Özgürlük Teolojisinin İmkanları Üzerine (6) – Saltanat ve Kader
“Elinde bir değnek vardı. O değnekle Hz. Hüseyin’in dudağının üstüne vuruyordu. Ebu Berire-i Eslemi (r.a.) o mecliste hazır bulunuyordu. Birden gürledi:
‘O değneği Hüseyin’in mübarek dudaklarından çek, ben Allah’ın Resulünü o dudakları öperken çok gördüm’ dedi.
O zaman Yezid, Ali ibn-i Hüseyin’e şöyle dedi;
‘Ey Ali! Senin baban (Hüseyin) hısım akrabalık bilmedi. (Aynı soydan olduğumuzu muhafaza etmedi) benim hakkımı bilmedi. O saltanatı Hak Teala bana vermişti, onu benden almak diledi. Allah Teala’da onu böyle eyledi.’ dedi.” [1]
Taberi, Kerbela’da şehit edilen Hz. Hüseyin’in önüne atılan kesik başına Yezid’in yaptığı zulmü böyle anlatıyordu. Yezid kendisine babasından kalan saltanatı hilafet rengine boyarken, Allah’ın bu işi istediğini ve onun istediği işe Hz. Hüseyin’in karşı çıktığından başına bunların geldiğini söylüyordu. Bu aynı zamanda Emevi döneminin kendileri ve zulümlerini meşrulaştırmak için ortaya koydukları bir itikadi iddia idi.
“Emevi ailesi ve bilhassa 65/684’den, 132/750’ye kadar iş başında kalan Mervaniler hilafeti akrabaları Hz. Osman’dan tevarüs etmişlerdi. Bu kısmen onların hilafeti zorla ele geçirdikleri yolundaki ithama karşı koydu. Onlar daha da ileri giderek, Hz. Osman’ın Şura’nın kararının sonucu olarak halife olduğu hususuna ağırlık verdiler. Ali, Osman’ın katillerini cezalandırmayı reddedince Muaviye’nin iş başına gelişi onun kan davasının sorumluluklarını kabule hazır oluşu ile haklılık kazandı. Çünkü Arap fikriyatına göre varis ideal olarak kanın öcünü alacak kimse idi. Ayrıca Emevi ailesinin, birçok şerefli işlerinden dolayı hilafete layık olduğu da ileri sürüldü. Hatta Hz. Peygamber’in (umumiyetle Haşim kabilesi olarak görülen) kabilesinin özel bir karizması bulunduğu yolundaki propagandaya, hem Ümeyye, hem de Haşim soyunu içine alan daha geniş bir soy durumundaki Abd-Menaf’tan söz edilmek suretiyle mukabelede bulunan bir teşebbüse girişildi.” [2]
Emeviler dönemi boyunca bir tek Ömer bin Abdülaziz’in üç yıllık hilafeti hariç, Cuma hutbelerinde Hz. Ali ve soyuna sövülüp sayılır, lanetler okunurdu. İslam dünyasında ilk ayrılıklar tamamen siyasi sebeplerle başlamıştı, bir yanda Hz. Ali ve taraftarları, diğer yanda Şam’da Muaviye’nin kurduğu saltanat ve Ümeyye oğulları, son olarak da Sıffin savaşında Ali’nin de, Muaviye’nin de kâfir olduğunu iddia eden Hariciler, bu İslam dünyasındaki ilk yarılmaydı. Bunun yanında ne Ali’nin ne de Muaviye’nin yanında yer almayan, bütün bu yaşananları fitne olarak gören, Sa’d bin Ebi Vakkas, Ebu Bekre, İmran bin Hüseyin ve Abdullah bin Ömer gibi isimler de vardı.
Hz. Hasan’ın zehirlenmesi, Kerbela zulmü ve Harici ayaklanmaları birbiri peşi sıra geliyordu. Bu arada Abdullah bin Zübeyir’in biat etmeyişi ve ayaklanmasından sonra Medine’nin talan edilmesi, ardından Mekke’nin muhasarası ve Kabe’nin tahrip edilmesi geri dönülemez yaralar açıyordu. Bu siyasal bölünmenin itikadi bir veçhesinin olması gerekiyordu ve girişte yazdığım gibi bahanelerle kendi zulümlerine Yaradan’ı ortak etme derdiydi aslında bu. Daha sonraları Cebriyyecilik diye tabir edilecek olan her şeyin bilgisinin ve izninin Allah’a ait olduğu ve insanın hür iradesi diye bir şey olmadığını iddia eden ve kişinin sorumluluğunu dışarı atan bir itikad geliştirilmeye başlanmıştı.
İLK İTİKADİ TARTIŞMALAR
“Bu mezhebin temeli şudur: Herhangi bir iş yapmayı kuldan uzaklaştırıp bunu Allah’a nispet eder. Çünkü bunlara göre kul, herhangi bir işe gücü yetmekle sınıflandırılamaz. Çünkü o yaptığı işleri, gücü, iradesi ve seçme serbestisi olmaksızın, mecburen yapar. Allah Teala cansız varlıklarda görülen durumları yarattığı gibi, insana da mecazi olarak nispet edilir. Mesela ‘Ağaç meyve verdi’ ‘Su aktı’ ‘Taş yuvarlandı’ ‘güneş doğdu’ ‘Güneş battı’ ‘Gök yağmur yağdırdı’ ‘Yer mahsul çıkardı’ denildiği gibi…..” [3]
Görüldüğü gibi insanı ve iradeyi toptan rafa kaldıran bir düşünce sistemi güçlenmektedir. Pe ki bu ne zaman ortaya çıkmıştır?
“İbn-i Hazm Cebriyecilerin delillerini izah ederek şöyle diyor: Cebriyeciler delil getirerek dediler ki: Allah Teala her şeyi yaratan ve yarattıklarında kendisine benzer hiçbir şey bulunmayan bir mutlak güç sahibi olduğuna göre, ondan başka herhangi bir varlığın bir iş yapmaması gerekir. Yine Cebriyyeciler dediler ki: Bu işin yapılışını insana nispet etmek “Zeyd öldü”, “Bina dikildi” sözüne benzer. Aslında Zeyd’in kendisi ölmemiştir, onu Allah öldürmüştür. Bina dikilmemiştir, onu Allah dikmiştir.
Tarihçiler bu düşünceyi ilk önce kimin ileri sürdüğünü izah etmeye girişmişler ve mezhebe dönüşen bir düşüncenin, önce kimler tarafından ileriye atıldığını tespit etmenin zor olduğu inancına varmışlardır. Bu sebeple bu düşüncenin ne zaman başladığını veya ilk önce kimin ortaya attığını tayin etmemiz güçtür. Bununla beraber, Cebr hakkında söylenen sözlerin Emeviler devrinin başında meydana çıktığını, yine Emeviler devrinin sonunda bir mezhep halini aldığını kesinlikle söyleyebiliriz.” [4]
“El Ferezdak divanında şöyle diyor: “Yeryüzünün direkler olarak dağlara sahip oluşu gibi, biz de Mervan oğullarını dinimizin direkleri olarak görüyoruz.”
Cerir bin Abdullah ise; “Eğer halife ve okuduğu Kuran olmasaydı, halkın ne kendileri için hükümleri olabilirdi ve ne de cemaatle ibadet edebilirlerdi.” diyordu.
Bu türlü ifadelerin sonucu şudur. Halifeye veya adamlarına itaatsizlik etmek, Allah’ı tanımayı inkârdır ve bir küfre eşittir.” [5]
“Bu umumi düşünce havası içerisinde, ‘Allah’ın Halifesi’ tabirini kullanan Cerir ve diğer birçok şahsın bulunması şaşırtıcı değildir. ‘Allah yeryüzünü halifesine emanet etmiştir şeklinde nakledilen iddiaya uygun olarak, ‘Allah’ın Halifesi’ tabiri de, muhtemelen Allah’ın vekili olarak tefsir edilmişti. Bu açıklama El-Haccac’ın, Halife’nin melekler ve Nebilerden daha üstün olduğunu iddia ettiği yolundaki bir rivayetle teyit edilmiştir. Buna delil olarak o, Kuran-ı Kerim’den bazı ayetlerini (Bakara, 30-33) nakleder.” [6]
Ebu Zehra ve Watt kesin bir tarih vermiyorlar fakat Cabiri bunun Muaviye ile birlikte başladığını çok net ifade ediyor.
“Muaviye, geçmişin şimdiden, şimdinin de gelecekten daha iyi olduğunu öne sürerek, cebir ve teslimiyet ideolojisinin temellerini atmıştır. Medine halkına yaptığı bir konuşmada şöyle diyor: “Bizi, bizdekiyle kabul edin çünkü bizim ötemizdeki (bizden sonra gelecek olan), sizin için daha kötüdür. Bizim şu zamanımızın iyiliği, geçmiş zamanın kötülüğüdür. Şu zamanımızın kötülüğü, henüz gelmemiş zamanın iyiliğidir.” Muaviye, Emevi Cebriye ideolojisini açıklamaya başlamış, valileri ve ondan sonraki Emevi halifeleri bunu iyice geliştirmiştir. Muaviye’nin valisi olarak geldiğinde, Ziyad bin Ebihi, Basra halkına “Betra” diye meşhur konuşmasında şunları söylemiştir: “Ey insanlar! Sizin siyasetçileriniz, sizin koruyucularınız olmuş bulunuyoruz. Sizi Allah’ın bize verdiği otoriteyle yöneteceğiz. Sizi Allah’ın bize ihsan ettiği şeyle (ganimetle) koruyacağız.” Muaviye öldüğünde, oğlu Yezid şöyle hitap etti: “Dilediğini yapan, dilediğine veren, dilediğinden alan, dilediğini düşüren, dilediğini yükselten Allah’a hamdolsun…” [7]
Görüldüğü gibi Emeviler döneminde yapılan zulme ve kurulan saltanata Allah üzerinden ve Kuran üzerinden deliller getirilmeye çalışılıyordu. Bunu da birincisi Halifelik makamının kutsanması ve Halifeliğin Emevilere ve Mervanlara Allah tarafından verildiği, Peygamberinde bu konuda hadisleri olduğu söyleniyordu. İkicisi ise bu dönem boyunca yapılan bütün eylemlerin hiç birinde sorumluluk almamaya çalışıyorlar ve sorumluluğu Cebriyye itikadı gereği Yaratıcıya yıkıyorlardı. Kendi meşruiyetlerini buradan kuruyorlardı.
Bütün bir yüzyıl boyunca, Ehli Beyti devamlı gözaltında tutuyorlar ve muhalefete öncülük etmesini engellemeye çalışıyorlardı. O yüzden Zeyd bin Ali’ye kadar hiçbir Ehli Beyt mensubu isyan etmiyor, bütün isyanlar, Hariciler tarafından çıkarılıyordu.
KÖTÜLÜKLERİN SAHİBİ
Bütün bu yaşananların karşısında ise Kaderiyye diye bir itikadi mezhep doğmaya başlıyordu. Kaderiyye kısaca insanın yaptığı iyi işlerin Allah’tan, kötü işlerin kendilerinden kaynaklı olduğunu ifade ederek muhalefet etmeye başlıyorlardı. Aslında isimleri Kaderiyye olmasına rağmen Kader meselesinin insanında elinde olan bir şey olduğunu savunuyorlardı.
“Kaderiyyeciler de, diğer bir cihetten aşırı gitmişler, insanın yaptığı bütün işlerin, Allah’ın iradesinden müstakil olarak, tamamen kulun kendi iradesinden kaynaklandığını ileri sürmüşlerdir.
Mabed b. Halid el-Cüheni’nin Kadere sarılarak günahlardan kurtulmak isteyen bir kişinin sözlerini duyunca ona şu cevabı verdiği rivayet edilir. ‘Kader diye bir şey yoktur, işler takdirsiz olarak kendiliğinden meydana gelir.’” [8]
Görüldüğü gibi siyasi bir ayrılık kendi itikadi tartışmasını yaratmış ve böylelikle itikadi mezheplerin ortaya çıkması çok gecikmemiştir.
“Bu mezhep daha sonra Mutezile mezhebine karışmasına rağmen Basralılar arasında uzun süre yaşamış, dallanmış-budaklanmış, hatta Kaderiyyecilerin bazı fırkalarının ‘Dualizm’ anlayışına benzeyen bir mezhebe dönüşmelerine sebep olmuştur.” [9]
“Müslümanlar arasında sekizinci yüzyıl boyunca vuku bulan davranış değişikliğini anlamak için, İslam öncesi Araplar, Kuran, Emevi rejimi ve El-Hasan el-Basri tarafından temsil edilen muhtelif merhaleleri gözden geçirmek zaruridir. Buna göre İslam öncesi Araplar arasında, rızk ve ecel gibi beşer hayatının çatısı denebilecek meselelerin kaçınılmazlığı hususunda bir inanış vardı. Bu inanış, hakikaten kabul edildiği müddetçe, bir kimse önceden tayin edilmiş olan hususları, haklarında ‘endişeli olmakla’ değiştiremeyeceğinden dolayı, endişeyi ortadan kaldırmak gibi müspet bir değere de sahipti. Şüphesiz bu inanış göçebeler değil de şehirliler tarafından kabul edildiği zaman, kolayca kötüye kullanılabilirdi. Çünkü iklimin teşvik ettiği hareketsizlik için bir mazeret olabilirdi. Kuran beşer hayatının kaçınılmaz yapısı hakkında İslam öncesi inancı kabul etmiş fakat bunu Rahman ve Rahim olan Allah’ın nihai işi olarak görmüştür. Aynı zamanda Kuran, hesap günü akidesiyle, her bir şahsın ezeli kaderine, o kimsenin fiillerinin ahlaki vasfına dayanıyor şeklinde bakmıştır.
Emevilerin, Allah’ın halifeleri oldukları ve idarelerinin ilahi olarak takdir edildiği şeklindeki iddiaları, bir dereceye kadar kaderi görüşlerin kötüye kullanılışıdır. Bununla beraber ekseriya eski Arap anlayışına uygun olduğu için, bunun bir takım müspet değerini korudu ve şüphesiz hızlı bir içtimai değişme sırasında endişeyi azaltmaya yardım etti. Emevileri, tenkid edenler nazari sahada, onların kaderi görüşleri kötüye kullanmaları ile alakalı idiler. El-Hasan bu tenkide, Emevilerin kendi fiillerinin Allah’ın takdirine göre olduğu şeklindeki iddiaları ile ilgili olarak ‘Allah’ın düşmanları yalan söylüyor.’ dediği zaman katılmıştır. Bununla birlikte o daha ziyade, sıradan bir insanın, kaderi meskenet ve işten kaçma hususunda bir mazeret olarak kullanışı ile alakadardır. Böylece o özellikle ahlaki alanda ferdi mesuliyete ağırlık vermiş insanın genel olarak Allah’ın emirlerini yerine getirmede muktedir olduğunu kabul veya en azından zımnen ifade etmiştir. Bu sonuncu görüş, Kaderiyye’nin mihver iddiası idi ve bu noktaya kadar El-Hasan bir Kaderi idi. Bununla birlikte o bu görüşü, Allah’ın rahmeti ve O’nun bir insanın başına gelecek şeylerde ki nihai kontrolü hususlarındaki ısrarı ile dengelemiştir. O halde o bu noktada kaderi değildir.” [10]
İleride üzerinde daha fazla duracağımız, Ehli Sünnet inancının ve bu minvaldeki tasavvuf inancının baş mimarlarından kabul edilen Hasan el-Basri bu konuda da tıpkı daha başka konularda takındığı tavır gibi daha orta yolcu bir konum almaya çalışmıştır. Bütün bir Emevi devrinde düşünce ve inanç hayatına bu iki mezhep damgasını vurmuştur. Bunun yanında bir diğer itikadi inanç biçimi de Murcie idi.
HERKES SONUNDA CENNETE GİDER Mİ?
Hz. Osman zamanındaki kargaşada Murcie diye bir şey ortaya çıkmaya başlamıştır. Daha sonra Hz. Ali ile Muaviye arasında meydana gelen savaşlar ve çekişmelerde bazı kişiler görüş bildirmekten çekinmişlerdir. Haksız yere savaşmak İslam dininde bir büyük günahtır. Büyük günah işleyen kişinin durumu konusunda yorum yapmak istememişlerdir. Bu kişilerin arasında İslam tarihinin ünlü simalarından Sa’d bin Ebi Vakkas, Ebu Bekre, İmran bin Hüseyin ve Abdullah bin Ömer de vardır. Bu kişiler ortadaki ihtilafın taraflarından hangisinin haklı olduğu konusunda bir fikir belirtmemişlerdir.
Zamanla söz konusu ihtilafların farklı bir yönü de gelişti; büyük günah işleyenin durumu. Bu konuda o dönemde yeni yeni farklı görüşlere sahip farklı gruplar oluşmaya başlamıştı. İslam dininin siyasi mezheplerinden olan Hariciler, büyük günah işleyen bir kişinin kâfir yani dinden çıkmış sayılacağını söylemiştir. İslam dininin bir itikadi mezhebi olan Mutezile ise bu kişilerin mümin (inanan) olmasalar da kâfir de olamayacakları kararına varıp, büyük günah işleyen kişileri mümin ile kâfir arasındaki bir mevkiye yerleştirmiş ve bu kişilere fasık demiştir. Müslümanların geri kalan çoğunluğu ise büyük günah işleyenin, günahkâr(günah işlemiş) bir mümin olduğunu, günahının cezasını eğer Allah affetmezse çekeceğini ama kâfir olarak cezalandırılmayacağını öne sürmüşlerdir.
“Esas itibarıyla ilk Mürciiler, İslam ümmetinin birliğini korumak isteyen insanlardı ve irca’nın kaynağı, Haricilerin bölücü temayüllerine muhalefet olarak görünmektedir. Bu insanları Hariciler tarafından ahlaksız olarak tenkid edilmeleri şaşırtıcı değildir. Çünkü onlar, büyük günahlara yeşil ışık yakıyor olarak gözüktüler. Kaldı ki Müslümanların büyük ekseriyeti, büyük günah işleyen hakkındaki Harici görüşünü reddetti. Çünkü onlara göre, büyük günah işleyen cezalandırılmalı, fakat ümmetten çıkarılmamalı idi. Onlar inançtaki önemsiz farklılıklar için insanları ümmetten çıkarmadılar.” [11]
“Bütün ilk Mürcieler, gerek Şiiler gerek Haricilerin bölücü eğilimlerinin muhalifi olarak, Sünnilerin öncüleri idiler ve böylece tebcil edilmeyi hak ettiler.”[12]
Murciler Sünniliğin, Kaderiyyeciler Mutezile’nin, Cebriyyeciler’de Selefiliğin bir bakıma öncüleri idiler.
[1] Ebu Cafer Muhammed bin Cerir’üt Taberi, Tarih-i Taberi, Cilt4, s.114.
[2] Montgomey Watt, İslam Düşüncesinin Teşekkül Devri, s.112.
[3] Muhammed Ebu Zehra, Mezhepler Tarihi, s.114.
[4] Muhammed Ebu Zehra, Mezhepler Tarihi, s.115.
[5] Montgomey Watt, İslam Düşüncesinin Teşekkül Devri, s.113.
[6] Montgomey Watt, İslam Düşüncesinin Teşekkül Devri, s.113-114.
[7] Muhammed Abid Cabiri, Arap-İslam Siyasal Aklı, s.384.
[8] Muhammed Ebu Zehra, Mezhepler Tarihi, s.124-125.
[9] W. Montgomery Watt, İslam Düşüncesinin Teşekkül devri, s.157-158.
[10] W. Montgomery Watt, İslam Düşüncesinin Teşekkül devri, s.157-158.
[11] W. Montgomery Watt, İslam Düşüncesinin Teşekkül devri, s.176.
[12] W. Montgomery Watt, İslam Düşüncesinin Teşekkül devri, s.177