Özgürlük Teolojisinin İmkânları Üzerine (8) – Hariciler ve Tekfir İdeolojisi
İslam tarihine Hariciler olarak geçen grup, Hz. Ali ile birlikte, Cemel’e ve Sıffin savaşına katılmış olan, Amr bin As’ın kurnazlığı sonucunda mızrak ucuna takılan Kuran sahifeleri nedeniyle, savaşmaktan vazgeçen ve Ali’yi savaşmaktan alıkoyarak, hatta bunu cebri bir şekilde yaparak, anlaşmasını isteyen fakat hakem olayından sonra yine Muaviye ve Amr’ın kurnazlığı neticesinde halifeliğin Muaviye’ye geçmesi ile birlikte, gelip Ali’nin yakasına yapışan ve onun kâfir olduğunu ve tövbe etmesi gerektiğini söyleyen, genellikle Yemen’li bedevilerden oluşan gruptur.
Ali Şeriati bu grubu şöyle tasvir eder.
“Ali, yenilgi sırasında bile Müslümanların yenilgiye uğradıkları cephede bile Kasitin’e karşı muzaffer oldu. Ama aynı Kasitin maskesini ve şiarlarını Ali’nin cephesine katılınca ve Müslümanlar putu atmak ile Kuran’ı almak arasındaki farkı anlayamayınca Ali yenilgiye uğradı. Çünkü sıradan halk artık cepheleri ve yönleri kaybetmiştir. İslam’ı küfürden, adaleti zulümden, Muaviye’yi Ali’den ve şirk cephesini, tevhid cephesinden ayırt edemiyor ve hatta Ali’yi savunacakları yerde ona diyorlar ki, ‘Eğer Muaviye’nin bayrağına karşı kılıç çekersen Kuran’a hakaret etmiş olursun, bu durumda biz de sana kılıç çekeriz.’
Çünkü Kasitin, Uhud’da Hubel putunu bayrak edinmişti, şimdi Sıffin’de ise Kuran’ı! Burada cephelerin nasıl değiştiğini, toplumsal bilincin, halk bilincinin ve yargılarının nasıl değişime uğradığını görüyoruz. Durum o kadar değişmiştir ki, İslam’a iman eden ve Ali’nin velayetine inanan sıradan halk, Ali’yi Kuran’a hakaret etmekle suçluyor ve hatta onu ölümle tehdit ediyor. Ancak Amr bin As’ı ve Muaviye’yi, Kuran’ı şiar edinen, Kuran’ı ve Kuran’ın saygınlığını koruyan ve ihtilafı önlemeye çalışan kişiler olarak görüyorlar.” [1]Ali Şeriati, Ali, s.238.
Sıffin’de savaşın durdurulması için Ali’ye kılıç çeken ve hakem olayını kabul edenler hayal kırıklığına uğrayınca bu sefer, Ali’nin hakkı olan hilafeti almayıp hakem olayını kabul etmesini kâfirlik olarak kabul ettiler ve kendilerinin büyük bir günah işlediğini ve tövbe ettiklerini, Ali’nin de tövbe etmesi gerektiğini iddia ettiler. Ali bu iddia karşısında kendisini savundu ve savaşın kazanıldığı bir zamanda düşmanın yaptığı bir hile nedeniyle savaşı kazanamadıklarını ve bunun en büyük sorumlusunun onlar olduğunu söylüyordu. Kendisi herhangi bir günah işlememişti ve tövbe edecek bir durum göremiyordu. Bunun üzerine hariciler kendilerini Ali’den de, Muaviye’den de hatta Amr’dan da ayırarak Havaric olarak ilan ediyorlar ve ‘aramızda hükmü Allah verecektir.’ diyorlardı.
“Buradan iki sonuç çıkıyor; Birisi pratik, öteki teorik sonuç. Pratik sonuç şudur: Emevilerle hakeme gitmeyi kabul eden Ali’ye başkaldırmış olan Havaric’in, Emevilerle kılıç dışında bir ilişki kurması hiç bir biçimde mümkün değildir. Bizi burada ilgilendiren teorik sonuç ise şudur; Havaric Ali’yi, Muaviye’yi ve onların yandaşlarını tekfir edince (imandan çıkmış görünce),’küfür’ meselesini tartışmaya açmış oldular. ‘Küfür’, iktidarın karşıtı olduğundan, imanın da, hatta her şeyden önce ne anlama geldiği belirlenmelidir. Böylelikle küfür ve iman meselesi tartışmaya açılmış oldu ve anlamlarının belirlenmesiyle ilgili görüş ayrılığı da zorunlu olarak siyasi bir tutumu içerir oldu.”[2]Muhammed Abid Cabiri, Arap İslam Siyasal Aklı, s.387.
Böylece eş zamanlı olarak, Cebriyye yani insanın iradesini ortadan kaldıran Emevi görüşü, bunun yanında, iyi şeylerin, eylemlerin Allah tarafından yapıldığı, kötü işleri ise insanın kendisinin yaptığını iddia eden Kaderiyye ortaya çıkıyor. Hariciler ise, Müslümanların arasına büyük bir fitne girdiğini ve bu fitnenin başları, Ali, Muaviye ve Amr olduğunu söyleyip, bunların kâfir olduğunu iddia ediyorlardı. Yazının başlığından da anlaşıldığı üzere, hariciler kendilerinden başka herkesi, büyük günah işlemekle ve derhal tövbe etmeleri gerektiğini iddia ediyorlardı. Hatta bu büyük günah meselesi çok büyük bir problem haline dönüşecekti.
“Havaric, kendi hareketini, ‘halkın zalim kentten çıkışı’ olarak görmüştür. Dolayısıyla, Ali ve Muaviye’nin saflarında kalan ve çıkmayan herkes, onlara göre ‘kâfir’dir. Bu, Ali’nin hakemde direttiğini ve Ebu Musa el-Eş’ari’yi temsilcisi olarak gönderdiğini görünce önderlerinden biri olan Abdullah bin Vehb er-Rasibi’nin evinde toplandıklarında kararlaştırdıkları husustur. Abdullah bin Vehb onlara şu konuşmayı yaptı. ‘Rahman’a inanan ve Kur’an’ın hükmüne dönen bir topluluğa, bu dünya, iyiliği emretmek ve kötülükten alıkoymaktan yeğ olmaması gerekir. Halkı zalim bu kentten kardeşlerimiz bu saptırıcı bid’atleri inkâr ederek bizi kimi dağ köylerine veya bu kentlere çıkarsınlar.’”[3]Muhammed Abid Cabiri, Arap İslam Siyasal Aklı, s.388.
Aslında ilk çıkışlarına baktığımızda görüyoruz ki Hariciler, kabile meselesini aşmayı bir şekilde becermişlerdi ve bunu da ‘Hüküm Allah’ındır.’ ilkesiyle hareket ederek yapmayı başarmışlardı.
“Ali bin Ebi Talib’in ‘Bekr ve Temim bedevileri’ diye nitelediği Hariciler, büyük ölçüde ‘kabile’nin etkisinde kalmış olmakla birlikte, onların ünlü ‘La hükme illa lillah’ (Hakimiyet Allah’ındır.) ilkesi, gerçekte Muhammedi davetin Mekke döneminden itibaren ‘kabile’ye en büyük meydan okumaydı. Bu slogan, yönetimin (iktidarın) temeli konusunda örneği görülmemiş bir tartışma yarattı. Çünkü bu sloganla, iktidar sorununu yeni bir biçimde ortaya koydu. İster kabile, isterse akide düzleminde olsun, Ali ile Muaviye arasındaki üstünlük çerçevesiyle sınırlı değildi. Bilakis sorunu, ‘İmamlar Kureyş’tendir.’ ilkesinin koruduğu söylenmemişlik alanından, İslam’da iktidarın dayanmasının gerektiği temel konusundaki siyasi, dini tartışma alanına taşıdı.”[4]Muhammed Abid Cabiri, Arap İslam Siyasal Aklı, s.306.
Görüş birliğine vardıkları şeyler şunlardı. “‘Savaş emiri Şebes bin Ribi et-Temimi, namaz emiri Abdullah bin el-Kevva el-Yeşkuri’dir. Fetihten sonra iş şurayladır. Bey’at, Yüce Allah içindir, iyilik emredilir, kötülükten alıkonur.’ Çok kısa bir süre sonra, Hariciler ile Ali arasında, başarısızlıkla biten konuşmalar ve görüşmeler oldu. Sonunda hareketleri gayesine ulaştı. Büyüklerinden biri olan Abdullah bin Vehb er-Rasibi el-Ezdi’ye halife olarak bey’at ettiler. Böylelikle, daha önce savaş emirliğini Temim’den, namaz emirliğini Bekr’den (Rebia’dan) birine verdikleri gibi, müminlerin emirliğini ya da hilafeti de Yemenli birine verdiler. Bunun sonucunda Havaric, Kureyş kabilesine karşı, ‘kabile dışı’ bir ittifak olarak doğdu. Kureyş’ten bu ayrılışlarını meşrulaştırmak için, ‘İmamlar Kureyş’tendir.’ ilkesini aşan bir ilkeyi benimsemeleri gerekiyordu. Başlangıçta şöyle dediler: ‘Halifelik, özgür her Arabın hakkıdır.’ Saflarına mevali grupları katılmaya başlayınca, bu ilkelerini geliştirdiler. Halifelik makamının, özgür ya da köle, adaletli her Müslüman’ın hakkı olarak gördüler.”[5]Muhammed Abid Cabiri, Arap İslam Siyasal Aklı, s.307.
Görünüşte kabile veya doğuştan gelen Peygamberin akrabası olunması gibi özellikleri aşarak halifelik meselesini siyasi olmaktan çıkarıp, akidevi bir anlayışa döndürmüşlerdir. Aralarında iş bölümü yapmak veya şura ile iş görmeyi kararlaştırmışlardır. Bütün bunlara rağmen hariciler düşünce ve akıl yürütmezlerdi. Düşünce olarak tek savundukları şey, ‘Hüküm Allah’ındır.’ ilkesiydi. Öyle bir söylem geliştirdiler ki diğer gruplarla aralarına bir duvar ördüler ve Müslümanları, ya kendilerinden yani mümin kabul ettiler ya da müşrik kabul ettiler. Bunların ilk ve en sert fırkaları Ezarikaydı. Nafi bin El Ezrak el Hanefi liderleriydi. Harici olup da yanlarına gelmeyenleri dahi tekfir ettiler, bile bile müşriklerin yanında kalmakla ve müşrik olmakla suçladılar. Bu gruba göre muhaliflerin çocuklarının bile öldürülmesi mübahtı.
“Önderleri Nafi’nin dayanağı şuydu; ‘Allah’ın peygamberi Nuh (a.s.) şöyle dedi: “Allah’ım! Yeryüzünde kâfirlerden bir tekini bile bırakma. Eğer onları bırakırsan, kullarını saptırırlar, yalnızca günahkâr ve kâfir doğururlar.” (Nuh, 71/26). Çocuk olmalarına ve henüz doğmamalarına rağmen, onları kâfir olarak nitelemiştir. Nuh kavminde böyleyken, bizimkinde niye böyle demeyecek misiniz? Allah şöyle buyurur; ’Sizin inkârcılarınız bunlardan daha mı üstündür. Yoksa kitaplarda size bir kurtuluş belgesi mi var?” (Kamer,54/43) Bunlar, Arap müşrikleri gibidir. Onlardan cizye kabul edilmez. Bize göre ya kılıç, ya da Müslüman olma seçenekleri vardır.’”[6]Muhammed Abid Cabiri, Arap İslam Siyasal Aklı, s.389.
Şöyle bir olay anlatılır.
“Bir gün Hz. Muhammed’in ilk yakınlarından birinin çiftçi olan oğlunu yakaladıkları zaman sorun iyice büyüdü. Onlardan bazıları yiyecek bulmak için onun köyüne girmiş ve onu da diğer köylülere örnek olarak göstermek istemişlerdi. Köylünün babası Deve Muharebesinden önce taraf tutmayanlardan biri olduğu için, ona kasıtlı bir soru sordular. ‘Baban Hz. Peygamber’in kendisine, insanı bedenen olduğu gibi kalben de öldüren bir fitne olacak ve sen o zaman yaşıyorsan, öldüren değil, ölen ol, dediğini söylemedi mi sana?’
Hz. Peygamber köylünün babasına gerçekten de söylemişti bunu ve çiftçi korkudan titreyerek anlattı onlara, bu adamlardan yana olduğunu söylemezse, gerçekten de öldüren değil ölen olacağını biliyordu. Ama adamlar onu sıkıştırmaya başlarken, çiftçi bütün cesaretini topladı ve ‘Hz. Ali Allah’a sizden daha yakın’ dedi. Bunu söyleyerek kaderini de belirlemiş oldu. Hariciler için Hz. Ali bir kâfirdi ve bir kâfiri koruyan kişi kendisi de kâfir ve ölümü hak etmiş oluyordu. Çiftçiyi yakalayıp bağladılar ve hamile karısıyla beraber nehir kıyısındaki bir hurma bahçesine, bir hurma ağacının altına götürdüler.
Anlatılanlara göre, o sırada bir ağacın dalından kopan bir hurma yere düştü ve Haricilerden biri onu alıp ağzına attı. Ama grubun lideri olan adam arkadaşına, ‘Bahçe sahibinden izin almadan ve parasını vermeden hurmayı yiyemezsin, çıkar onu ağzından!’ dedi. O sırada onlardan biri etrafı korkutmak için kılıcını çekip sallayarak birkaç kez döndü ve kılıcı tesadüfen bir sığıra vurup hayvanı öldürdü. Diğerleri ona, gidip sığırın sahibini bulmasını ve hayvanın parasını ödemesini söylediler. Adam gidip hayvanın parasını ödedi ve o zaman hepsi hayvan ve hurma konusunda haksızlık yapmadıklarını düşünerek çiftçiyi cezalandırma konusuna geri döndüler. Çiftçiyi yere diz çöktürüp, gözlerinin önünde karısının karnını deştiler ve karnındaki çocuğu çıkarıp parçaladılar. Sonra çiftçinin başını kestiler. Olayın tanıklarından biri, ‘Adamın kanı oluktan akar gibi aktı’ diye anlattı. Böylece, adalet yerini bulunca, (hurma ağızdan çıkarıldı, ineğin parası ödendi ve çiftçiyle hamile karısı öldürüldü) adamlar aldıkları yiyeceklerin parasını ödediler ve Nehrevan’a döndüler.”[7]Lesley Hazleton, Peygamberden sonra, s.144.
Görüldüğü gibi aklı arka plana atan bu hareket, bir yandan çok adaletli olduklarını iddia ederlerken, diğer yandan da göz kırpmadan Müslüman katledebiliyorlardı. Ali, Nehrevan savaşında, Haricilere büyük bir darbe indirmişti. Fakat planladıkları suikast neticesinde Ali’yi katlediyorlar. Muaviye ve Amr ise kurtuluyorlardı. O saatten sonra Emevi devletinin en büyük baş belası harici ayaklanmaları olmuştur. Zeyd bin Ali’ye kadar hiçbir Şii ayaklanması olmamıştır ama hariciler sürekli ayaklanıyorlardı. Bu da Emevi devletinde sürekli bir baskı uyguluyordu.
“Bu, devletin varlığını tehdit eden bir baskıdır. Öyle ki bu durum devleti, siyaset aracılığıyla savaş yapmayı yeğleyen öteki güçlerle; çoğu kez hoşnutluk kazanma derecesine varan bir ateşkese yöneltti. Bu, çok iyi dikkate almamız gereken, bir sorun, Fikri, dini ve siyasi alanlarda, Emevi halifelerinin davranışına damgasını vuran görece ‘liberalizm’, yalnızca Muaviye’nin dönemini belirleyen siyasi seçimle ilgili değildi. Bilakis, ister ‘kabile’, ister ‘akide’ alanında olsun, Havaric hareketini dar çerçevesinde sınırlandırmak içindi. Böylelikle de, Emevi liberalizmi Havaric’in tutuşturduğu ve Emevilerin de son günlerine tekabül eden kendi son günlerine kadar bağlı kaldıkları ‘sürekli başkaldırı’ya girmemesi için, dini ve fikri seçkinlerin ‘tarafsızlaştırılması’ için kaçınılmaz olan, zorunlu bir soluklanmayı amaçlayan bir tedbir olarak görünüyor. Pek tabi ki, Muaviye dâhil olmak üzere Emeviler, bu dini ve fikri seçkinleri, muhalefetlerini ‘söz’den eyleme taşıdıklarında ya da bunu tehdit eden davranışta bulunduklarında cezalandırmakta tereddüt etmediler. Söz gelimi Muaviye; Emevilerin Ali bin Ebi Talib’e lanet okuması ile karşılık olarak, camilerde Muaviye’ye lanet okumakta direnen Hucr bin Adi ve yandaşlarına böyle davranmıştır.”[8]Muhammed Abid Cabiri, Arap İslam Siyasal Aklı, s.308.
Aslında bu harici düşünce tarzının tabii ki İslam öncesi Arap aklından tevarüs ettikleri bir miras söz konusudur. Bunu da Cabiri şu şekilde ifade ediyor:
“Saf Arap Edebiyatı, tarihselliği olmayan ve duyusal karaktere sahip olan ‘bedevinin dünyası’nı yansıtan bir edebiyattır. Bu edebiyatta düşünsel ve felsefi derinlikle karşılaşmak olası değildir. Bu da gayet normal ve anlaşılabilir bir husustur. Çünkü bedevinin dünyası düşünsel derinliği kaldırmayan sade bir dünyadır. Ama normal olmayan ve değişmesi için de önce iyice anlaşılması gereken nokta, Arap zihninin hala daha Tedvin asrında inşa edilen tarihsellikten uzak ve duyusal olan bu dünyaya bağlanıp kalmasıdır. Tedvin asrında inşa edilen dünya, Arap medeniyetinin en alt basamağında yer alan göçebe bedevilerin medeniyeti esas alınarak oluşturulmuş ve bu medeniyet temel alınarak Arap aklına eşyayı değerlendirmede belli bir yöntem dikte edilmiştir. Göçebe bedevi medeniyeti tarafından dikte edilen bu yöntemin özü şudur. Yeni hakkında eskinin değerlendirmesine göre hüküm vermek.” [9]Muhammed Abid Cabiri, Arap-İslam Aklının Oluşumu, s.107-108.
“Peygamber ve sahabe döneminden, Emevi’lerin son yıllarına kadar, fıkıh, teorilerden değil vakadan hareket ediyordu. İnsanlar olayların hükümlerini araştırıyor, onları vuku bulmalarından sonra soruşturuyor veya mahkemeye düşüp hukukun gerektirdiği şekilde verilen hükme razı oluyorlardı.”[10]Muhammed Abid Cabiri, Arap-İslam Aklının Oluşumu, s.111.
Görüldüğü gibi Hariciliği oluşturan akıl Bedevilerin İslam öncesinden taşıdıkları bir akıldı ve bu son derece basitti. Hükümleri son derece kestirmeden uyguluyorlardı ve o yüzden bütün içtihatlarında motto edindikleri ‘Hüküm Allah’ındır.’ sloganı onların mücadele biçimlerini yansıtıyordu. Emevilerin sonuna doğru giderek sönümlenen savaşçı Havaric hareketi daha sonra teorik bir alt yapıya kavuşmuş özellikle nakilcilik vasıtasıyla bu gelenek ileride Selefi akide biçimine dönüşmüştür. Günümüzde kendisini, Selefilik, El Kaide veya IŞİD gibi yapılarda devam ettirmektedir. O basit düşünce tarzı özellikle hadisler üzerinden kendisine bir ideoloji yaratmıştır ve tekfircilikleri halen devam etmektedir.
Ben bu yazının başlığını Cabiri’nin Arap-İslam Siyasal Aklı kitabındaki başlığından aldım. Bana göre o tarihi en güzel anlatan başlık, bu Haricilerin tekfir ideolojisi olsa gerek. Bundan sonra yine Cabiri’nin tabiriyle Şia’nın İmamet Mitolojisine gireceğim inşallah.
Doğrusunu Allah bilir.
Dipnotlar
↑1 | Ali Şeriati, Ali, s.238. |
---|---|
↑2 | Muhammed Abid Cabiri, Arap İslam Siyasal Aklı, s.387. |
↑3 | Muhammed Abid Cabiri, Arap İslam Siyasal Aklı, s.388. |
↑4 | Muhammed Abid Cabiri, Arap İslam Siyasal Aklı, s.306. |
↑5 | Muhammed Abid Cabiri, Arap İslam Siyasal Aklı, s.307. |
↑6 | Muhammed Abid Cabiri, Arap İslam Siyasal Aklı, s.389. |
↑7 | Lesley Hazleton, Peygamberden sonra, s.144. |
↑8 | Muhammed Abid Cabiri, Arap İslam Siyasal Aklı, s.308. |
↑9 | Muhammed Abid Cabiri, Arap-İslam Aklının Oluşumu, s.107-108. |
↑10 | Muhammed Abid Cabiri, Arap-İslam Aklının Oluşumu, s.111. |