Özgürlük Teolojisinin İmkanları Üzerine (7) – Kabile ve Ganimet mi Yoksa Akide mi?
Muhammed Abid Cabiri, ‘Arap-İslam Siyasal Aklı’ isimli kitabında, siyasal ayrımın temelinde Kabile, ganimet ve akide üçlüsünün yattığını söyler.
AKİDE
Birinci bölümü Akide’ye ayırır ve derki, “Muhammedi davetin, başlangıçtan itibaren kendisine eşlik eden, koruyadurduğu ve gerçekleştirinceye kadar uğrunda çalıştığı açık bir siyasi program sahibi oluşu konusunda söz birliği ediyorlar. Bununla birlikte biz, Muhammedi davetin, başından itibaren kendisini bir Arap devleti kurmakta ve Faris ve Bizans topraklarını fethetmekte gösteren siyasi bir program sahibi oluşuna dair yargının dayanağı olarak bu rivayetleri almakta ihtiyatlı davranacağız. Çünkü İslam, Arap devleti kurulduktan, Faris ve Bizans toprakları fethedildikten sonra yazılan bu rivayetler, bir devlete dönüştüğünde, gerçekleştirdiği açısından Muhammedi davetten söz ediyor olabilir. Geçmişten veya geçmiş kipiyle, şimdi gerçekleşene bakarak söz etmek, Arap konuşmasında yaygın olan bir tür genişletmedir.” [1]
“Peygamber, çok kesin bir biçimde, Allah’ın kendisine vahyettiği bir peygamber olduğuna, peygamberliği (mesajı) tebliğle yükümlü bulunduğuna inanıyordu. İlk İslam -topluluğu da, aynı niteliği dolayısıyla, onu tasdik ediyor ve ona inanıyordu. Ayrıca İslam’ın, yani Muhammedi davete katılmanın zorunlu ve yeterli, halen de geçerli şartı ‘Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine ve ahiret gününe imandır’. Temel kaynak olan Kur’an’da, Muhammedi davetin belirli bir siyasi program yüklü oluşuna dair kesinlikle bir şey yoktur.” [2]
Yani Hz. Muhammed’e inanan ilk topluluk onun Kuran’ın ilk inen surelerinde de görüleceği gibi iman üzere olan ve birçok baskılara rağmen Müslüman olan topluluktur. Siyasi herhangi bir hedef yoktur. Daha önceki yazılarımızda belirttiğimiz gibi önce iman, bilgi, sonra servet ve en son olarak iktidar yolu açılmıştır. Yani Önce itikad, sonra amel, sonra siyaset gelmekteydi. Fakat sonraki dönemde önce siyaset, sonra amel, sonra itikad gelmeye başlamıştı.
Bunu da zaten ilk siyasi ayrılıklarda ve sonra bu ayrılıklarla beraber oluşan savaş ve kavgaların yani yapılan işlerin neticesinde bir itikad oluşturulmaya başlanmıştı.
Aslında Hz. Peygamberin daveti, hiç de siyasi bir davet olmamasına rağmen ona karşı duran Kureyş’in güçlüleri bu daveti bir siyasi davet olarak algılayıp, ona karşı duruşlarında ve düşmanlıklarında siyasi tedbirler almaya çalışmışlardır. Çünkü gelen bu davet kendilerinin statülerini yerle bir edecekti, onu görüyorlardı. Mekke döneminde inananlar için en önemli şey akide olmasına rağmen, karşı taraftakiler için en önemli konu kabile ve ganimetti.
KABİLE
Şöyle bir olay anlatılır, amcası Ebu Leheb, daha sonra kendisinin en amansız düşmanlarından olacaktır. Bir gün Hz. Peygamber’e sorar. ‘Yeğenim, Muhammed, senin bu dininde benim için ne var?’ Peygamber cevap verir. ‘Vallahi amca benim için ne varsa, Bilal için ne varsa senin içinde o var’ deyince, Amcası çok sinirlenir ve belalar okuyarak yanından ayrılır. Onlar kabile asabiyesini ve ondan yararlanarak kurdukları ganimet ekonomisini terk etmek istemezler.
“İlk Müslümanlar, ‘genç ve zayıf kişiler’ den oluşuyordu. ‘Genç kişiler (ahda su’r-Rical), çocukken veya gençken Müslüman olan, kendilerini koruyacak ve herhangi bir yönden gelecek eziyetlere engel olacak kabileleri bulunan kişilerdir. İster inançları yüzünden, isterse başka bir sebeple gençlere eziyet etmek, bütün kabileye saldırı demekti. Bu gruba,(Teym’den) Ebu Bekir ve Talha, (Abduşems / Umeyyeogulları’ndan) Osman bin Affan, Ebu Huzeyfe bin Rebia, Halid bin Said bin el-Asi, (Esedoğulları’ndan) Zübeyr bin Avvam, (Zühreoğullan’ndan) Abdurrahman bin Avf, Sa’d bin Ebi Vakkas, kardeşi Umeyr, Muttalib bin Ezher gibi isimlere bu nedenle dokunamıyorlardı.” [3]
Bütün bu yukarıda isimleri sayılan kişiler zayıflardan değildi, yani hepsinin Mekke’de dayandığı bir kabilesi vardı. Zayıf insanlar ise Mekke’de herhangi bir aşirete mensup olmayan, koruyucusu olmayan insanlara diyorlardı. Bunlar, Bilal, Ammar, Ammar’ın annesi ve babası olan Sümeyye ve Yasir gibi kişilerdi. Ya da Mekke dışından olup, açıkça, Müslüman olduğunu dile getirdiğinden dayak yiyen Ebuzer’di. Bütün bu insanlara Mekke’nin kudretlileri açıkça işkence ediyorlardı, bazılarını Müslümanlar, satın alarak kurtarıyorlardı. Bazılarını ise sabra davet ediyorlardı. Sırf bu yüzden oldukça erken bir tarihte bir kısım Müslümanlar, Habeşistan’a hicret etmek zorunda kalmışlardı.
“Hiç kuşkusuz, Kureyş’in ilk Müslümanlara davranışında yaptığı bu ayrımın, davet zamanında İslam topluluğunun saflarında etkisi ve yansımaları olmamışsa da, daha sonra göreceğimiz gibi bir davet devlete dönüştüğünde her devletin başına gelenler gibi, bunun olumsuz sonuçlarını başka şartlar ve durumlar harekete geçirmiş ve beslemiştir.” [4]
“Mekke’deki kabilevi ilişkiler ağı, dayanışma ve yardımlaşma ilişkilerinin yanı sıra civar ilişkileri, bu kabilelerden herhangi bir bireye dokunulmaya engeldi. Çünkü bireyin karşılaştığı herhangi bir kötülük ve eziyeti, kabile, bütünü için yapılmış sayardı. Kabile, daima herhangi bir kabileyle veya öteki kabile gruplarıyla eski ya da yeni bir ittifak içindeydi, yardım isteme hakkına sahipti. Nesep (soy), hılf (ittifak) veya civar (sığınma) yoluyla mensup olduğu bir kabilesi bulunan herhangi bir bireye saldırı, kapsamlı bir iç savaş ateşini yakma tehdidiydi. Muhammedi davetin karşıtları olan Mahzumoğulları, Umeyyeoğulları ve başkalarının, Kureyş kabilesinin Müslüman çocuklarına dokunamayışlarını işte bu durum açıklar.” [5]
“Medine’ye ilk hicret edildiğinde Peygamberimiz, kardeşleşmek üzerine bir hutbe vermişti. Muhaciri ve Ensarı birbirleriyle kardeş ilan etmişti, ki bu kardeşlik miras hakkı da dahil olmak üzere ‘hak ve eşitlik’ üzerineydi. Kişi, yakınlarından olmasa bile kardeş olduğu arkadaşlarına mirasçı olurdu. Burada ‘din kardeşliği’, nesep kardeşliğinin yerini aldı. Böylelikle ‘ümmet ve millet’, kabile ve aşiretin yerine geçmişti. Bununla birlikte, kabilenin tam aşılması mümkün değildi. ‘Ümmet’e çağrı henüz başlangıç dönemindeydi. Bunun için, kabileden bir şeyler kalması zorunluydu. Kabilesi bulunan muhacirler, kabilesi bulunan Ensar’ın yanına yerleşmişti. Kabileleri bulunmayan fakirler ise, ki bunlar Mekke döneminde ki zayıflardır, Resulullah’ın izniyle mescitte barınıyorlardı. Kendisi ve gücü yeten arkadaşları beslenmelerini sağlardı. Bunlar ‘ehlu’s’suffe” (Suffa ashabı) olarak bilinirdi. Çünkü mescidin gölgelik (suffe) denilen yerlerinde barınırlardı. Ebu Zer el-Gıfar-i, Ammar bin Yasir, Mikdad ve Ebu Huzeyfe bin el Yeman bunlardandır.” [6]
Bu arada Hz. Peygamber Medine’de Ensar, Muhacir ve Yahudiler arasında bir sözleşme yaptırıyordu. Bu literatüre Medine Sözleşmesi olarak geçmiştir.
Mekke yıllarında Müslümanların sayısı 154 civarında idi ki bunların 83 tanesi de Habeşistan’a göç etmişti. 13 yılda ancak bu kadar taraftar bulabilmişlerdir. Mekke’deki kabile düzeni öncelikle Rasülullah’a, sonra da aşiret ve kabilesi olan, Müslümanlara koruma ve himaye sağlamıştır. Bu açıdan bakılınca davetin canlı kalışında da temel bir etken olmuştur.
Davetin başlangıç döneminde, genel olarak Mekke döneminde, İslam’a giriş ferdi olmuştur. Bilindiği üzere, bireylerin yalnızca birey oluşları itibarıyla kazanılması, kabile toplumunda çok zor bir iştir. Çünkü bu toplumda birey, kimliğini, kişiliğini ve konumunu kabilesinde ve onun sayesinde bulur. Kabileden çıkmak, intihara benzer. Kabilesinden çıkan veya ona meydan okuyan bir kişinin, tek başına yaşaması mümkün değildir, hatta ittifak (hılf) veya bağlılık (vela) yoluyla başka bir kabileye mensup olması zorunludur. İslam, hangi kabileden olursa olsunlar, bireylere yöneldiği için, bireyler arasında “kabile” içinde var olana benzeyen dayanışma bağları yaratılmıştır.
Müminler açısından ‘akide’, dayanışma, yardımlaşma, iç huzuru gibi ihtiyaçlarını karşılayan manevi kabile yerinde olmuştur. Gerçekte bu, Muhammedi davetin özellikle Medine’ye hicretten sonra ‘kabile’nin seçeneği olarak ortaya attığı ümmet kavramının içeriğidir. Ümmet kelimesi, yönelme anlamındaki “emm” kelimesinden türemiş bir kelimedir. Topluluğa önderlik eden “imam” kelimesi de bu köktendir; İmam, topluluğun önüne geçer, topluluk ona uyar ve aynı yönde onunla hareket eder. Böylece ümmet içindeki ilişkiler, kabile de olduğu gibi, nesebe değil, ortak ülkü ve yönelişe ve imama (yani öndere) uymaya dayanır.
‘Ümmet’ kavramı, kabileyi aşar ve kuşatır. Bununla birlikte, onu ortadan kaldırmaz. Çünkü ümmet”in kuruluş şartı, kabilenin ortadan kalkması değildir. Ümmet, dayanışma içindeki bireyler olarak Müslümanlardan oluştuğu gibi, bir iç (alt) sosyal çerçeve olarak bu bireylerin kabileye bağlı kalmalarına engel bir şey de yoktur. Fiilen olan da budur. Resmi doğuşunu ve aynı zamanda iç düzenini ‘Medine Sözleşmesinin’ düzenlediği Muhammedi davetin “’ümmet’i, başından beri kabile öbeklerinden oluşuyordu: 1) Muhacirler: Kureyş kabilesindendirler, 2) Ensar: Sözleşme, tıpkı antlaşmanın ikinci tarafındaki Yahudi kabilelerini saymaya özen gösterdiği gibi, onlarında adlarını teker teker saymıştır.
“İslam, savaşlar yoluyla ve özellikle de Mekke’nin fethinin etkisiyle hızlıca yayılmaya başlayınca, Ümmet’e mensubiyet, ‘kabile’ düzeyinde gerçekleşir oldu. Bir bütün olarak kabile, Müslüman olduğunu, yani siyasal bağlılığını ve yeni dine girişini açıklardı. Kabile şeyhi veya ileri gelenleri, bu konuda kabileyi temsil ederdi. Bundan sonra ferdi-akdi mensubiyet dönemi gelirdi. Bu da insanlara dinlerini öğretmek için kabilelere gönderdiği kişilerin yaptıkları sonunda olurdu. Bu akdi işlem, kabile ve aşiret aleyhine yapılmaz, ikisinin içinde gerçekleşirdi.
Kabile, gönüllerde canlı olarak kaldı, Genel fethin hızıyla ortadan kalkması mümkün değildi. Kabile olgusunun gönüllerden çıkarılması, yalnızca her gönlün tek tek fethini değil, ayrıca bundan da önemlisi “kabile” ve “ganimet”in oluşturduğundan tamamen farklı temellere dayanan sosyal bir düzenin kurulmasını gerektirir. Öyleyse “kabile”, davet zamanından bile ve mensuplarının saflarında canlı olarak kaldı.” [7]
Görüldüğü gibi kabile meselesi neredeyse akide’den daha öncelikli olarak gözetilen ve bir türlü kırılamayan ve belki de kırılması zaman içine yayılması istenen bir sistemdi ama bu kabilecilik sonraki karışıklık dönemlerinde kendisini büyük oranda hissettirecekti. Yeni düzenin şekillenmesinin en önemli unsurlarından biri olacaktı.
GANİMET
Gelelim ganimet meselesine, Mekke öteden beri bir ticaret şehri olmuştu ve Kabe, Hz. İbrahim’den beri kutsal ev olarak bilinirdi ve Mekke tanrılarının en önemlileri orada muhafaza edilirdi. Her sene hac yapılırdı ve bu hacda hem dini görev yerine getirilir, hem de Arabistan’ın her tarafından gelen tüccarlar alış veriş yaparlardı. Burada en güzel kazancıda Kabe’nin bakımını, temizliğini, korumasını yapan aileler kazanırdı. Yani Mekke zenginlerinin en önemli geçim kaynağı dini ve ticari kaynaklıydı.
“Kureyşin putları ve tanrıları, her şeyden önce servet kaynağıydı ve ekonominin temeliydi: Mekke, Arap tanrılarının ve putlarının merkeziydi. Kabileler oraya ziyaret (hac) yapar, adak sunar, çevresinde veya yakınında pazar kurar, alım-satım yapardı. Böylece Mekke, bütün Arapların aynı zamanda ticari merkeziydi. Bunun da ötesinde ve hem coğrafi etkenler, hem de Arap kabilelerinin geldiği dini bir merkez oluşu dolayısıyla, aynı zamanda kuzey, güney, batı ve doğu arasında milletlerarası ticaret yolunda başlıca istasyondu. İşte bu yüzden putlara saldırmak, doğrudan doğruya hac gelirlerine ve onun çevresindeki Arapların mahalli veya milletlerarası ticari kazançlarına dokunma anlamına gelirdi.” [8]
“Kureyş, dininin hak olduğu iddiasında bulunmadı. Bilakis Muhammed’in getirdiğinin ‘hidayet’ olduğunu söylüyordu. Ancak ona uyduğu takdirde ayrıcalıklarını kaybetmekten korkuyordu. Kur’an’ı Kerim bunu şu ayetlerde anlatıyor: “Getirdiğin hidayete uyarsak, toprağımızdan sürülürüz”, yani Araplar bizi kolaylıkla Mekke’den uzaklaştırır. Çünkü tanrıları oradadır. Böylelikle hayat kaynağımızı da kaybetmiş yoksullar oluruz. Kur’an’ın cevabı itiraz türündendir: “Onları katımızdan bir rızık olarak her şeyin ürününün toplandığı güvenli ve kutlu bir yere yerleştirmedik mi? Ama Çoğu bilmezler.” (Kasas, 28/57).” [9]
“Ne var ki Kureyş’ten “müşrikler” Allah’ a inanıyorlar ve tanrılarını ona aracı ediniyorlarsa da, içlerinden makam ve mali nüfuz sahibi alan bazıları, zındık ve dehri(ateist) idi. Ümeyyeoğullarının önderi Ebu Süfyan bin Harb, yine Ümeyyeoğullarından ve Hz. Peygamber’e en çok eziyet verenlerden Ukbe bin Mu’ayt, Ubey bin Halef el-Cumahi, Nadr bin Halis bin Kelde, el-Haccac es-Süleyman’ın iki oglu_Munebbih ve Neblh, Asi bin Vail es-Sehml, Velid bin Muglre’ el-Mahzumi bunlardandı. Hepsi de Muhammedi davetin büyük düşmanlarındandı.
Böylece, tanrılarına saldırdığı iddiasıyla direnen Muhammedi davetin karşıtlarının başında bu dinsizlerin bulunması, tanrıları savunmalarının dini sebeplerle değil, bu tanrılar sayesinde elde edilen çıkar ve kazançları yüzünden olduğunu gösterir. Bu çıkar ve kazançlar da, Mekke’nin hac gelirleri ve onunla bağlantılı mahalli ve milletlerarası ticaretten başkası değildir.” [10]
“Arapların Mekke’deki tanrılarına hediyeleri, ‘zekat’a benzeyen belli payları bulunan hediyelerdi. Ayrıca, altın, gümüş vb. gönüllü sunulan başka hediyeler de vardı. Hiç kuşkusuz bu hediyelerden ilk yararlanan, başlarında “Kabe’nin yer aldığı put evlerinin işlerini yürütenlerdi. Öyleyse putlar, Mekke halkının rızık kaynağıydı. Dolayısıyla onları savunmak, bu rızkı savunmaktı.” [11]
Başta da söylediğimiz gibi, Hz. Muhammed’in getirmek iddiasında bulunduğu şey akidevi olmasına rağmen, karşısındakileri bunu tamamen siyasi olarak algıladılar ve ona göre tepki gösterdiler. Geçim kaynağı meselesi olunca, buradaki İslami yayılışta, hem çok yavaş, hem de çok zor oluyordu. Kabe’nin temizlik yapanı, su taşıyanı, koruyucusu falan olmasına rağmen buranın herhangi bir din adamı yoktu. O yüzden Hz. Peygamber’e, putlarına dokunmamak kaydıyla Kabe’nin anahtarını vermeyi teklif ettiler.
Medine’ye hicretin amaçlarından birisi güvenli bir ortamda dini tamamlamaksa, bir diğeri de Mekke’yi güçsüz bırakarak, çabuk çözülmesini sağlamaktı.
“Hz. Peygamberin(s.a.v.), Medine’ye hicreti korkudan veya kaçmak için değildi, bilakis daveti başka araçlarla sürdürmek içindi: Kureyş ticari kervanlarını engellemek seriyyeler (akınlar) yaptırmak ve gazalara çıkmak. İşte bu, siyasi teslimiyeti, dolayısıyla İslam’a girmeyi sağlamak için Mekke’ye karşı ekonomik kuşatma anlamına gelir. “Ganimet”in vurulması zorunlu olarak onu elde etmek ve maddi manevi olarak başka darbeleri hayata geçirmek anlamına geldiğine göre, davetin yeni döneminde ortaya çıkması kaçınılmazdır.” [12]
Medine yıllarında sürekli Mekke’nin kervanlarına saldırıyorlardı ve artık Mekke’yi ticaret için güvenilir olmaktan çıkarıyorlardı. Hatta ilk muharebe olan Bedir savaşı da, tam da kendi mallarının satılacak olduğu, kervana yapacakları saldırı üzerine yapılmıştı. Bedir savaşında galip gelinmesi, alınan ganimetlerin paylaşılması, artık, davetten devlete giderken en önemli geçim kaynaklarının başında ganimet geldiğini gösteriyordu.
Mekke’nin fethine kadar onun etrafını boşaltıyor ve Mekke’yi kendisine teslim olmak zorunda bırakıyordu. Direnmeyen, evlerine kapanan, mescide kapanan, Kabe’ye kapanan hiç kimseye bir şey yapılmıyordu. Yağma yapılmaması emri verildiği için Mekke’nin fethinin mali kazancını Mekke zenginlerinden tahsil ederek onları ordusuna dağıtıyordu.
Mekke’nin fethinden sonra Huneyn seferine çıkıyor ve galip gelindikten sonra, Hz. Peygamber alınan ganimeti, Muhacirler ve yeni Müslüman olanlara dağıttı. Ensar’a hiçbir şey vermedi. Kadın ve çocukları serbest bıraktı.
“Burada, bu gelişmeler sonucunda, Müslümanların saflarında görünmeye başlayan bazı zayıf yönlerine işaret etmek gerekir. Bunlar, özellikle ganimetlerin çokluğu ve insanların topluca İslam’a girmeleridir. Siyasi ve savaşçı Müslüman oluşlarını, akide ve imana dayalı Müslüman oluşa yükseltmeye olanak sağlayacak yeterli zaman yoktu. Bu zaaf noktalarından biri şu olayda görünüyor: “Hz. Peygamber (s.a.v.), Huneyn tutsaklarının ailelerine geri verme işlemini bitirince, peşine · düşen insanlar ona şöyle dediler: “Ey Allah’ın elçisi Fey’imizi, deveyi ve davarı bize dağıt.” Onu sıkıştırdılar, ridası bir ağaca takıldı. Şöyle dedi: “Ey insanlar! Ridamı bana geri verin. Yemin olsun ki, Tihame ağaçları kadar hayvan olsa, onları size dağıtırdım. Sonra beni, cimri, korkak ve yalancı alarak görmezdiniz. ”Rasulullah (s.a.v.) ganimetleri dağıttı, yeni ‘müellefei kulub’ (kalpleri kazanılan) Müslümanlara verdi. “Abbas bin Mirdas’ın payı, birkaç deveydi. Buna öfkelendi ve birkaç beyitlik bir şiirle Rasulullah’ı ayıpladı. Hz. Peygamber “Ona gidin ve susturun” dedi. Biraz daha verdiler, oda rıza gösterdi. İşte onu susturan buydu.”[13]
Bu savaş ve ganimet meselesi, İslam ümmetini, Peygamber zamanında dahi fitneye ayrılığa düşüren bir konu olmuştu. Hatta Tevbe Suresi, Tebük seferi ve bu sefere korkarak, işlerini bahane ederek, ya da hastalığını bahane ederek katılmayan ve bu seferin masrafları için herhangi bir katkıda bulunmayan ‘Münafık’ları lanetlemek üzere gelmiştir. Tevbe suresine bakınca bu açıkça görülmektedir. Ayrıca bu sure en son suredir.
Hz. Osman’ın öldürülmesiyle başlayan ve Muaviye’nin ve Emevilerin sultanlıklarını ilan etmeleriyle devam eden süreçte hep bu ikili yani Kabile ve Ganimet, Akide’nin önünde belirleyici olmuştur.
Aslında Muaviye’nin kendisini dayandırdığı kabile meselesinin ortaya çıkışında ilk halifenin seçimindeki tavırdan dolayı olmuştur. Hz. Ebubekir’i ilk halife olarak seçtiklerinde, önemli gerekçelerden birisi de halifelik görevinin Kureyş’in hakkı olduğu idi ve bu kabul görmüştü. Emevi’lerin zamanında kabile yalnızca Arap savaşçılarından oluşuyordu. Yalnızca onlar devletin sahipleriydiler.
“Emevi Devletiyle birlikte durum tamamen değişti. Muaviye’nin Ali’ye karşı zaferi, kendi deyimiyle iş ve görevlerde ‘ehlu’l-ceza ve’l-gına’nın (yeterli ve yetenekli yöneticiler), ‘içtihad ehline ve bilmeyenlere’ zaferini yansıtıyordu. Bizim deyimimizle, ‘kabile’, ‘akide’ye karşı zafer kazanmıştı. Dorukta (birer sembol alarak) Mervan bin el-Hakem, Ammar bin Yasir’e, tabanda Kureyş, Sebeiyye’ye karşı zafer kazanmıştı. Böylece Muaviye, ‘akide’ adına değil, ‘kabile” adına yönetti. Onun şahsında ‘emir’, ‘alim’den, ayrıldı. Bu gelişme devlet organlarına uzandı. “Emirler” bir bölük, “ulema” başka bir bölük oldu. Bu dorukta olan ‘Kabile’nin oluşturduğu tabana gelince, fitne zamanında iki kesime ayrıldı: Kureyş kesimi; başlarında Ali’nin yer aldığı (Yemen’den ve Reb’ia’dan) ‘Araplar”kesimi. Bu ikisi arasında fitneden uzak durmaya karar vermiş bireyler ve topluluklar vardı. Muaviye’nin zafer kazanmasıyla, onunla savaşan veya ona katılan kabileler; tek ordu oldu. Sayısı, altmış bindi. Ona karşı savaşan gruplar ile tereddütlü veya çekimserler ise, “halk” (raiyye) oldu. Böylelikle “taban”, pek tabii ki ordu ve halk diye ikiye bölündü.” [14]
Böylece artık saflar iyice belli olmuş, kabilenin gücüyle ve ganimetin pay edilmesiyle bir saltanat kurulmuştu. Nitekim Muaviye saltanatının birinci yılında aslında İslam dininin ve Peygamber ailesinin merkezi olarak kabul edilen Medine’ye gider ve bir konuşma yapar. Zaman zaman düşünürüm, Machiavelli, Prens’i yazarken, Muaviye’nin hayatını okumuş mu diye, çünkü pragmatizmi o kadar örtüşür ki, çıkarlar için her şeyin mübah olduğu dünyalar vaad edilir.
Bundan sonra, nasip olursa Haricilerin herkesi tekfir eden siyasetleri, Şia’nın masum imam ve mehdi inancı, Sünnilerin ise, Sünnilik oluşana kadar var ola gelen kelami tartışmalarını anlatan yazılarla devam etmek istiyorum, aslında bugün içinde bulunduğumuz hali pür melalimizi o günlerdeki tartışmalar çok büyük oranda belirlemiş görünüyor. Önce onların tahlilini yapıp, eğer İslam dünyaya yeniden merhem olacaksa ona göre tartışmamız gerektiğini düşünüyorum diyerek bu paragrafı bitireyim ve Muaviye’nin Medine hutbesine geçeyim. Doğrusunu ancak Allah bilir.
“Sizin başınıza gelmem, sevginizi kazanarak değil, şu kılıcımla sizi dize getirerek oldu. Gönlüm size karşı İbn Ebu Kuhafe’nin (Ebu Bekir’in) ve Ömer’in yolundan gitmek istiyor. Ama bundan hiç hoşlanmadım. Osman gibi yürümek istiyorum, ama gönlüm bunu kabul etmedi. Hem bana, hem size yarar sağlayacak bir yol tuttum: Güzel yeme, güzel içme. Beni en iyiniz görmeseniz bile, ben sizi en iyi yönetecek kişiyim. Kılıcı olmayana kılıçla gitmeyeceğim. Sadece dilinizle söylediklerinize hiç aldırış etmem. Hakkınızın tamamını vermediğimi görürseniz, benden bir kısmını kabul edin. Benden size bir iyilik gelirse, onu benimseyin, çünkü sel, çok olursa zarar, az olursa yarar getirir. Sakın fitne çıkarmayın. Çünkü fitne, geçinmeyi bozar, nimeti kirletir.” [15]
[1] Muhammed Abid Cabiri, Arap İslam Siyasal Aklı, s.71.
[2] Muhammed Abid Cabiri, Arap İslam Siyasal Aklı, s.72.
[3] Muhammed Abid Cabiri, Arap İslam Siyasal Aklı, s.95.
[4] Muhammed Abid Cabiri, Arap İslam Siyasal Aklı, s.97.
[5] Muhammed Abid Cabiri, Arap İslam Siyasal Aklı, s.104.
[6] Muhammed Abid Cabiri, Arap İslam Siyasal Aklı, s.118.
[7] Muhammed Abid Cabiri, Arap İslam Siyasal Aklı, s.124.
[8] Muhammed Abid Cabiri, Arap İslam Siyasal Aklı, s.127-128.
[9] Muhammed Abid Cabiri, Arap İslam Siyasal Aklı, s.128.
[10] Muhammed Abid Cabiri, Arap İslam Siyasal Aklı, s.129-130.
[11] Muhammed Abid Cabiri, Arap İslam Siyasal Aklı, s.131.
[12] Muhammed Abid Cabiri, Arap İslam Siyasal Aklı, s.128.
[13] Muhammed Abid Cabiri, Arap İslam Siyasal Aklı, s.154.
[14] Muhammed Abid Cabiri, Arap İslam Siyasal Aklı, s.302.
[15] Muhammed Abid Cabiri, Arap İslam Siyasal Aklı, s.303.