Sami Özbil – İslam ve Sol Çalıştayı İçin
Kocaeli’ndeki Kandıra 1 No’lu F Tipi Cezaevi’nde tutuklu olan yazar Sami Özbil’in, 25-26 Ocak 2020 tarihlerinde İnşa Kültür Evi’nde yapılan 2. İslam ve Sol Çalıştay’ı için gönderdiği tebliğ metnini adilmedya.com‘dan iktibas ettik.
SAMİ ÖZBİL
Çocukluğuma dair anımsayabildiğim en eski resim evimizin misafir odasına dair, seccadenin sağ ucu kıvrılmış, belli ki az önce namazını bitiren babam, önünde saksıların dizildiği pencereye dönmüş Kur’an okuyor. Kanepede onu dinlerken uyuya kalıyorum. Bir ara dedemi görüyorum seccadede. İkindi üzeri uyandığımda bu kez annem aynı seccadede, eteklerin ucunu ayak parmaklarıyla çekilerek namazda.
Bahsettiğim görüntü genel olarak din-inanç ve özel olarak İslam ile kişisel ilişkimin tarihidir. Bu coğrafyadaki pek çok insan gibi ben de İslam ile tanışmadım, o kültürün içine doğdum. Dolayısıyla konuya dışarıdan değil içeriden bakıyorum. Politik düzlemde ya da başka kendimi var ediş biçiminde her ne isem, onun kültürel zeminini hazırlayan evreni oluşturan ailemde, çevremde gördüğüm, daha sonra devrim ve sosyalizm mücadelesine katılırken herhangi bir esaslı çelişki yaşamadığım değerler bütünüdür. Fetüsün içine doğup büyüdüğü anne rahmi neyse benim açımdan İslam odur. Tıpkı bir başkası bakımından Hıristiyanlığın, Yahudiliğin veya bir başka inancın öyle olabileceği gibi.
‘’Peki ama hangi İslam?’’ sorusunu bir başka yerde tartışmak üzere İslam ile sosyalizmi bir tutuyor değilim ve böylesi yakıştırmaların aşırı bir öznellik taşıdığına inanıyorum. Farklı iki siyasal toplumsal inşayı öngören İslam ve sosyalizmi birbirinin kapı komşusu saymak, sanırım daha eşit ve rahat bir etkileşimin önünü açacaktır.
Doğup büyüdüğüm mahallede Yugoslav göçmenleri, Jivkov zulmüne maruz kalan Bulgaristan Türkleri, Araplar, Yunanistan’la mübadele sonucu gelen Türkler, bizim gibi Cumhuriyetin ilk yıllarında sürgüne çıkarılmış kimi Kürt aileler bir aradaydı ve herkesin kapısı birbirine açıktı. İnançlar üzerinden kimsenin dışlandığını yahut kınandığını hatırlamam. Cuma, Teravih ve Bayram namazları dışında Camiler asıl olarak yaşlıların sohbet yeriydi. ‘’Kalubeladan beri Müslüman’’ olduklarını öğrenen çocuklar bununla ne övünür, ne dövünürdü. Bütün din ve inançların birbirleriyle eşit olduğu, birinin diğerine üstün tutulamayacağı duygusu ile büyümenin ruhsal konforunu ve koruyuculuğunu hep hissettim.
Bahsettiğim çerçeve, İslam’ın gündelik hayatta otantik bir kültürel değer halinde yer ettiğine, amel ortaklığında buluşulduğuna işaret eder. Cüz kesesiyle yollandığım ‘’Kurs’’ta, hoca kulağımı çektiğinde o iki katlı yapının camlarını taşa tuttuğumda Cami hocası bana kızmak yerine ‘’iyi yapmışsın’’ diyerek bir mendil dolusu ceviz ikram ettiğinde de muhtemelen aynı hassasiyetlere sahipti. Vakit, Cuma, Bayram, Tesbih, Teravih namazları için bir günden bir güne ailemden kimsenin ısrarına muhatap olmadığım gibi bunları kıldığımda da hususen övülmedim. Ancak iyilik yaptığımda, mesela birine yardım ettiğimde herkesçe teşvik edildim. Tekrar olabilir ama bulunduğum çevrede insanlar evrensel sayılan müşterek davranış-eylem değerlerini üretmek üzerinden birbirlerini eleştirir veya olumlardı.
Babam ömrü boyunca içki içmedi ama içenlerin aleyhine konuştuğunu görmedim. Ben bir sezon boyunca gece kulübünde çalışırken içki içmediğim gibi içenleri kınamak aklımdan geçmedi. Ancak faizcileri herkes kınar ve etrafındakileri aldatanlar müştereken tecrit edilirdi. O vakitler partisi için ilçe ilçe, köy köy dolaşan Necmettin Erbakan’ın popüler olduğu yıllardı ve ondan bahsedilince çevremdekiler tebessüm eder ve doğrusu din dünyasını siyasi parti için kullandığı gerekçesiyle pek ciddiye almazdı. Bahsettiğim sosyal çevre ve geleneği ve geleneğin metamorfozu sayılabilecek AKP’ye oy vermedi. Kendilerine birilerinin din merkezli bir yerden kural koyucu ifadelerle din öğretmesine mesafe koymayı sürdürdü. Allah ile kul arasında olan ve temel kaideleri bilinen bir dinin mensuplarından birilerinin Allah’ın mülk edinip kendi din yorumunu hakim kılarak hükümran olma despotluğu Batılı sömürgecinin Doğu dünyasındaki tutumu gibidir ve bütün dönemlerde türlü biçimlerde reaksiyona yol açması kaçınılmazdır.
Türkiye’deki devrim hareketlerine katıldığımda Politzer’in felsefe notlarındaki iptidailikle cebelleşirken bu nevi kitapların sosyalizm mücadelesine katılımı engellediğini düşündüm. Muhtemelen pek çok genç ‘’felsefenin ilk sorusu’’ uydurmacılığı üzerinden üretilen ‘’İnsan mı Tanrı’yı yarattı, Tanrı mı insanı? ilk soru budur.’’ şablonu yüzünden sosyalizmden uzaklaşmakla kalmadı, sosyalizmi din karşıtı olarak etiketledi ve bayraktarlığını ‘’burjuvazinin’’ yaptığı din karşıtlığı devrimcilere kilitlendi. Türkiye’deki sıralı iktidarların tamamının o bakış açısına teşekkür borcu bulunuyor.
Bildiğiniz gibi Marx başlı başına bir din araştırması yapmadı ve Doğu’ya bakarken, sınıf savaşları üzerinden okuduğu tarihin din mücadeleleri biçiminde aktığını gördü, anlamaya çalıştı. Doğu dediğimiz coğrafya bir avuçluk Akdeniz havzasının güneyinden Çin’e kadar olan devasa alandır. Üç büyük dinin ve belli başlı bütün geniş katılımlı dinsel inançların membasıdır.
Geçen yüzyılda ailesi yedi kuşaktır hahamlık yapan ve ellerinde bulunan pek çok kaynağı okuyan Rosa Luxemburg din ve toplumsal özgürlük mücadelelerine önem verirken Essenilerden Hz. İsa’nın havarilerine dek kimi başlıklara değinmiştir. Lenin de din ile ilişkiyi, o toplumsal koşullarda politik devrimci partiyi merkeze alarak tartışmıştır. Onlardan bağımsız olarak Ernest Bloch ve Walter Benjamin gibi pek çok düşünür mesele üzerine kafa yordu, tartıştı. Bahsettiğim örneklerde odakta olan din Hristiyanlık veya Yahudilikti. Onların kendi kültürel, siyasal tarihleri bakımından bu dinler üzerinde durması ne denli olağansa bizim coğrafyamızda ki sosyalistlerin İslam ile etkileşiminden bunca uzak durmaları o denli yadırgatıcı.
Nihayet bütün dinler bir çürüme, bozulma ve kaos ortamına zuhur eden tarihsel devrimlerdi. Hz. Muhammed’in devrimi aynı zamanda başarıya ulaşan bir siyasal devrimdir ve döneminde yaşasam onun ordusuna katılır, yahut o devrimin fikirlerini topluma taşımaya çalışırdım. Lenin’in bir başka vesileyle söylediği gibi sosyalizm insanlığın geçmiş bütün birikimini açık ve aynı zamanda onu içeren bir siyasal toplumsal anlayışa sahiptir. Hz. Muhammed’in ‘’Biz kendimizden önceki doğruları tasdik, eksikleri tamamlamaya geldik.’’ ifadesi ile katıldığım yaklaşım arasında büyük bir örtüşme olduğuna inanıyorum.
Türkiye’deki sosyalist hareket ise önemli oranda Kemalist modernizmin etkisi altında şekillendi. Elbette Mustafa Suphiler yazılarına, seslenişlerine besmele ile başladı, kişisel düzlemde hassasiyetler hep vardı. Ancak Kemalizmi olumlama ve sol Kemalizm ile hısımlık ilişkisi biçimindeki tarihsel eğri, kılık kıyafet düzenlemesinden ’Harf inkılâbı’na varasıya kimi düzenlemelerde sorgulamaksızın, ‘’kendinde ileri’’ yan buldu. Durum başörtüsü zulmüne karşı ‘’türban’’ kelimesi üzerinden söz almaya ve tıpkı müstakil bir Kürt özgürlük sorununu inkar etmek için sığınılan ‘’Benim de Kürt arkadaşım var.’’ yüzeyselliği gibi ‘’Benim annem de türban takıyordu.’’ sıradanlığına vardırıldı.
Ancak hemen aklınıza gelecek başlıca isimlerden biri olan Dr. Hikmet Kıvılcımlı gibi İslam’ı anlamaya onunla etkileşime girmeye önem veren sosyalist isimleri saymak da mümkün. Onun asıl önemi bana kalırsa söylediklerinin doğru veya yanlışlığından çok bu toplumsal gerçekliği erken fark ederek müdahaleye girişmesidir.
Toplumu bölen, uçlaştıran sesler genellikle daha fazla duyulur. Bugün de politik İslamcılıkla onun düşman ikizi ‘’laikçi’’ solculuğun sesi daha fazla duyuluyor. Bu karşıtlık iki tarafı birden besliyor. Birinin halkın başına devletçi İslamcılığı bela etmeye çalıştığı, diğerinin kesif bir milliyetçiliğe açıldığı kolaylıkla söylenebilir. Yeniden imal edilmiş türev devlet dinciliği ile yeniden imal edilmiş türev devlet milliyetçilikleri içinden geçtiğimiz dönemin başlıca belalarındandır.
Ancak İslam ile sol bahçesinde ucuz karşıtlıklara tenezzül etmeden, akıntıya karşı direnen görüşler öne süren ve yüz akı tutumlar alan sosyalistler de bulunuyor. Bu bahiste bilhassa Sırrı Süreyya Önder, Tanıl Bora’yı anarak hatırlatmak isterim. Bu vesileyle şunu da ifade etmeliyim, mesela Türkiye’de İslami çevrelerin dışındaki pek çok kimse Ebu-Zer Gifari’nin isminden Sırrı Süreyya Önder’in yazdıkları ile haberdar oldu. Kendi mahallelerimize kapanmak, dar grup dünyaları içinde yanıp tutuşmak, geniş toplumsal kesimler ile buluşmadıkça tayin edici düzlemde önem taşımıyor. Dolayısıyla İslam’ın şu veya bu yorumuna yaslanan, onu kendi politik amaçlarının aparatı haline getirmeyi kapsayan sert bir dil veya ajitatif ifadeler dar çevreleri boşluk edebilir. Ama bu aynı zamanda kendi kendini tecrit riskini de bağrında taşır. Bana kalırsa sözü ve düşünceyi olabilecek en geniş kesimlere duyurarak halkın katkılarıyla zenginleşmektir aslolan.
Solcu kelimesinden oldum olursa hoşlanmadım. Zira ben bir solcu değil; devrimciyim. Devrimci siyasal mücadeleye katılırken haliyle babamla çatıştık. Tahmin edileceği gibi ona göre bu işlerin sonu yoktu. Evde Kısas-ı Enbiya türü dışında kitaplar olmadığı halde nasıl olur da solculara katıldığımı bir türlü anlamıyor, dahası kabullenmiyordu. Tam da ailemde öğrendiklerim vesilesiyle devrimci olduğuma ve her iki değer sistemi arasındaki karşıtlık bulunmadığına inanmıyordu. Çünkü Yeşil Kuşak Projesi döneminde Türkiye’deki devlet iktidarlarından nemalananlarca dolaşıma sokulan psikolojik savaş ifadelerini hakikat sayıyordu ki bunları sorgulaması, tanığı olduğu 19 Aralık ölüm oruçlarına dek pek çok hadisenin yaşandığı 10-15 yılda mümkün oldu. Onun bakış açısına göre şayet solcu olmak gerekseydi kendisi zaten 12 Eylül öncesinde olurdu. Babasının ısrarla olmadığı bir şeyi oğlu nasıl oluyordu? İçerlediğini biraz da buydu. Bana hiç kitap almadı ve bir seferinde yanıma Kur’an ile geldi. Elbette bana alacağı yegane kitabın o olduğunu söylemek için.
Çöl Kimseyi Sevmiyordu romanına başladığımı haber verdiğimde, o güne dek yazdıklarım hakkında tek kelime etmeyen ve annem aracılığıyla ‘’gözlerine yazık etmesin’’ diye dolaylı olarak fısıldamakla yetinen babam ‘’Peygamberin hatırasını incitme’’ dedi. ‘’Malını mülkünü insanlara dağıttı, ölürken sadece 7 dirhemi vardı.’’ Oğlunu babasına karşı müdafaa eden annemin bütün bu dönemlerde oldukça yumuşak davrandığını ve mesela bir seçimde her nasılsa oğlunun arkadaşlarının partisi olduğunu düşündüğü Komünist Parti’ye oy verdiğini sevinçle söylediğini eklemeliyim. Bahsettiğim roman baskı aşamasındayken babamı kaybettim. Ancak son çıkışlarını eve yollamıştım. Ömrünün son günlerinde çocukken benim onun Kur’an okuyuşunu dinlediğim gibi, kardeşimin ona parça parça okuduğu romandan memnun kaldığını öğrendiğimde mutlu oldum.
Beş yıl arayla vefat eden babamla annemi kabirlerine bizzat yerleştirdim. Annemi toprağa verip taziye için döndüğüm evde çocukluğumdaki seccadeye rastlayınca çok yakın bir arkadaşımla buluşmuş kadar sevindim. Alınlığı ve ayak basılan tarafı epey yıpranan, dedemin, babamın, annemin ve çocukluğumun tanığı o seccade hala evde. O akşam kardeşim kadife kesedeki Kur’an’ı da gösterdi. Çok şükür ikisini de muhafaza etmişlerdi. Malum olduğu üzere aslında ‘’yerlisi olmayan’’ herkesin göçmen olduğu Türkiye’de kimi aileler geçmişe, köklerinin derinliğine ve bir sahiplik hali ile iktidar alanına vurgu yaparken, yüzlerce yıllık aile yadigarı broşlarla kimi ziynet eşyaya atıf yaparak bunları sonraki kuşaklara devreder. Kardeşlerimle bana kalan en eski aile yadigarı ise birkaç nesildir bizde duran, iyice aşınmış bir seccade ile bir Kur’an’dır.
Eşitliğin, adaletin, dayanışmanın hakim olduğu bir ülke ve dünya mücadelesinde yer almanın huzuruyla hepinize saygı ile selamlıyorum.