Devraldığımız Şeyler
NİSA NUR KURT
Post-yapısalcılıkta fenomenolojinin ya da varoluşçu felsefenin etkilerini ve tartışmalarını görmek mümkündür. Post-yapısalcılık, yapısalcılık sonrası, yapısalcılığın açtığı alan içinde oluşmuştur. Post-yapısalcılığın ana tartışma konusu dil meselesidir. Bir başka ifadeyle yöntemin kendisini açması için dil meselesine ihtiyacı vardır.Post-yapısalcılığın yöntemsel düşüncesinin oluşumunda başı çeken Derrida, post-yapısalcılığın yapısalcılıktan farklılaştığı en önemli ayrımın, gösteren (signifier) ile gösterilen (signified) arasındaki ilişki olduğunu düşünüyor. Bu anlamda dil meselesi, kelimelerin (gösterenler) işaret ettiği anlamı yani (gösterileni) temsil kabiliyetini analiz etmek için uygun bir zemin olarak görülüyor. Yapısalcılığa göre gösteren ve gösterilen arasındaki ilişki, daha sabit ve sürekli bir temaya bağlı kalıyor; kelimeler, işaret ettiği anlamı sabit bir şekilde temsil eden şeyler olarak tanımlanıyor. Burada belki de post-yapısalcılara geri dönmemiz gerekir; post-yapısalcılarda sanıldığının aksine nesnel ve değişmez bir sabitlik olmadığı düşüncesi geçerlidir. Aynı anlamı birçok dil farklı kelimelerle ifade eder; aynı kelimeler tarihsel süreç içerisinde farklı anlamları temsil eder. Dolayısıyla bir kelime tek başına anlamı temsil açısından yeterli değildir. Her kelime bir başka kelimeyle açıklanmak durumundadır ve bu süreç devamlı bir anlam zinciri yaratır. “Anlam sürekli ertelenir.” (Özkaya, 2020) Dolayısıyla anlamın temsili sabit olmadığından kendisi için bir konumdan söz etmek de mümkün değildir. Anlam, bağlamdan bağlama geçer ve her geçişte sabit kalması mümkün değildir. Dil, insanların üzerinde uzlaştığı bir şeyden farklılaşarak, kendilerinin de içerisinde yaratıldığı bir oyuna dönüşür. Bu oyun devralma ve devam etme oyunu olmayı sürdürür.
Bu bağlamda post-yapısalcılığın en önemli temsilcilerinden biri olan Michel Foucault, kendi yöntemsel bakışını “söylem” kavramı üzerinden geliştirmektedir. Kelimeler aracılığıyla yaratılan anlatı bu kavramın içini doldurmaktadır. Kelimelerin kendi başlarına bir anlamı temsil etmede yetersiz görülmesi süreci, söylemin de benzer şekilde rastlantısallıktan uzak ve kapalı bir sistem içerisinde geliştirilme sürecinde de geçerliliğini korumaktadır. Söyleme sınırlandırmalarla, düzenlemelerle belirli bir şekil verildiğinde, bir sabiteye oturtulduğunda o artık bir akışın aksine merkezileşmenin ürünü olmaya başlamaktadır. Dolayısıyla Foucault’un erk okuması da bu yöntemin bir gerekliliği olarak gün yüzüne çıkmaktadır.Yöntem dememiz ise bu sürecin büyük bir paradoksla/devinimle karşı karşıya olduğuna vurgu yapmamızdan ileri gelmektedir. Zira Foucault, Söylemin Düzeni adlı eserinde söylemin içsel sınırlandırmaları adı altında kendi kendini denetlemesini açıklar. Bunun bir örneği de disiplinleşme sürecidir. Disiplin kendi yöntemi içerisinde bir “doğru yol” oluşturur. Doğrunun da yanlışın da kararı ancak bu söylem içerisinde verilir. Bu nedenle Foucault’un söylem analizinin post-yapısalcı bir yöntemin sınırları içerisinde yaratılması da benzer bir devinime işaret eder. Burada belki de sorulması gereken sorulardan biri, söylemin günlük yaşamda sınırlandırmalar ve düzenlemelerden uzak olarak salt bir rastlantısallık içinde var olup olamayacağıdır. Foucault, Söylemin Düzeni’nde içine düştüğü devinimi şu şekilde ifade eder: “Söylem artık kendi gözü önünde doğmakta olan bir doğruluğun yansıtılmasından başkaca bir şey değildir… Böylece söylem gerçekliği içinde, kendisini onu anlamlandıran şeyin buyruğuna bırakarak, kendi kendini iptal eder.” (1987, s. 49)Yaşamın akışı içinde sözü alan, konuşmaya başlayan ve bunu bir süreklilik içinde gerçekleştiren her özne için kendi kendinin iptalinin geçerli olmaya başladığını söyleyebiliriz.
Foucault, Söylemin Düzeni adlı konuşmasında söze başlarken bir başlangıçtan kaçmak istediğini şöyle ifade eder: “Böylece başlangıç olmayacaktı ve söylemin kendisinde kaynaklandığı kişi olacak yerde, onun uzayıp gidişinin rastlantısallığında zayıf bir boşluk, olası eriyişindeki bitiş noktası olacaktım.” (1987, s. 21) Burada Foucault, başlangıcın bir akıştan yoksun olması düşüncesinin eylemdeki karşılığının, onun merkezileşmeyle eş değer bir erkin içine dahil olmasına kadar vardığını ifade ediyor gibidir. Nitekim başlangıç fikri, değilleri üzerinden okunduğunda sınırlandırılmış bir sabiteye işaret etmeye başlıyor. Metinde başlangıcın, merkezi bir iktidar söylemine yaklaştığına dair dolaysız bir inceleme söz konusu olmasa da bu durumu, söylemin rastlantısallığının önüne geçtiği ifade edilen şeylerle ilişkilendirmek zor görünmüyor. Zira sözü yoktan yaratmak, söylemin rastlantısal anlam akışında uzayıp giden bir yöntemsellikten çok, dışarıdan ve içeriden sınırlandırılmasının bir ifadesi olmalı.
Michel Foucault, Söylemin Düzeni’nde biz okuyucularına söylemin rastlantısallığının sınırlandırılıp denetlenmesini anlatıyor. Bunun usullerinin ise birçok çeşidi olduğunu ifade ediyor. Söyleme dışarıdan ve içeriden müdahale etmeyi, hiç kuşkusuz bu usullerin birer ifadesi olarak ele alıyor. Bir üçüncüsünde ise bunlardan farklı olarak, söylemi söyleyen kişilerin seyrekleştirilmesi sürecini inceliyor. Foucault’a göre dışarıdan müdahaleler söylemin erki ve arzuyu devreye sokan yönüyle ilgilenirken; içeriden müdahaleler ise söylemin sınıflandırma, düzenleme, paylaştırma ilkelerini devreye sokan yönüyle ilgileniyor. Konuşan kişinin sınırlandırılması ise söylemin düzleminin sürekliliğini sağlamak için tedavüle giriyor. Biz burası için söylemin Yahudileşmesi adını verdik. Ancak o düzlemin soyuna(akışına) dahil olunduğunda konuşma hakkı veriliyor.
Kendisiyle söylemin denetlenip sınırlandırıldığı usullerden biri olan dışlama usullerini ise yasaklanmış söz, deliliğin paylaşımı ve doğruluk istenci olarak ifade edilen sistemsel bir anlatım olarak yaratıyor. Foucault, yasaklanmış sözün en fazla çoğalma imkanı bulduğu yerlerin ise cinsellik ve politikaya ait bölgeler olduğunu ifade ediyor. Söylemin bu düzleminde yaratılan sınırlandırma, cinselliğin arzuyla ve politikanın da erkle olan ilişkisini yeniden oluşturuyor. Bu yaratı, Modern dönemin yaratısına benzer şekilde “ayrık otlarını” temizleyici bir işlev üstleniyor (XIX. yüzyıla gönderme yapılıyor). Burada yaratılan söylem içerisinde doğru ve yanlışa karar verildikten sonra, gerekli ve uygun olanlar ayıklanmaya başlıyor. İkinci bir usul olarak deliliğin tarihi aktarılıyor. Foucault, deliyi “Orta Çağ’ın derinliklerinden bu yana söyleminin diğer insanlarınki gibi yayılabilmesine imkan bulunmayan kişi.” (1987, s. 24) olarak tanımladıktan sonra tarihsel bir yönteme başvuruyor. Tarih, birçok konuda iyileştirici olan misyonunu Foucault’un bu söyleminde de üstleniyor ve Foucault bu misyon aracılığıyla deliliğin değişkenliğine vurgu yapıyor. Dolayısıyla “deli” kelimesinin tarihsel bağlam içerisinde değişime uğradığını ve bugün kendisine atfettiğimiz sabiteye bağlı bir anlamı olmadığını ifade ediyor. Tarihin cilvesinden yararlanılarak değişkenliğine atıf yapılan bu örneğe bir tane de bizim eklememizde sanıyoruz sorun olmaz. Nasıl oluyor da Hitler kendi döneminde milliyetçi bir kahraman olarak görülürken kendisinden sonra gelen toplumlar için bir faşist olarak tarihe yazılıyor? Daha sonra delilik kategorisinin bir sabiteye oturtulması sürecinde kurumların önemli rolleri üzerinde duruyor Foucault. Özellikle XIX. yüzyıldan sonra kurumlar, söylemin oturtulması ve gelecek nesle aktarılması için önemli bir aktör olarak tarih sahnesinde rolünü almaya başlıyor. Son olarak doğruluk istenci usulünü diğer iki usulden daha farklı bir yere koyarak bitiriyor. Zira doğru bilgi istenci diğer dışlama usullerini de şekillendirme kudretine sahip olarak görülüyor. Burada Foucault’un konuşmasının başında değindiği Yunanlıların ahlak anlayışına atıf yapmakta fayda var. Doğru bilgi istenci, Yunanlılar için dini bir temele dayanmıyor. Yunanlılar ahlakı, günlük yaşamın daha doğru ve iyi nasıl sürdürülebileceğine bir cevap olarak yaratıyorlar. Erkeklerin erkeklerle beraber olması, cinsiyet sorunu olarak değil bir erk sorunu olarak ele alınıyor. Genç bir erkeğin yetişkin bir erkek tarafından edilgen hale getirilmesi erk açısından onur kırıcı olarak görülüyor. Bu anlamda Yunan bilgi anlayışının, toplumun her kesimi dönüştürücü bir genelleştirmeden uzak ve aynı zamanda Modern dönemin, eleyici, tek tipleştirici ve rasyonelleştirici bilgi anlayışından farklı olduğu üzerinde duruluyor; doğru bilgi istencinin tarih sahnesindeki farklı bağlamlarda kazandığı söyleme vurgu yapılıyor. Neticede doğruluk istenci, diğer bütün söylemlerde olduğu gibi kurumsal baskı gücüyle sürekli ve yeniden yaratılma imkanı buluyor.
Daha sonra kendisiyle söylemin denetlenip sınırlandırıldığı usullerden, içsel olanlar ele alınıyor. Burada Foucault söylemin denetlenmesi için, “Söylemin kendileri, kendi kendilerini denetlemektedir.” (1987, s. 31) der. Bu durum, söylemin oluş ve rastlantı boyutunu denetlemeye başlar. Yorum, söylemin içini boşaltması açısından örnek veriliyor. Yorum, kendisine sınırsız sayıda söylemin üretilebileceği hareketli bir alan ve üzerinde hareket imkanı bulduğu metnin sabitliğinin nesnel gerçekliğini koruduğu durağan bir alan olmak üzere iki boyutuyla ele alınıyor. İki durumda da daha farklı söylemler ortaya çıkacaktır. Yazar ise söylemin içinin boşaltıldığı ikinci bir alan olarak anlatılıyor. Burada yazarın kendi anlam haritasında yarattığı söylem düzleminin kendisi olmadığında nasıl kayganlaşıp zenginleşebileceği anlatılıyor. Bu fikrin, belki de post-yapısalcıların yazarın yazıyı yazdıktan sonra öldüğü fikriyle uyumlu olduğunu söyleyebiliriz. Aynı şekilde post-yapısalcı söylem; yazar için yazısını yazdıktan sonra öldüğünü, okuyucunun artık yaratım işlemini devraldığını, anlamın okuyucu tarafından inşa edildiğini ifade eder. En azından bizim bu hikayeden anladığımız bundan ibarettir. Bu devralma sürecinde yeniden yaratımın nerede nesnesini kaybetmeye başladığı, bir başka sorun olarak karşımıza çıkıyor. Nesneyi kaybedişin, yaşamın içerisinde nasıl bir kaos yarattığı önemli bir sorun olarak bizi bekliyor. Bizler, okuyucu olarak okuduklarımızın hepsini bir atıf (yazar bilgisi) bağlamında zihnimizde tutamıyoruz ve zamanla nesnesini kaybeden bu bilgiler bizim söylemimiz içerisinde farklı anlamlara dönüşüyor. Foucault, bu sorunu tahmin etmiş olmalı ki konuşmasında bizce belirli ölçüde (teoride) bir cevap veriyor: “Ancak bu, onun, o gerçek yazarın kendilerinde onun öfkesini veya düzensizliğini taşıyan bütün eskimiş sözcüklerin ortasından fışkırıveren o adamın(yazarın), gerçekten de var olmuş olmasını engellemez ki.” (1987, s. 36)
Son olarak tüm bu anlattıklarımızla oldukça bağlantılı olduğunu tahmin ettiğiniz üzere, konuşan kişinin sınırlandırılması ele alınıyor. Burada söylem alanı dışarıdan gelen “yabancı”lara kapılarını kapatmaya başlıyor. Tanımlı sınırlar içerisinde konuşmacı, belirli söylemi seslendirmek için orada her söz aldığında istemsizce de olsa söylemin sınırlandırmalarını pekiştirici bir konuma çekiliyor. Foucault’un tüm bu düzene eleştirel yaklaşmaya niyetlendiği konuşmasına başlarken söz alma çekincesini ifade etmesi, daha anlaşılır olmaya başlıyor.
Neticede Foucault karşı çıktığı şeyin sınırlarını pekiştirme handikapıyla karşı karşıya kalabileceğini biliyor. Nitekim “Söylemin rastlantısallığının önüne geçilmesi sürecinin eleştirisinde yaratılan söylemi rastlantısal kılmaya muktedir olabilecek miyiz?” sorumuzun da farkında. Ona göre devraldığı sistemin akışından kopuk, devraldığı sistemden başka ve öncesi olmayan bir söylem inşa etmek pek mümkün görünmüyor. Öyle ki tıpkı konuşmaya başlarken kendisinden önce birinin konuşmasını istediği gibi, yarattığı söylem analizini de kendisinden önce birinin söylemiş olmasını uman; bu yüzden sürekli geriye dönüp kim var diye bakma isteğiyle dolu bir bakış söz konusu. Fakat biz bugün bir başlangıç noktasından bahsedebiliyoruz: Yani Foucault’dan.
Kaynakça
Badiou, A. (2013). Etik-Kötülük Kavrayışı Üzerine Bir Deneme. İstanbul: Metis Yayınları.
Foucault, M. (2006). Deliliğin Tarihi. Ankara: İmge Kitabvi Yayınları.
Foucault, M. (1987). Söylemin Düzeni. İstanbul: Hil Yayıncılık.
Özkaya, A. (2020, 08 12). 01 29, 2021 tarihinde Evrim Ağacı: https://evrimagaci.org/postyapisalcilik-nedir-9150 adresinden alındı