklaştırılması; bununla beraber insanın üretirken kendini gerçekleştirebilmesi, kendi varlığını hissedebilmesi de giderek daha zor bir hal alıyor.
Modern zaman ve sonrasında giderek daha çok sanallaşan dünya gerçeklikle olan ilişkimizi de etkiliyor. Toprağa dokunmak, ağaca yaslamak, doğayı seyretmek, insanlarla anı yaşamak, yerine fotoğraf/video çekmeye odaklanıyorsak gerçeklikle problemimiz vardır. Bu durum sahici işler yapmanın imkânını yani bir bütün hâlinde var olma gerçekliğini kaybettiriyor! Zira insan kendini gerçek bir şeyle meşgul edemiyorsa yine varlık sahasından ve gerçeklikten uzaklaşıyor demektir.
Özgürlük alanımızı genişletmek ve yaşam alanlarımızda daha özgün ve özerk olabilmek can ve beden bütünlüğümüzü korumak önemli. Ancak yaşam paradigmasında gördüğümüz yanlışlar arasında kendi özgürlüğümüzle kendimizi inşa etmek de kolay değil.
“Şimdi tekrar ne yapsam dedirtme bana yarabbi
taşınacak suyu göster, kırılacak odunu
kaldı bu silinmez yaşamak suçu üzerimde
bileyim hangi suyun sakasıyım ya Rabbelalemin
tütmesi gereken ocak nerde?”[2]
Ne Yapmalı? sorusu beylik bir sorudur. Ancakinsan bütün engellereve maruzkalmalarına rağmenbunları aşabilen de bir varlık. Özgür irademi, kendim olmayı koruma çabamda haddim olmadan ortaya çıkan formülasyonu şöyle özetlemem mümkün:
Coğrafyaya teslim olmadan adapte olabilmek…
Zamana çakılı kalmadan bazen gelecek bazen geçmiş ama çoğu zaman bugün olabilmek…
Topluma maruz kalmadan, bazen topluma rağmen, toplumun bir parçası olmak ama çoğu zaman ise ayrık ve seyir halinde olmak…
Zamanın sanal dayatmalarına rağmen gerçeklik algısını kaybetmeden; dokunabilmek, duyabilmek, görebilmek bütün duyularımızla gerçeği hissedebilmek…
Yediğimiz elmanın nasıl öğütüleceğine karar veremeyecek kadar aciz olduğumuzu da bilerek özgürlüğümüzü ve irademizin farkına varabilmek…
Her şeyden önce bütün maruz kaldıklarımıza rağmen
özgürlüğümüzü koruyamazsak bile kalbi ve aklı koruyabilmek…
*Öne çıkan görsel, Lorca idam mangasının karşısında şiirini okurken çekilmiş. Kaynak: https://artypin.com/pin/4696/
[1] İspanyol şair Federico Garcia Lorca’nın İspanya iç savaşında kurşuna dizilmeden önce okuduğu şiir.
[2] İsmet Özel’in Münacaat şiirinden.