İdeolojiler Geri Dönmeli, İslamcılık Dahil!
ERTUĞRUL ZENGİN
İslamcılık doktrin olarak liberalizm ve sosyalizmin gerisinde olsa da kaynağının gücü, yoruma ve gelişime açıklığıyla önemli bir ideolojik pozisyondur.
İdeolojiler geri dönmek zorunda çünkü inanılmaz bir olgu akışı ile karşı karşıyayız. Çevremizde sürekli bir şeyler oluyor ama bu olan şeyleri nasıl değerlendireceğimize dair elimizde hiçbir sabite yok. Olaylara ve olgulara karşı elimizde olan sadece bölüp pörçük fikir parçacıkları, çeşitli iyi niyet tınıları, bazen hoş görmeler, çoğu zaman kendi içine kapanan dışarı ses vermeyen öfkeler… Çok sayıda eyleme geçmeyen-geçemeyen duyguyla beraber yüzeysel fikirler bulamacı içerisinde yüzüyoruz. Kafamızı kaldıramıyoruz çünkü bulamacın ötesinde bir dünya olabileceğine dair zihnimizde bir düşünce yok. Her şey burada oluyor, anlık tepkiler, kızgınlıklar, bazen kısa vadeli sevinçler, her şey burada oluyor ve burada kalıyor.
Halbuki şu an en çok gerçek bir teoriye, olguları teorileştirme sürecine ihtiyacımız var. Mevcut pratiklere mesafelenecek bir düşünme yoluna girmek zorundayız. Eğer bu yola giremezsek anlık tepkileri aşacak eylemliliğe, dünyayı değiştirecek eylemliliğe ulaşamayız. O halde tam da şu anda “ne yapmalı” sorusunu sormalıyız. Ne yapmalı sorusuna verilecek cevap açıktır: Teoriye dönmeliyiz. Önümüzde bu durumda açılacak birbiriyle ilintili iki soru var. Teoriye dönmek ne demektir ve teoriye nasıl dönülür? Teoriye dönmenin ne demek olduğundan aslında bahsettim ama şu aşamada basit bir tanım vereyim. Teoriye dönmek, olguları karşına alıp onları bir şemaya, anlamlı bir çerçeveye oturtmaktır. Daha da öze ineyim; teorik düşünmek olgular arasında bir hiyerarşi belirlemektir. Hangi olgu diğerleri üzerinde belirleyici sorusuna yanıt vermektir. Tabii bu henüz teorik düşünmenin başında alınacak tavırdır. Esasen teori, anlamlandırılmış pratik kalıplarıyla ilgilidir. Buna sonra geleceğim. Şimdi ‘teori nasıl yapılır’ a bakalım. Teorik düşünmenin çeşitli şartları var. Birinci şartı ‘ciddi olmak’tır. Bu ciddiyet meselesi çok önemli. Ciddi olmak titiz olmak demektir, ikinci bir anlamı yaptığın işin farkında olmak demektir. Ben teoriyle ilgileniyorsam teoriyle ilgilendiğimi bilmem lazım. Genelde insanlar fikirlerle ilgilenirler ama bunu el yordamıyla yaparlar kavramlara dikkat kesilmezler, düşüncelerini bir silsileye oturmakla, onları aşamalandırmakla ilgilenmezler. Gündelik düşünce bu bakımdan düşünce değildir. Düşünce yapılandırılırsa düşünce kıvamına ulaşır. Bunun da ilk şartı ciddiyettir; ciddiyet, dediğim gibi, titizlik ve farkındalığı içerir.
Teori yapmanın ikinci şartı köklerle ilgilenmektir, köklerin var olduğunun idrakine varmaktır. Köklere inmek insanlık tecrübesinin köklerine dönmekle ilişkilidir. Bu, insanlığın bugüne kadar fikri üretimine dair bir idrak seviyesini çağırır. İnsanlık tecrübesi zannettiğimiz kadar dağınık bir tecrübe değildir. İnsanlık tecrübesinin belirli çizgileri, ana meseleleri vardır. Bölüşüm sorunu ana bir meseledir, yönetim-idarenin nasıl yürütüleceği, toplumun liderliğinin nasıl kurulacağı önemlidir, toplumun hangi semboller etrafında örgütleneceği ve nihayetinde neyi arzu ettiği, sadece bir reprodüksiyonla mı ilgilendiği yoksa yayılmacılık benzeri farklı amaçlar mı taşıdığı yine dikkate alınmalıdır. Burada göz önüne alınması gereken nokta köklerle ilgilenmenin köklerde barınmayı gerektirmediğidir. Köklerle ilgilenmek kendimizi kadimciliğe, insan varoluşunun her haline müsamaha etmeye götürmemelidir. Bu çok erken ve hesabı verilmemiş bir bilgeliğe düşmek olur. Halbuki köklerle ilgilenmek bugünün sorunlarının sadece bugünden ibaret olmadığına dair bir hissiyat geliştirmekle ilgilidir. Bir derinliği kazanmak birkaç eser okunarak kazanılabilir. Bütün bir ömrü felsefe tarihine adamak gerekmez.
Bugün teori yapmanın, yapabilmenin üçüncü şartı modern ideolojilerin hakkını vermektir. Bu yazının da ana meselesi ideolojilerinin hakkının verilmesiyle ilgili. Modern ideolojiler liberalizm, sosyalizm, faşizm, milliyetçilik ve muhafazakarlık olarak sayılır. Bunlardan liberalizm ve sosyalizmin daha kurucu ideolojiler olduğunu görmek lazım. Milliyetçilik ve muhafazakarlık büyük oranda reaksiyoner kalmış, zamana ve mekana göre çok farklı şekillere bürünebilmişlerdir. Faşizm ise kendi başına ayrı bir mesele! Varoluşçuluk ve üst insan felsefesinin 1930’lar Avrupa’sında yoğun ırkçı pratikle birleşmesinden doğar. Çıkış nedeni, felsefi temelleri önemlidir, dikkatle incelenmelidir ama pratiğinin teorisini aşırı baskıladığı gerçeği göz ardı edilmemelidir. Elimizde neticede liberalizm ve sosyalizm var. Ben bunlara bir de dinden, Müslümanlıktan kaynağını alan İslamcılığı ekleyeceğim. İslamcılık doktrin olarak liberalizm ve sosyalizmin gerisinde olsa da kaynağının gücü, yoruma ve gelişime açıklığıyla önemli bir ideolojik pozisyondur.
İdeolojilerin önemi nedir? Neden bugün teori yapmanın bir şartı olarak ideolojilerin hakkının verilmesi gerektiğini söylüyorum? Büyük oranda 19. Yüzyılda doğan modern ideolojilerin dört önemli özelliği var. Birincisi, bu ideolojiler modern dönemde doğmuş olsalar da fikri uzantıları bakımından insanlığın kök kaynaklarına kadar ulaşırlar. Politik teoloji literatürü bize liberalizmin “ahit” düşüncesine dayalı Hristiyan köklerini gösterebiliyor, sosyalizm keza kadim komünizm fikrine kadar köklerini uzatabiliyor. İslamcılık zaten İbrahimi gelenekten bir din olan İslam’la ilişkili. Fakat ideolojiler köklerle kendilerini sınırlamaz; onları modern yapan modern şartlara göre teorize edilmiş olmalarıdır. Liberalizmin zaten modern üretim biçimi kapitalizmle doğrudan ilişkili. Sosyalizmin de yine kapitalist çağdaki sınıf çatışmasını kendisine baz aldığını biliyoruz. Afgani ile başlatabileceğimiz İslamcılık ise daha fazla olarak anti emperyalizm sorunu ve rasyonalizmle İslam’ı telif etme çabalarının bir ürünü olarak gözüküyor. İslamcılığın esas kurucu babası Seyyid Kutup’ta ise yeniden biçimlendirilmiş bir kavram olan ‘tevhid’ in modern dönemde kişide toplumda ve devlette nasıl tezahür edebileceğine dair bir arayış görüyoruz. Kısacası ideolojilerin ikinci önemli özelliği köklerden aldığı fikirleri yeni şartlarda tekrar sistematize edebilme kabiliyetleridir.
İdeolojilerin üçüncü önemli özelliği ise bir ekol oluşturma kabiliyetleridir. Liberalizmi John Locke’la başlatırsak, Adam Smith, ABD’nin kurucu babaları, John Stuart Mill, 20. yüzyılda kimisi sosyal adalete daha fazla kıymet veren kimisi daha katıksız-tavizsiz bireyci varyantlarıyla Ayn Rand, Hayek, John Rawls, Robert Nozick gibi isimlerin bir düşünce ekolü oluşturduklarını görüyoruz. Sosyalizme bakarsak klasik Marx-Lenin-Troçki-Stalin-Mao gibi isimlerin yanında Batı Marksizmi’ni Gramsci-Althusser hattını görüyoruz. İslamcılıkta ise Afgani-Abduh-Reşid Rıza-El Benna- Seyyid Kutup-Mevdudi ve Şeriati gibi isimlerin yanında bugün de görüşleri etkili olan El Efendi, Gannuşi gibi isimlerin silsileyi devam ettirdiğini görüyoruz.
Geçmişten bugüne ciddi bir tartışma hafızasını taşıdıklarını barındıran ideolojilerin ilk üç özelliğini tamamlayan dördüncü özelliği ise ideolojilerin sadece fikir okulları olarak kalmayarak pratik üretmiş, eyleme geçmiş olmalarıdır. Liberalizm modern dünyayı kurmuş, sosyalizm ona alternatif olmuş, faşizm iki savaş arası dönemde dünyayı kasıp kavurmuş, muhafazakarlık özellikle liberalizmle işbirliği içerisinde 1970 sonrası dünyada etkili olmuş, milliyetçilik ise zaten birçok iç ve uluslararası savaşın müsebbibi olmuştur. İdeolojilerin eylemliliği sadece pratikte gerçekleşmiş tarihi hadiseler olarak kalmaz, ideolojiler hazır kıta belirli eylem şablonlarını içlerinde taşır. Mesela liberalizm serbest piyasa ekonomisi, mümkün olduğunca minimal devlet, düşünce özgürlüğü, bireyci kültür gibi politik araç ve ajandaları cebinde taşır. Sosyalizmde mülkiyetin ortaklığı, kolektif üretim, rekabetçi değil dayanışmacı kültür gibi pratikleri hemen görürüz.
İdeolojilerin getirdiği pratiklerin insanlığa birçok zararı da beraberinde getirdiği iddiası sunulabilir. İdeolojilerin insanlığa belirli zararları getirdiği doğrudur. Faşizmin suç dosyası, Stalinizmin, Maoizmin sorumlu olduğu ölümler, totaliter yönetimler, yıkımlar vs bütün bunlar dile getirilebilir. Fikirlerin çıkış noktasıyla ortaya çıkan pratik çoğu zaman örtüşmeyebilir. Bütün bir insanlık tarihinin sınıf çatışması tarihi olduğunu ve insanın insanı sermaye yoluyla sömürdüğünü, araçsallaştırdığını söyleyen sosyalizmin kurucu fikri yanlış değildir ancak ortaya pratik fikirleri aşan sonuçlar doğurur. Liberalizmin getirdiği insan hakları kavramsallaştırması olumludur, insanlığa birçok kazanımlar sağlamıştır. Ancak aynı anda özellikle iktisadi liberalizmle sıkı sıkıya bağlı küresel yayılmacılık hırsının ve kendi pratiğinden çıkan evrenseli diğerleri üzerine bir baskı aracı olarak kullanmasının bütün bir emperyalizm tarihini oluşturduğunu söyleyebiliriz. Eğer fikirleri daha sonra kendisiyle ilintilenen olumsuz pratik sebebiyle suçlayacak ve yaftalayacak olursak ortada fikir namına hiçbir şey kalmaz. Sağ yanağına vurana sol yanağını uzat diyen İsevi anlayıştan Haçlı Seferleri doğuyorsa, Yahudilikten bugünkü İsrail sadır oluyorsa, İslam’dan mezhep savaşları ve bir sürü çatışmalar çıkıyorsa, ideolojilerden kaynaklananları zaten yukarıda belirttim, o halde fikir namına nereye gideceğiz?
1990 sonrası “Tarihin Sonu” tezi şunu söylüyordu: “Sosyalizm, sen bugüne kadar insanlığa sadece totaliterlik ve bürokratik devlet getirdin. Faşizm sen insanları tamamen ölüme sürükledin, milliyetçilik sen insanlığa bir iyi yaşama örneği sunamadın, dar çatışmacı zihniyetten başka bir sonucun olmadı. Dinler, özellikle İslam sen zaten İran Devrimi’nde gözüktüğü gibi başarısız oldun, üstelik bir din olduğun için evrenselleştirilebilir değilsin. Ortaya çıkan sonuç; liberal demokrasi. Evet bazı eksikleri olabilir, mükemmel bir sistem olduğu söylenemez ama diğerleriyle kıyaslandığında en iyisi bu, en azından ortaya totaliterlik çıkarmıyor, insanlar tüketmeye, yaşamaya devam edebiliyorlar.” Acaba?
Ortaya çıkan sonuç, insanlığın kendisini aşan herhangi bir fikre sonuçları totaliterliğe gidebilir mülahazasıyla kapılarını kapatması oldu. Peki kazanan liberal demokrasi mi oldu gerçekten? Hayır, kazanan daha aşağılık bir totaliterlik oldu. Dünyayı değiştirmeye dair, daha iyi bir dünyaya dair umutların önü teknokrasi eliyle kapatıldı. Umut, bedeli olan bir şeydir, zaman zaman şiddet doğurur bu doğru. Ancak umudunu kaybetmenin kendisinde daha büyük bir bedel ve şiddete uğrama ne olabilir? Bugün insanların büyük oranda depresyon ilaçlarıyla yaşadığı gerçeği görülmüyor mu? Üzeri çeşitli tüketim kalıplarıyla örtülmüş bir melankoli içerisinde yaşıyoruz. Melankoli kendi başına illaki kötü bir hal olmayabilir, bazen melankoliye ihtiyaç vardır, çünkü insan yaşadığı tortuları üzerinden atmak yeniden dirilmek ister. Melankoli bir geçiş aşaması olabilir. Ancak bugün melankolinin de üzeri örtülüyor. Yokmuşçasına davranılıyor. İdeolojinin öldüğü, teorinin öldüğü, politikanın öldüğü yerde gerçekten melankolik bile olamazsın.
Liberal demokrasi yerleşik ideolojik pozisyonlara şunu söyler: “Sosyalizm ya da İslamcılık sen devlet meselesini boş ver, senin devlete el attığın zaman neler olduğunu gördük.” Peki ne yapsın bu sosyalizm ve İslamcılık? “Sen sivil toplumda takıl, dernek kur, işte arada gösteri, yürüyüş vs yapabilirsin.” Peki, güzel. Gerçek gücü yani devletin gücünü elinde tutanlar kimler olacak? Profesyonel siyasetçiler. Bunlar herhangi bir doktrine bağlı mı? Hayır, bunlar şekli bir demokrasinin iktidara getirdiği ve halkın sorunlarını çözmesi beklenen kişiler. Peki bir sonraki aşama, bu profesyonel siyasetçiler ve yargı erkinde bulunan hakimler, profesyonel bürokratlar, teknokratlar neden bu sivil toplumda devlet-siyaset ufku kapatılmış, ılımlılaştırılmış ideolojik pozisyonları dikkate alsınlar? Almazlar, hatta profesyonel siyasetçiler ağzında genelde ideolojik grupların yaftalandığı ideolojik bakışın kör bakışla özdeşleştirildiği mebzul miktarda söylev duyarız. Buna karşı belki şu söylenebilir “Tamam, belki ideolojik pozisyonlar zayıfladı ama güçlü sivil toplumun olduğu yerde hak ve hukuk namına birçok kazanımlar elde edilebiliyor.” Bir kamuoyunun olması, özgür medyanın olması, kamuoyunun zaman zaman doğru baskılarla siyaset-yönetim mercilerini etkilemesi bunlar elbette belirli seviyede olumlu kazanımlardır. Ancak bu parçalı kazanımlar, parçalı hak-hukuk-adalet söylemleri genel ve küresel gidişatı etkilemiyor. İşin kötüsü mevzi kazanımlar, bu mevzi kazanımların da gittikçe seyrekleştiği ortada, insanlara bir tür geçici tatmin duygusu sağlayarak bütüncül arayışlara girmelerini engelliyor. Yine de elbette ortaya çıkan haksızlıklarla mücadele etmek kötü bir şey değil, değerli bir şey, ortada bir zulüm varsa bu zulmün izalesi herkesin vazifesi bu bir tarafa. Ancak gerçek bir mücadelenin sürdürülebilmesi için başa dönersek siyasetten topluma, bireye, ekonomiye bütünlüklü bir bakışa, anlayışa kısaca teoriye ihtiyacımız var.
Türkiye Meselesi ve İslamcılık Dosyası
Teoriye dönmenin ideolojilere dönmekle ilişkili olduğunu söyledim. Çünkü bugün en muhalif kesimlerde bile muhalif söylemin soyut özgürlük, ahlak ya da adalet çağrılarına indirgendiği görülüyor. Adalete dönmek, ahlaka dönmek gibi söylemler mevcut iktidar pratikleriyle baş etmeye yetmez. Çünkü bu söylemler genelde enstantane bazlı, olay bazlı işliyor. Mesela “siyasi ahlak yasası çıkarılsın” gibi. “Siyasetçiler yolsuzluk yapmasınlar” gibi. Bu söylemler eğer doğru siyasetin nasıl yapılması gerektiğine dair genel bir kavrayışla birleşmezse boşa düşer. Eğer siyaset belirli ekonomik kaynakların dağıtılması anlayışıyla sınırlandırılırsa orada yolsuzluk illegal veya legal şekillerde devam ettirilir. Mafyöz ilişkilerin devam ettiği geri kalmış ülkelerde kamu kaynaklarının illegal bir şekilde üçüncü şahıslara aktarıldığı görülüyor. Ama yolsuzluğun bir de legal-hukuk kaideleri içerisinde yapılanları var. Alınan teşvikler, krediler, manipüle edilen piyasalar, enflasyonist ortamın getirdiği haksız fırsatlar, döviz kurundaki dalgalanmalar, zengini daha zengin yapan legal yolsuzluk biçimlerinden bazıları. Çeşitli illegalitelerle mücadele etmek eğer elinizde siyaset, toplum ve ekonomiye dair bütünlüklü bir resim, bir reçete içermiyorsa ancak kısmi bazı kazanımlar elde etmenizi sağlar. Ama legalin ne olması gerektiğine dair bir ufuk ortaya koyabilirseniz işte o zaman gerçekliğe müdahale edebilirsiniz.
Teoriye dönmenin ideolojilere dönmekle ilişkisi olduğunu söyledim. Bunun kısmi soyut söylemlerin bütünlüklü bir tablo içerisine yerleştirilmediğinde bugünkü gerçekliğin heyulası karşısında etkisiz kalacağı ile açıklamaya çalıştım. Ahlaka çağrı eğer politikaya çağrıyla birleşmiyorsa herhangi bir ahlaka da ulaşılamaz. Burada otantik-sahici varoluş politik varoluştur. Politik olarak var olmayanlar sivil toplumun dipsiz kuyusunda kaybolur. Bu aşamada şu söylenebilir. Teori ve politikaya dönüş anlaşılıyor ancak neden ideolojilerin yükünü taşıyalım? Bugün yeni şeyler söylemenin zamanı değil mi? Öncelikle ideolojiye dönüş Stalinizme ya da Taliban İslamcılığına dönmek gibi bir şey değil. İdeolojiler gerçeklik testleriyle defalarca sınanmış düşünce ekolleridir. Bu sınanmalardan çıkarılacak birçok derslerin olduğu muhakkak. Ancak bütün bu olumlu ve olumsuz tecrübelerden çıkarılacak dersler ancak belli bir ekolün izi takip edilerek çıkarılabilir. Bugün yeni bir düşünce ancak bu ekollerin artı ve eksilerinin sağlam bir değerlendirmesiyle ortaya çıkar. “Ben bugün, bugüne göre kimsenin aklına gelmeyen farklı bir şey söyleyeceğim” diyen kişinin söylediği şey o veya bu ekol tarafından daha önce söylenmiştir. Düşünce birbiriyle bağlantılı ilerleyen bir akımdır, düşünceye dahil olmak o ya da bu akıma dahil olmakla mümkün olur.
Bu anlattıklarım ideolojik çerçevelerin eleştirilmemesi gereken bütünlükler olduğunu göstermez. Tam tersi ideolojik pozisyonlar öncelikle sahiplenilmeli ardından gerektiği şekilde eleştirilmelidir. Ancak bu eleştiriler o ideolojik pozisyonu yok etmeye, ya da yok saymaya dönmemelidir. Eleştiri bu minvalde yapıcı eleştiri olmalıdır. Çünkü eleştiriyle yok edilen ideolojik zeminlerin yerinin özgürlükle dolduğu zannı esas yıkıcı zandır. İdeoloji giderse yerine özgürlük gelmez, yerine teknokrasi gelir. Siyasetçi ve bürokratların tiranlığı gelir.
Bütün bu notlar eşliğinde Türkiye vakasına ve “bütün kötülüklerin sorumlusu İslamcılık” meselesine gelmek istiyorum. Buraya gelirken de meramımı daha iyi anlatabilmek için eskiden İslamcı olduklarını ama bugün gelinen noktada İslamcılıktan vazgeçtiğini belirten iki önemli isim olan Mustafa Öztürk ve Halil İbrahim Yenigün’ün yaptıkları açıklamalar üzerinde duracağım. Tarihselci görüşleriyle bilinen, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesinde akademisyenken uğradığı baskılar sebebiyle emekliye ayrılarak Almanya’ya göç eden Mustafa Öztürk, 4 Haziran 2021 tarihinde kendi youtube kanalında “İslamcı Hayalim İçin Kendimden ve Herkesten Özür Diliyorum” başlığı altında çeşitli açıklamalarda bulundu. Ondan bir hafta kadar önce 28 Mayıs’ta, Türkiye’de İslamcı cenahta iyi tanınan, barış için akademisyenler bildirisini imzaladığı için Türkiye’den ayrılmak zorunda kalarak akademik hayatını ABD’de sürdüren Halil İbrahim Yenigün yine youtube’da, Aydaki Adam programında “İslamcı Bulamamak: Halil İbrahim Yenigün” başlığı altında İlker Canikligil ile bir röportaj yaptı. Halil İbrahim Yenigün röportajında özetle artık İslamcı olmadığını, İslamcılığın bugün artık İhvan’ın uhdesinde olduğunu, İhvan çizgisi dışında İslamcılık yapıyorum demenin reel bir karşılığı olmadığını, İhvan İslamcılığının da genel olarak dar Müslüman hakimiyetçiliği çizgisi dışına taşamadığını, bu durumda İslamcılığın aslında tükendiğini zaten Abduh’tan itibaren İslamcıların çeşitli ahlaki defolara da sahip olduğunu belirtti. Mustafa Öztürk ise gençliğinde ya da kariyerinin başında bir mutlu İslamcı fikre sahip olduğunu, gelinen noktada böyle bir fikre sahip olduğu için önce kendisinden sonra da kendisini takip eden insanlardan özür dilediğini ifade etti. Öztürk kendi İslamcılığını anlatırken bir İslamcılık tanımı da verdi:
“İslamcıyım, temel referanslarımı değerlerimi İslami temel normlardan, kaynaklardan özellikle ahlaki normlardan alıyorum, varoluş felsefemi İslam’ın temel metinlerindeki öğretiler üzerine kuruyorum ama toplumsal hayat, toplumsal düzen, hukuk alanına dair de demokrasiye inanıyorum. İnsanlığın en azından bugün geldiği nokta itibariyle bulabildiği keşfedebildiği kusuruyla küsürüyle, yani ideal asla değil ama bu mevcutlar içerisinde toplumu, insanlığı yönetme, idare etmek için formüller arasında demokrasinin bence hala ilk sırada olduğuna inanan biriyim. İslamcıyım ama tek sesliliğe sabit fikirliliğe, hakikat tekelciliğine, tahakkümcülüğe de otoriteliğe de karşı da acayip nefret doluyum. Toleransı, çok seslililiği, çok kültürlülüğü zenginlik sayan bunu bir tehdit olarak algılamayan bir zihniyete sahibim.”
Mustafa Öztürk’ün verdiği İslamcılık tanımı, İslamcılık tartışmaları bakımından gerçekten örnek olabilecek bir tanım. Mustafa Öztürk yukarıda verdiği tanımın ardından “hocam böyle bir İslamcılık hiç olmadı ki diyebilirsiniz” diyor. Hakikaten İslamcılıkla ilgili mevcut İslamcı kadar tanım yapılıyor olması sorununu Öztürk’ün tanımında da görüyoruz. Öztürk’ün verdiği tanım İslamcılık değil muhafazakar demokrasi tanımıdır. Öztürk muhtemelen 1990’ların Yeni İslamcılığı bağlamında çoğulcu İslami devlet modeline gönderme yapmaya çalışıyor. Hakimiyete değil katılım prensibi içerisinde çalışan bu İslamcı modelde dini ya da seküler cemaatler hakikat iddiaları bakımından birbirlerinden üstün görülemezler. Bunların birbirlerini hakikat iddiası temelinde bastırmaları doğru olmaz. Aralarındaki ilişkileri belirleyen bir sözleşmeyle eşitlikçi bir düzende yaşamaları arzu edilir. Ancak buradaki eşitlik liberal demokrasinin bireyci eşitliği değildir. Cemaatler arası eşitliktir. Kısacası İslamcılığın en çoğulcu modelinde bile hukuk ve toplumsal alan kategorik bir demokrasinin tekeline bırakılmaz. Farklı hukuk ve toplumsal tanımlarının beraber yaşamalarının yolu aranır. Şöyle bir İslamcılık, tanımı itibariyle imkansızdır; “ben kendim Müslümanım, ahlaki değerlerimi Müslümanlık belirler ancak toplumsal alana, ekonomik alana, siyasete çıktığım zaman İslam’ın bu alanlara dair bir belirleyiciliği olduğunu iddia etmem, bu alanları demokrasiye bırakırım.” Siyasete, topluma, ekonomiye dair hiçbir şey söylemeyen İslamcılık diye bir İslamcılık mümkün değildir. Bu tanım, “devlet benim dini değerlerime karşı ceberut olmasın, beni bireysel hayatımda Müslüman olarak tanısın, bireysel haklarım konusunda inandığım dinden dolayı bir kısıta maruz kalmayayım” şeklinde otoriter-seküler, Türkiye bağlamında konuşursak laikçi demokrasi karşısında dini değerlere karşı hoşgörülü muhafazakar demokrasinin tanımıdır.
Problem nerede çıkıyor? Problem bir zamanların muhafazakar demokratlarının gittikçe otoriterleşmesinde ve bir kısım eski İslamcının bu otoriterleşme sürecine dahil olmasında çıkıyor. Halil İbrahim Yenigün bir İslamcılık uzmanı olarak bu farkı iyi görüyor. Erdoğan’ın kendisinin İslamcı olmadığını ancak bir kısım İslamcının onun patronluğunu kabul ettiğini belirtiyor. O halde şu anda elimizde üç tip İslamcı var. Birincisi doktriner bir arayışı olmayan, Erdoğan’a biat eden eski İslamcılar; Halil İbrahim Yenigün’ün de dahil olduğu söz konusu otoriterleşme temayüllerinden İslamcılığı sorumlu tutarak, bunun dışında bir gelişmenin de pratikte mümkün olmayacağını iddia eden küskünler; üçüncüsü Erdoğan tarzı siyaset anlayışıyla tam örtüşmek istemeyen ancak Erdoğan’ın özellikle laikçi kesimlere karşı elde ettiği mevzi kazanımlardan da vazgeçmek istemeyen kararsızlığın ve karamsarlığın pençesindeki İslamcılar. Halbuki bir dördüncü yol var, olabilir. O da tekrar teoriye dönmek. Bir zamanlar Halil İbrahim Yenigün’ün de içinde yer aldığı bir arayış olarak İslamcı kaynaklara, Afgani’ye Abduh’a ve özellikle Kutup’a dönerek oradan siyasete ve topluma dair başka tür ilkelerin çıkarılması mümkün.
“Ben, Kutup yükünü çekmek istemiyorum, İslamcılığın yükünden bıktım” deniyorsa bu bir kurtuluş değil. Bu artık tam olarak ne olduğunu bilemediğiniz, tarif edemediğiniz başka yüklerin altına girmenin başlangıcı. “Bundan sonra sosyalist de olabilirim anarşist de olabilirim fark etmez” dediğiniz zaman artık bir pozisyon sahibi olmaktan çıkıyorsunuz demektir.
İslamcılığa dair kapsamlı bir analiz yapılacaksa, bu analiz titizlikle ve hakkaniyetle yapılmalıdır. İslamcılığın getirdiği kazanım ve kayıpların neler olduğunun, İslamcılığın hangi aşamalarda başarı sağlayabildiği, hangi aşamalarda ise tıkandığının tasviri eleştirel bir şekilde yapılmalıdır. Bu eleştirinin de yapılabilmesi için eleştiriyi yapacak ehli hal vel akd’ın oluşturulması gerekir. Bu ehli hal vel akd bir yayın çerçevesinde oluşabilir, bir gençlik örgütü altında organize olabilir ya da partileşebilir. Ancak buradaki arayışlar mutlaka kurumsallaşmalı, bireycilik geri plana atılmalıdır.
Bugün gelinen noktada büyük bir doğa felaketi olmadan ya da Mesih benzeri Tanrı tarafından yeryüzüne bir elçi gönderilmeden hiçbir şeyin değişmeyeceğine inanılıyor. Fikirlerin dünyası ortaya çıkan kimi olumsuz pratikler sebebiyle yaftalanıyor. Totaliterlik korkusu devrimci fikirlerin önünü kesiyor. Geriye sadece gündeliğe hapsolmuş, kendisini aşan herhangi bir düşünceye bağlanmaktan korkan günümüz insanı kalıyor. Halbuki insanlık büyük bedeller ödese de dünyanın değiştirilebileceğine dair çeşitli fikirler üretti. Bu fikirlerin pratikle ilişkisinin yeniden düşünülmesi lazım. İslamcıların İslamcılık içerisinden, sosyalistlerin sosyalizm içerisinden, hatta liberallerin liberalizm içerisinden tekrar teori-pratik diyalektiğine dönmeleri gerekiyor.
Yazarın gözden kaçırdığı en önemli nokta şu: cari İslamcılık tanımına göre, -Türkiye’deki ve dünyadaki Müslümanların genel kabullerinden bahsediyorum- dünyayı yönetme hakkı Müslümanlarındır, Müslümanlar üstündür ve cennet de ancak onların hakkıdır.. Yusuf Akçura’nın tanıman göre de böyledir. yazarın kurucu olarak öne çıkardığı Kutub’a göre de böyledir. Ülkemiz kurulurken Akçura’nın işaret ettiği üç arzudan ve tercihten (Türkçülük, İslamcılık, Osmanlıcılık) biri olan İslamcılık tercih edildi (Müslüman unsurlar asli kabul edildi, müdafai hukuk cemiyetlerinden mebuslar seçilerek) ve yönetimde hakkı olduğu düşünülmeyen gayrımüslim unsurlar tedricen tasfiye edildi (mübadele, muhtelif pogromlar ve hala süren sistematik küstürmeler ve yıldırmalar). hala bu bakiyenin krizleri ve gerilimleri ülkemizde maalesef belirleyici. yani hala İslamcılık (Müslümancılık) kirli siyasetin toplumsal meşrulayıcısı olarak varlığını koruyor. yazarın algılanması istediği düzlem (ideolojiler) ile içinde yaşadığımız somut düzlem bambaşka. bunu anlamak için dindarlara “Hristiyanlar cennete girer mi” diye sorarak bir anket çalışması yapması kafidir. eşitlik fikrini öne çıkardığı uzun parağrafın kendisini Müslüman olarak gören toplumlardaki sıkıntılı görüntüde pek bir karşılığı olmadığını anlaması için çok basit bir test. ve ayrıca ikinci bir bahis, ideolojiler temelde bir takım tutumları ve arzuları imler. bu tutumlar ve arzuların uzamı olarak literatürleri şekillenir. ideolojik literatürün bakiyesini tartışmaktansa tutumları ve arzuları tartışmak ve tercihi bu doğrultuda yapmak daha anlamlıdır. zira tutum ve arzu üretimle dallanıp budaklanan ve şekillenen şeylerden daha fazla ortaklık barındırır. “aslında bir teorisi var” diyerek öne çıkardığı İslamcılık ise beynelmilel bir teoriye sahip olmayan ve liberalizm ve sosyalizm gibi terkiplerden çok çok daha savruk bir kaba saba Müslümancılık yazınından mürekkep. her cemiyetin kendine mahsus bir İslamcılığı var-genel ortaklı ise dediğim gibi, Müslüman üstüncülüğü-. ama sosyalizm fikrinin dünyanın genelinde kabul görebilecek bir takım prensipleri rahatlıkla sayılabilir. hülasa teori düzleminde kıyas kabul edilemeyecek bir uçurum var ama yazar denk şeyleri tartışıyormuş gibi yazmış. zira İslamcılık yazınının sosyalizm ve liberalizm gibi görece başı sonu belli ve hikayesi derli toplu bir hafızası yok. yazı bir çok açıdan zayıf. aklıma ilk gelenleri yazdım. Kişisel kanaatim İslamcılık, Müslümanlığı bozan ve Müslümancılığa kılıf olarak ortaya atılan ve büyük oranda laf kalabalığından mürekkep bir şey. Anlaşılacağı üzere Müslümanlığa dair derli toplu her anlatıyı ve terkibi İslamcılık hanesine yazmıyorum… Halil İbrahim’in eleştirilerini de bu aksa yerleştiriyorum. Mustafa Öztürk içinse hiç bir yorumum yok. Takip ettiğim ya da merak ettiğim biri değil.
Evet Bedri arkadaşımızın yorumları için teşekkür ediyorum. Ben olayı şöyle okuyorum bugün kendisini Müslüman olarak tanımlayan bir insan en başta iki tercihle karşı karşıyadır. Ya Müslümanlığın bir din olarak özel alanla ilgili olduğunu kamusal hayatla ilgilenmediğini söyleyecektir ya da İslam’ın ibadetle, ahlakla ilgili tarafları olduğu gibi toplumsal ve siyasi hayata dair de söyledikleri olduğunu ifade edecektir. İlki için çok bir şey söyleyemem yani bir Müslüman, İslam’ın toplumsal, siyasi yaşamla ilgili herhangi bir prensip ortaya koymadığını söylüyor ve buna göre yaşıyorsa bence yanlış yapmaktadır ama en nihayetinde bir tercihte bulunmaktadır. Benim ilgilendiğim kesim ikinci kesim yani bir Müslüman sadece ibadet ve ahlakla değil ekonomiyle, toplumla ve siyasetle Müslümanca ilgilenir, İslam’ı özel alanla sınırlamaz kamusal hayata ilişkin de belirli bir anlayış ve prensipler getirir diyen kesim. Şimdi ben bu kesimin bugüne kadar ürettiği bilgi ve eyleme İslamcı bilgi ve eylem diyorum. Bu benim ürettiğim bir tanımlama değil Afgani’sinde Abduh’una Şeriati’sine kadar zaten İslami siyaset ve toplum felsefesi-düşüncesi artık adına ne koyacaksak İslamcılık başlığı altında kabul görmüş. Ben de bu birikimi sahipleniyorum. Bu birikimi sahiplenmek demek bu zatların öne sürdüğü her görüşü sahiplenmek anlamına gelmez. Nitekim söz konusu zatların bile birçok meselede farklı düşündüğü biliniyor. Bu zatlar bugüne kadar Müslümancılık yaptılarsa bu yanlıştır nitekim burada tam da devreye Kutup girer, Kutup şunu söylemeyi cesaret edebilmiş biridir: “Ey müslümanlar hepiniz yanlış yapıyorsunuz” Bu tam da gelenekçilik karşıtı bir tutumdur, Müslümanlara siz yanlış yapıyorsunuz demek Müslümanlara siz yanlışsınız, ya da Müslümanlık yanlıştır demek değildir. Müslümanlara yanlış yapıyorsunuz demek içinde bulunulan şartlarda alınan tutum ve tavırlar yanlıştır diyebilmektir ve bence İslamcılığın en büyük kazanımlarından birisi budur. Bu bakımdan zaten İslamcılık o ya da bu Müslüman ülke kamuoyuna indirgenebilecek bir görüş olarak en baştan beri temayüz etmemiştir.
“Kişisel kanaatim İslamcılık, Müslümanlığı bozan ve Müslümancılığa kılıf olarak ortaya atılan ve büyük oranda laf kalabalığından mürekkep bir şey.” diyor Bedri arkadaşımız. Bunu mesela gözümüzde canlandırsak ve İslamcılık kavramı kılıfından çıkarırsak mesela Akif’e, Afgani’ye Kutup’a, Şeriati’ye “ya siz ömrünüzde birçok zorluklar içinde Müslümanlara yol gösterdiğinizi zannediyorsunuz ama yaptığınız aslında laf kalabalığından ibaretti” diyor Bedri arkadaşımız. Bu durumda laf kalabalığı yapmayan bir Müslüman örneği getirmek lazım diye düşünüyorum. O halde ben de kendi kişisel kanaatimi ifade edeyim: Afgani’den, Abduh’a, Mehmet Akif’e, Said Nursi’ye, Reşid Rıza’ya, Benna’ya, Mevdudi’ye, Kutup’a, Şeriati’ye, Abdullah El Efendi ve Gannuşi’ye kadar düşünce ve eylemleriyle önemli örneklikler ortaya koymuş , ciddi bedeller ödemiş Müslümanların görüşleri asla tek başına Müslümancılık kavramına indirgenemez, söz konusu zatlar tevhid ve adalet gibi kavramlar ışığında çok değerli açılım ve yorumlarda bulunmuşlardır. Ancak yine bu zatların elbette eksikleri, yanlış gördükleri şeyler de olabilir. Hiçbiri hatadan münezzeh değildir. Bu durumda İslamcıların yapmaları gereken o ya da bu topluluğun ne düşündüğüne bakmadan hakikate dair arayışlarını sürdürmeleridir. İslamcılığın gücü bu anlamda sürekli şuraya ve arayışa dayanmasında ortaya çıkacaktır vesselam.
Merhabalar, Müslümanlık dünyaya bir şey söyler, çok şey söyler ve bence söylemelidir. Bir Müslüman olarak buna iman ediyorum. Ancak bunu imlemek için -cılık ekine ihtiyaç yok. Benim sorum basit, İslamcılar kendisini Müslüman olmayanlarla eşit görüyor mu, Hristiyanların cennete girip gitmemesi meselesinde tutumları neler? Benim inandığım İslam bu konularda eşitlikçi ve sulhçu, bunda hiç sorun yok. Ama bildiğim nerdeyse hiçbir İslamcı bu konuda net değil, dünyayı yönetme hakkını salt Müslümanlarda görüyorlar. Eğer bir eşitlik fikri yada arzusu yoksa ortada dünyaya seslenen bir ideoloji de yok demektir. İdeolojiler anlamları gereği dünyaya bir şey vaad etmeliler. Saydığınız isimlerin ekserisinde de bu sorun açık şekilde var, haliyle çağrınız büyük oranda bir ideolojiye değil, Müslüman-üstüncülüğüne. Yazıda eleştirdiğiniz isimlerin eleştirilerinin çıkış noktası da bu üstüncülük zaten. Kanaatimce eşitlik fikrine dair detaylı bir haritalandırma yapmadan, biz izlek sunmadan İslamcılık (bence Müslümancılık) savunusu yapmamalısınız. Yazının iskeletinde başka boşluklar da var ancak yazıyı tamamen boşa düşüren noktası bu bahsettiğim. Baştaki soruları ayrıca hatırlatmak isterim, önce etrafınızdan olmak üzere basit bir anketle başlayın bence, “Hristiyanlar cennete girer mi?” “Dünyayı yönetmek sadece müslümanların hakkı mıdır?”
Eyvallah. Şimdi öncelikle bu anket meselesini ben çok anlamıyorum. Hiçbir ciddi düşünce akımı İslamiyet içerisinden konuşursak ister daha politik olsun ister daha fıkıhçı ister daha tasavvufi, bir şeyleri anlamak ya da ispat etmek için ankete filan başvurmaz. Ben yukarıda da arz ettiğim gibi bir okuma silsilesinden-geleneğinden bahsediyorum bu silsile İslam teolojisinin akılcılaştırılması üzerinden yola çıkıyor zaten Afgani-Abduh-Rıza bu minvalde. Zaten bu isimler Batıcı-modernist olarak gelenekçiler tarafından damgalanıyor. Benna’dan sonra gelen İslamcı çizginin ise daha anti-emperyalist-Batı karşıtı bir tandansı var. Bunların içinde bulundukları tecrübe itibariyle Batı’nın insan ve toplum anlayışı karşısında haklı bir mücadele vermeleri gerekmiştir. Batı’nın insanı Yaratıcı’ya ve mahlukata yabancılaştırıcı-atomize ediciliği yönü zaten Batı içerisinde 19. yüzyıl sonundan itibaren ağır bir şekilde eleştiriliyor. Ben okumalarımda Batı eleştirisinin Hristiyan teolojisi eleştirisine ya da Müslümanlar cennete girecek Hristiyanlar giremeyecek gibi bir söyleme bağlandığını görmedim. Burada eleştiri sekülerizm eleştirisidir. Kimin cennete gireceğinden ziyade mesele cennet ve cehennemin reddedildiği bir dünyevileşme meselesidir. Burada sadece bir anti siyonizmden beslenen ancak anti siyonizm sınırlarını geçerek belirli bir Yahudi karşıtlığına giden bir taraf olmuştur. Burada da Yahudiler cennete giremez biz gireceğiz gibi bir söylemden ziyade mesele Yahudiliğin dünyevileşme-dünya hakimiyetçiliği karşıtlığı üzerinden gider. Kaldı ki burada da Yahudilik ile Siyonizmin ayrıştırılması gerektiğine dair karşı eleştiriyi görürüz.
Gelelim Müslüman hakimiyetçiliğine bu hiç yok mudur? Özellikle Mevdudi çizgisinde ve bizim Milli Görüş çizgisinde bunun olmadığını söyleyemem belirli bir oranda vardır ancak İslamcılık içerisindeki bu çizgiler muhafazakar-milliyetçiliğe en yakın çizgilerdir ve bundan etkilenmişlerdir. O sebeple Milli Görüş’te sorun sadece Müslüman üstünlüğü ile sınırlı kalmaz Müslüman Türk üstünlüğüne de varır. Ancak bütün bunların daha 70’li yıllardan itibaren daha evrenselci-radikal damarlar tarafından da eleştirildiğini görüyoruz. O yüzden bütün İslamcılara şamil bir anlayış olarak hakimiyetçilik eleştirisini doğru bulmam.
80 sonrasında baktığımda zaten bilginin İslamileşmesi projesi neredeyse ezoterizme varacak bir kadim bilgi-bilgelik anlayışı üzerinden İslami bilgiyi anlayışını evrenselleştirir. Yine 80’lerden itibaren 90’lara varacak şekilde Kurtuluş Teolojisi üzerinden Hristiyanlığın özellikle Latin Amerika tecrübesi ile İslamcı akımların iletişim ve diyaloglarını sıkça görürüz. 90’lardan itibaren ABD merkezli daha liberal İslamcı Abdullah en Naim’lerin başını çektiği bir damarı, kaldı ki bence çok eklektik bir yere gitmiştir görüyoruz. Kısaca ortada koskoca bir gelenek var ve bu gelenek evrenselciliğe, akılcılığa, karşılıklılığa en çok yaklaşan gelenektir. Burada yapay bir eşitlikçiliğe de üstelik gerek yok bir Hristiyan Kurtuluşçusuyla ya da bir sosyalistle bir Müslüman dayanışabilir bunlar birbirlerine karşı üstünlük de dayatmak zorunda değillerdir ancak farklı geleneklerdir, farklı gelenek olmaları itibariyle yardımlaşabilirler ama her grup kendi pozisyonunu kendi içinde daha doğru görebilir. Bir sosyalist, sömürünün bir sosyalist devrimle çözüleceğini iddia ederken, bir İslamcı sosyalist devrimin adaleti tek başına sağlayamayacağını iddia edebilir. Bu politik pozisyonlar kendi hakikat iddialarını taşırlar ve bunu diğer hakikat iddialarının haliyle üstünde görürler. Üstünde görmeseler zaten politik pozisyon olamazlar o yüzden hakikat iddialarının eşitlenmesi tam tersine bir totalitarizme yol açar.
Şimdi hocam, bir şeyin ideoloji olarak tanımlanabilmesi için dünyaya öyle ya da böyle bir eşitlik vaat edebilmesi gerekiyor. Sosyalizm ve liberalizm bir düzeyde bu iddiadadır. Ancak İslamcılar arasında dünyadaki herkese eşitlik vaat eden bir teklif yok. İslamcı yazın içinde de yok. Çıkışında da, devamında da da, çok büyük oranda böyle. Benim Müslümanlık hanesine yazdığım üç-beş çıkış varsa vardır. Yani bir ideoloji olabilmenin asgari şartı, İslamcılık için geçerli değil. Aksine İslamcılık terkibini iddia edenlerin yönetim hakkını salt Müslümanlara hasrettikleri çok açık bir görüntü. Yusuf Akçura, Kutup, Afgani, Mevdudi gibi figürlerde çok açık olarak bu var. İsmet Özel ve IŞİD gibi güncel iddialar ise bu konuda en samimi olanları. İsmet özel bir ulus teorisyeni de olması nedeniyle belki biraz daha estetik, ama iddiasında şeffaf. Gayet açıktan bir şekilde iddia ettikleri üstünlüğü izhar ediyorlar. Bazı siyonistlerin kendilerine layık gördüğü şeyi Müslümanlara yazıyorlar. Haliyle sizin bir ideoloji olarak tabir yerindeyse taltif ederek sınıf atlattığınız İslamcılık aslında kuru ve kaba bir oksidentalizmden ve batı karşıtlığından mürekkep. Düşünce silsilesi içinde de bu durum böyle. Saydığınız düşünürlerden eşitlik düşüncesini öne çıkaran alıntılar varsa istifade etmek isterim. Anket bahsi ise dünyada yaşayan ve İslamcılıktan ister istemez etkilenen Müslümanlar arasındaki kirlenmeni bir görüntüsünü verecektir. Bu sebeple öne çıkardım. Düşünsel izleğin etkisini big data üzerinden görüp, etkilerin rotalarını anlamak için anket gerçekten işe yarayabilir, yorumu yazarken geldi bu aklıma. Meseleyi eşitliğe çekmeye çalışan girişimlerin de liberalleşerek Müslümanlığın dünyaya seslenme arzusundaki omurgayı hiç etmelerine şahit oluyoruz. Mesela Thomas Bauer bunun en güncel örneği. İslamcılığı sahiplenenlerin kolayca liberalleşirken pek de kolay olmadan solculaşamamasının da bir nedeni de bizzatihi terkibin üstünlük iddiası. Üstünlük fikri dönüştürülemediğinden çıkış kapısı liberalizm oluyor. Dinin omurgası da feda edilerek. Müslümanlık ise bu anlamda pek kompleksli değil. Ben zorlanmadan kendime yol bulabiliyorum. Dine sadık kalarak bir rotadan gidilebiliyor. Dünyayı yönetmek herkesin hakkıdır diyen ve liberal olup omurgasını kaybetmeyen İslamcı ise yok. Ancak Müslümanlar var. Son olarak eşitlik fikrin, cennete girme, dünyayı yönetme, malı paylaşma gibi konuları es geçmeden ve dikkate alarak bir ahlaki sorumluluk düzeyinde teklif ve iddia eden bahsini ettiğiniz İslamcıların düşüncelerini -varsa- merak ediyorum. Dürüstçe söyleyeyim, merakla okurum. Haliyle tekrar olacak ama demeden bitiremicem, bence Halil İbrahim’in anti-İslamcı hattı doğrudur ve yerindedir.
Eyvallah Hocam, sonuçta herkesin görüşü kendine. Ben İslamcılığın savunurum siz olmadığını söylersiniz. Okuyanlar da kendi kararlarını verir. Ancak yine de bir kaç not düşeyim, düşmek lazım. Bir kere liberalizmin ve sosyalizmin eşitlikçiliği meselesini fazla ciddiye aldığınızı düşünüyorum. Bugün Hayek’ten tutun Ayn Rand’ına kadar liberalizmin çok daha fazla survival of the fittest’a kaydığı ortada. Liberalizmin en güçlü olduğu yerde insanların kira borcu ödeyemedikleri için bırak eşitliği bir sosyal varlık olarak insanlığını kaybettiğini evsizleştiğini biliyoruz. Amerikan seçimlerinin nasıl çeşitli fonlar tarafından yönlendirildiği öyle herkesin yönetme hakkı var gibi hülyaların artık nasıl da savunulamaz hale geldiği ortadadır. Sosyalizme gelirsek bence liberalizme göre eşitlik meselesini çok daha ciddiye almıştır ancak orada da üstün bir bilinç olarak parti aracılığı ve doğal olarak parti bürokrasisinin üstünlüğü hem pratikte ortaya çıkmıştır hem de koskoca bir Lenin külliyatında teorik olarak mevcuttur.
Ha sosyalizm, liberalizm böyledir de İslamcılık eleştiriden münezzeh midir elbette değildir. İşte İran’da ortaya çıktığı şekilde bir ulema üstünlüğü-teokrasi problemi burada söz konusu olmuştur. Ancak İslamcılığın farkı ve bence gücü şuradadır ben bir İslamcı olarak ortaya çıkan uygulamanın yanlış olduğunu çok rahat söyleyebilirim, buradaki arayış aynı şekilde sürmektedir, sürmelidir.
Halil İbrahim’i insan olarak severim üstelik birçok yönden etkilendiğim de bir hocadır, şahıstır ayrı mesele. Ancak size tavsiyem Halil İbrahim’in Müslümanlıkla ilgili görüşlerini de takip etmeniz. Şu kadarını söyleyeyim ve kendi açımdan kapatayım Kuran-ı Kerim’i iptal etmeden İslamcılık iptal olmaz. Çünkü İslamcılığın özünde doğrudan Kuran’a dönme arzusu, yönelimi vardır. İşte Kuran’ın 7 tane okunuşu vardır vs gibi Kuran’ı görecelileştirerek Bauer’in dediği gibi hakikat iddiasını paranteze alarak ancak “hayat” ile uyum sağlayabilirsiniz. İslamcılık bu açıdan hayatla uyumu esas almaz gerekirse hayatla uyumsuz kalırsın hakikat iddiasının peşinde olursun. Doğruyu söylersin ama bedelini ödebeyebilirsin hayat tarafından dışlanabilirsin. Nitekim İmam-ı Azam’ın başına gelenler böyledir vs.
Emek-Adalet Platformunun “kula kulluğa ve sömürüye karşı” mottosundaki kula kulluğa karşı mottosu İslamcı gelenekten gelen bir mottodur ve bence bundan daha eşitlikçi bir düsturu insanlığın üretmesi kolay değildir. Ben bu şekilde tamamlamış olayım. Okuyanlara da saygı ve sevgilerimle…
Hocam kısa bir dipnot: Sosyalizmin ve liberalizmin eşitlik meselesinde başarıları başka bir tartışma konusu, yorumlarımda “eşitlik sağlarlar” demedim, “öyle ya da böyle, doğru ya da yanlış, eksik ya da fazla bir eşitlik vaatleri vardır” dedim. İdeoloji olarak kabul edilmeleri de bir düzeyde bundan kaynaklanır. İslamcılık ise temelde bir eşitlik vaadinden çok Müslümanların dünya hakimiyeti arzusundan beslenir. Çıkışından şekillenişine, hiç bir aşamada eşitlik fikri İslamcılık için “literally” söz konusu değildir. Birileri yakıştırmaya/yapıştırmaya çalışır. İnandığım Müslümanlığın ise bir eşitlik fikri ve vaadi vardır. Ayrıca İslamcıların, Müslümanların yönetimini teklif ederek eşitlemek(!) dışında bir eşitlik fikri ya da teklifi olan pasajları varsa gerçekten duymak isterim. Bildiğim kadarıyla yok. Siz de gördüğüm kadarıyla referans vermediniz. Bu özeti yapıp kapatayım. Vesselam.
Hocam, İslamcılığın temel metinlerinden bihaber olup da İslamcılıkla ilgili bu kadar keskin yargılarda bulunabileceğinizi vehmetmediğim için sorunuzu görmezden gelmiştim. Ama madem ısrarcısınız Ali Şeriati literatürünün tamamını okuyabilirsiniz. Vesselam…
Hocam Şeriati’nin 10’dan fazla metnin okumuşumdur. İdeolojik olarak İslamcıdan çok Marksist. Müslüman ve Marksist. Kendimi yakın gördüğüm meşrep. Kurucu figür dediğiniz, Afgani, Kutup, Reşit Rıza, Mevdudi gibi batı karşıtı figürleri sormuştum. Şeriati’nin Batı kompleksi yok ve İslamcı saymam onu.