Harun’un (Ali’nin) Verilmeyen Mazbatası
ALİ SERBEDAR
“Mûsâ ile otuz gece (için) sözleştik ve buna on gece daha ekledik; böylece Rabbinin tayin ettiği vakit kırk geceyi buldu. Musa kardeşi Harun’a dedi ki; “Yerime halife olarak geç, halkımı sen yönet, (yönetimi) ıslah et ve sakın müfsidlerin (sultacıların, yolsuzluk yapanların, fesat karıştıranların) yolunu tutma.” (Araf, 142)
Yıllar önce Halefullah’ın Kuran’da Anlatım Sanatı adlı kitabını okumuştum. Oldukça mukni delillerle, Kuran’daki kıssaların Peygamberin ruhsal durumundan bağımsız olmadığını ve kimi zaman tarihsel kimi zaman da sembolik olan hikayelerle aslında tarihi veya mekansal uzaklıklar yerine tam da o gün yaşanan olaylara göndermeler yaptığını söylüyordu. Tıpkı şu anki tarih dizilerinin çoğu zaman gerçekliğinin dışına çıkıp günümüzü refere etmesi gibi.
Ayete dönersek, Hz. Musa’nın Hz. Harun’u halife (vekil) olarak bıraktığı, ama sonra Yahudilerin altın buzağıya taptığı, derken Musa’nın döndüğü Tevrat’ta da geçiyor. Yalnız Tevrat’ta başlarda Harun Musa’ya siyasi olarak da vekalet eden bir figürken, daha sonra salt manevi alanlarda sorumlu bir başkahine dönüşüyor. İslami ıstılahla söylersek velayet siyasi ayağını kaybedip salt irfani alanla tahdid ediliyor. -Bu konudaki Tevrat’ta geçen muhtelif pasajlar için DİA Harun maddesine bakılabilir -. Onun soyundan gelenlere Levililer – Ehli Beyt – deniyor ve ondalığın ondalığı – İslam’da beşte birin beşte biri – onlara veriliyor. Süreç içerisinde Levililer daha çok dini ritüelleri icra ederken, siyasi otoriteden dışlanıyorlar.
Yahudi tarihçiler Musa’nın Harun vefat ettikten sonra birkaç yıl daha yaşadığını ve sonra yerine Yuşa’yı (Joshua) bıraktığını aktarıyorlar. Peki ya Harun Musa’dan önce ölmeseydi? O zaman ne olurdu? Yahudi anlatısındaki Harun’un politik rolden salt manevi role dönüşmesi yine de gerçekleşir miydi? Sanmıyorum. Belki de din devlet ayrımı olmaz, Krallar versus Peygamberler antagonizması yaşanmazdı. Çünkü gerçekten de Musa’dan sonra Yahudilerin serencamı din bir koltukta devlet bir koltukta süregelmişti. Tam da bu noktada bazıların aklına Davud ve Süleyman örneği gelebilir. İslam geleneğinde adil kral-peygamberler olarak hikaye edilen Davud ile Süleyman’ın, Yahudi vakanüvislerce ahlaki zaafları olan krallar olarak tasvir edildiğini hatırlarsak, İslam’ın devlete nazarıyla kendinden önceki İbrahimi geleneğin bakışı arasındaki temel ve hayati farkı yakalamış oluruz.
Bu sürecin bizdeki izdüşümü nasıl oldu peki? Şöyle ki Müslümanlar, imparatorluk tecrübesiyle birlikte Kuran’ın politik ve ekonomik ülkülerinden, gün be gün, adım adım uzaklaştılar. Ortodoks İslam, Yahudi fıkhının yanında bonus olarak yönetimin adil olmasını zorunlu görmeyen Yahudi teo-politikasını da almakta beis görmedi. Böylelikle Harun ve Ali, en bariz haliyle Sufi paradigmada, velayet alanına çekilirken – önce veli kelimesinin anlamı daraltılmıştı -; iktidar, tıpkı Yahudilerde olduğu gibi, güncel Kenanlılarla savaşıp ganimet getiren, dinin içini boşaltırken onun bekâsına hizmet eden yerli Krallara layık görülüyordu. Bu tutum tefsirlere de yansımış olmalı ki Sünni müfessirler, Harun’un hilafetini geçici ve önemsiz göstermeye çalıştılar. Bu yazının dibacesi olan ayetteki ‘halife kıl (ihlufni)’ kelimesini sessizce geçiştirdiler. Halife kelimesinin tam da ‘Peygamber’in halifesi’ terkibinden – ki daha sonra Muaviye bunu Allah’ın halifesine dönüştürecekti – geldiğini unutmayı seçtiler. . Sonuçta Musa’dan sonra yerine Harun geçmediğine göre buradaki hilafet önemsiz olmalı diye düşündüler. Atladıkları bir şey vardı ama: Tarihteki Hz. Harun, Hz. Musa’dan önce ölmüş ve Musa yerine Yuşa (Joshua) geçmişti. Öyle iken Hz. Harun nasıl Hz. Musa’ya varis olabilirdi ki?
Zeyl Bir
“Resulullah, Ali’ye hitaben ‘Senin bana olan konumun Harun’un Musa’ya olan konumu gibidir; ancak benden sonra peygamber yoktur!’ dedi.” (Sahih Müslim, Min Fezaili Ali b. Ebi Talib)
Muhtemelen Peygamber kendisini ikinci bir Musa ve Ali’yi Harun olarak görüyordu. Gerçekten de Hz. Muhammed ile Hz. Musa’nın hikayesi oldukça benzerdi. İkisi de hicret etmişti, ikisi de rahat bir yaşamları varken rağmen ezilenlerin (mustazafların) safını seçmişti, ikisi de yasa koyucuydu, ikisi de geri kalmış bir milleti ileriye taşımıştı…)
Hz. Muhammed’in Hz. Ali’yi Hz. Harun’a benzettiğini Sünniler de kabul ediyordu. Bununla beraber Sünnilerin iddia ettiği gibi Ali’nin Harun veya başka bir sahih hadiste geçtiği üzere Mevla (Dost, Koruyucu) olması sadece manevi sahada olan bir hüküm değildi. Çünkü en başta zikrettiğimiz ayet açıkça siyasi yönetimi ima ediyordu, tıpkı Mevla kelimesi gibi. Gerçekte Peygamberin gönlü Ali’den yanaydı. Bunu birçok kez ima etmişti ve belki de söylemişti. Ama gel gör ki olmadı işte. Vermediler Ali’ye mazbatasını. Daha sonra Sünniler Peygamber’in böyle önemli bir konuda sustuğunu, Şiiler ise Ali’den sonra yine onun soyundan gelen 11 kişiyi daha atadığını iddia ettiler. Halbuki Ali Şeriati’nin dediği gibi Peygamberin Ali’yi seçmesi Haşimilikten ya da 12 İmam inancından değil onun karakteri ve adaletindendi. Gerçekte yaşanan ne Sünnilerin ne de Şiilerin iddia ettiği gibiydi. İhtimal ki hakikat bir kez daha kimselerin bilmediği tarihin tozlu sayfalarına karışmıştı.
Zeyl İki
“Musa kavmine oldukça kızgın, üzgün olarak döndüğünde onlara: “Beni arkamdan, ne kötü temsil ettiniz? (…) Levhaları bıraktı ve kardeşini başından tutup kendisine doğru çekti. (Harun da ona:) “Anamın oğlu, bu topluluk beni zayıf düşürdü ve neredeyse beni öldürmeye giriştiler. Bari sen düşmanları sevindirecek bir şey yapma ve beni bu zalimler topluluğuyla bir sayma” dedi.” (Araf, 150)
Hz. Muhammed ve Hz. Musa’nın yaşadıklarındaki tek fark, ilkinin hiçbir zaman geri gelmeyecek olmasıydı. Ali yalnız başınaydı ve ümmetin çoğu buzağıya (altına) yönelmişti. “Bu ümmetin putu altın ve dinardır” hadisleri sonradan çıkmakla beraber bir hakikate tercüman oldukları kesindi. Zaten Ali de “Ben müminlerin, mal ise onların lideridir.” (Nehcul Belaga) dememiş miydi muarızları için? Ali zayıf düşmüştü ve gücü dinar ve dirheme kapılan çoğunluğu geri çevirmeye yetmemişti. Her gece şehrin yakınındaki kuytu kuyulara gidiyor ve ağlayarak şöyle dua ediyordu: “Allahım, beni bu zalimler toplululuğuyla bir tutma!”. 30 gece (sene) geçmiş ama dönen yoktu seferinden. Bir gün geldi Ali de sefer etti ebediyete ve zalimler de. O bir yana, diğerleri bir yana. Rabbi duasını kabul etmiş ve onu zalimlerle bir tutmamıştı.
Sondan Bir Önceki Söz
Yahudilerin, Harun erkenden vefat ettiği için, yaşasaydı ona biat edip etmeyeceklerini bilmiyoruz. Ama bildiğimiz bir şey var: Hz. Ali, Hz. Muhammed’den çok sonra vefat etti ve mazbatasını aldığı zaman takvimler 24 yıllık bir gecikmeyi gösteriyordu. Bildiğimiz bir şey daha var: Bizler adaletle yöneten Peygamber yerine bizden öncekilerin ‘Peygamberin vahyini kralın otoritesine karıştırtmayan siyasi tecrübesini’ taklit ettiğimiz için, gerçek dinin, tarihte kalmış hükümler olarak değil, safi adalet ve aşkınlık ruhu olarak politikaya ve ekonomiye rengini vermesi yüzyıllardır erteleniyor. Siyasette gördüğümüz ya sahte din ya da ruh yerine ceset olarak karşımıza dikilen bir ucube.
Sonsöz
Tarih aynı noktaya dönüşlerle değil ama dönüşsel (heleozonik) ilerlemelerle yoluna devam eder. İsa ya da Godot ya da 12. İmam hiç bir zaman dönmez. Ama onların misyonları bambaşka kişiler ve ideolojilerle güncele taşınır. Demem o ki onların dönemeyeceği gerçeği dünyanın daha güzel, daha huzurlu ve daha adil olmayacağı manasına gelmez. Öyleyse umutsuzluk bize yakışmaz. Ne güzel demiş Kierkegaard: “Umutsuzluk ölümcül hastalıktır.” Akif’e göre ise alçak bir ölümdür: “Atiyi karanlık görerek azmi bırakmak / Alçak bir ölüm varsa, eminim, budur ancak.” Bu yüzden ‘sağlam bir ip’ olan umuda sıkı sıkı tutunmalıyız. Elbette ki sadece umut etmek yetmez, çünkü Tanrı’nın Krallığı (salihlerin ve mustazafların yönetimi) bir hayal olmaktan çok daha fazlasını hak ediyor. Öyleyse mücadele ederek umut etmeye devam. Zira altının değil, Harun’un sözünün geçtiği bir dünya için yalnız beklemekten daha fazlasını yapmamız gerekiyor.