Özgürlük Teolojisinin İmkanları Üzerine (17) – İslam ve Felsefe (2)
İbn Tufeyl, 1106-1186 yılları arasında Endülüs’te yaşamış, hekim, hukukçu ve filozoftur. Yazmış olduğu Hay bin Yakzan isimli eseri dünyanın ilk felsefi romanı olarak gösterilir. Birçok dile çevrilmiştir ve Daniel Defoe’nun, Robinson Crusoe’yu yazarken bu metinden etkilendiği iddia edilmektedir. Aslında İslam tarihinde, Hay bin Yakzan isminde iki metin yazılmıştır, birincisi İbn Sina’nın yazdığı bir hikaye, diğeri de İbn Tufeyl’in yazdığı bu kitaptır. İkisi de antik Yunan metinlerinden çevrilen Absal ve Salaman’ın hikayesinden etkilenerek bu hikayeleri yazmışlardır.
İbn Tufeyl’in yazdığı Hay bin Yakzan’da, bir adada insan türü olarak ömrünün çok uzun bir süresini tek başına yaşayan bir kişinin hikayesi anlatılmaktadır. Bu kişinin doğumu ve adaya gelişi iki türlü tasvir edilmektedir. Birincisi Hay bin Yakzan’ın o adada tamamen doğal şartlarla yaratıldığı, (ki İbn Tufeyl, bu doğum hadisesini kendi hayal gücü ile tasvir etmeye çalışmıştır.) diğeri ise başka bir adada yasak bir aşkın meyvesi olarak dünyaya gelen bebeğin annesi tarafından hayatının kurtulması için bir kasanın içinde denize atılması ve o kasanın gel git vasıtasıyla bulunduğu adaya gelmesi şeklinde anlatılmaktadır. Bu adada kendi cinsinden hiçbir canlıyla karşılaşmayan ve bir ceylan tarafından beslenerek büyütülen bir bebeğin, önce kendisini tanıması, sonra etrafındaki canlıları ve doğayı tanıması ve hayatta kalmak için verdiği mücadele sonucunda akıl yoluyla yaratıcıyı keşfetmesi anlatılır. Bu keşiften sonra tek ve eşsiz Allah’ı bulan Hay, kendi yaşantısını bu yaratıcıya göre şekillendirip öyle yaşamaya başlar. Bu zaman dilimi aşağı yukarı kırklı yaşlarına gelmektedir. İşte Hay bin Yakzan bu yaşlarındayken, bulunduğu toplumun yaşama biçimi hoşuna gitmeyen ve kendi meşrebince Tanrı’ya ibadet etmek için adaya gelen Absal ile karşılaşır ve arkadaş olurlar. Absal, Hay bin Yakzan’a konuşmayı okumayı öğretir. Hay’da, Absal’a kendisinin Tanrı inancını ve onu nasıl keşfettiğini, insanların nasıl yaşaması gerektiği ile ilgili şeyler anlatır. Hay’dan çok etkilenen Absal, onu da yanına alarak tekrar kendi adasına döner. Adada en iyi arkadaşı olan Salaman oranın lideri olmuştur. Ona gider ve Hay bin Yakzan’la olan macerasını anlatır. Adanın ileri gelenleri önce ilgiyle Hay bin Yakzan’ı dinlemek isterler. Hay bin Yakzan kendi bildiği ve yapılmasını istediği şeyleri anlatmaya başlayınca herkes rahatsız olmaya başlar ve Hay bin Yakzan’ın fitne çıkardığını düşünürler. Çünkü kendi bildikleri ve uyguladıkları kuralların hepsinin yanlış ve eksik olduğunu söylemektedir. Giderek çevreleri boşalır ve hiç kimse artık dinlemez olur. Bunun üzerine Absal ve Hay bir araya gelir ve yaptıklarının yanlış olduğunu anlarlar. Adada bulunan insanlara kendilerinin yanlış yaptıklarını, halkın bildiği gibi ibadet edip inanması gerektiğini söyleyip, kendi adalarına dönerler.
Bu hikayede esas anlatılmak istenen kişinin hiçbir bilgisi olmasa dahi Tanrı inancına akılla ulaşıp ulaşamayacağı ve bu inancın çok arı ve duru bir inanç olacağı ve topluluk halinde iç içe yaşayan ve bir takım endişe ve ihtiyaçlara sahip olan insanlara öğrendikleri dışında yeni bir şey söylemenin güçlüğünü anlatır. İnsanın akıl ile her şeyi çözebileceği ve bir yaratıcının olduğuna ve onun tek ve eşsiz olduğunun bulunabileceği anlatılır.
Evet, İslam tarihinin çok özel bir zamanında ve noktasında ortaya çıkan İslam filozoflarının en büyük iddialarından biri budur. İnsan akıl yoluyla tanrıyı bulabilir. Tabi bu iddia doğru olursa nakilcilerin bütün söyledikleri boşa çıkmış olacaktır ve bu büyük tartışma yaratmıştır. Özellikle Peygamberlik meselesi ve mucizeler konusunda büyük tartışmalar olmuş, sonuç itibarı ile filozoflar sonraki dönemlerde özellikle ana İslam coğrafyasında mürted ilan edilmişlerdir. İbn Sina ömrünün uzun bir süresini saklanarak geçirmek zorunda kalmıştır.
İbn Me’mun’un yükselen Şii sempatisine karşı, onların elindeki en büyük silah olan masum imam ve onun söylediklerini takip etmek şeklinde özetlenebilecek dini anlayışa karşı aklı harekete geçirmek isterken bu sefer istemeden de olsa Sünni din alimlerinin de defteri dürülüyordu ve bu katlanılabilir bir şey değildi. Sonuç itibarıyla Mütevekkil döneminden itibaren meydana gelen Sünni ihtilal bütün diğer akımları bastırıyor ve nakilcilik diğer akımların hepsini yok ediyordu.
Peki bu tartışmalar nasıl yürümüştü. Özellikle Farabi, El Kindi, İbn Sina gibi filozoflar ne iddia ediyordu, Gazali ve Eşari imamları buna karşı ne söylüyorlardı, biraz da o konuya girelim.
Felsefeyi hikmet sevgisi olarak tanımlayan El-Kindi, felsefenin insanın kendi kendisini bilmesi olarak ele alır. Halife Mutasım için yazdığı İlk Felsefe adlı risalesinde Kindi;
“İnsani sanatların derece bakımından en yükseği ve mertebe bakımından en şereflisi felsefe sanatıdır. Felsefe sanatı, insanın gücü ölçüsünde şeylerin hakikatlerinin bilgisidir. Filozofun bilgi bakımından amacı hakikate ulaşmak, eylem bakımından amacı ise doğru eyleme erişmektir.” der. [1]
Kindi’ye göre felsefe, hakikat bilgisine, doğru amellere ve Peygamberlerin tebliğlerine uygun bir amaç birliğine ulaşmak ister. Hz. Muhammed’de diğer peygamberler gibi akılla kavranabilecek şeyler sunmuştur. Şöyle der;
“Hayatım hakkı için Muhammed’in (Tanrı’nın selamı üzerine olsun) doğru sözü ve Tanrı’dan getirmiş olduğu şeylerin bütünü, aklın ölçüleri ile soruşturup anlaşılabilir. Bu ölçüleri, ancak aklı inkar eden, bilgisizliği savunan kişiler reddederler.” [2]
“Kindi’ye göre Allah, her açıdan Birdir. O Bir ve Haktır. Makulattan olmayıp unsur, cins, tür, nefs ve akıl değildir. Kendisinden başkasına nispetle bir değildir. Aksine tek başına Birdir.
Kindi bilgi sahasında ‘Resullerin ilmi’ ile diğer insanların ilmini birbirinden çok net bir şekilde ayırmaktadır. Ona göre birinci tür ilim, talep, çaba, araştırma, riyazet ve mantık olmaksızın elde edilir ve zamanla sınırlı değildir. Bu ilim Allah Teala’nın onların nefislerini temizleme ve hak ile aydınlatarak destekleme, düzeltme ve risaleler vahyetme iradesiyle ilişkilidir. Resullere mahsus olan bu ilim, aynı zamanda diğer insanlardan farklı kılan ilginç bir özellikleridir. İkincisi yani beşeri ilim ise üstteki metinde de görüleceği üzere talep etme, araştırma ve fikir yürütme ile elde edilip belli bir zaman içinde olgunlaşır. Hiç kuşkusuz, Kindi’nin Nübüvvetin sadece peygamberlere mahsus olduğu hususunu ısrarla vurgulaması, bilginin başka yolları olabileceğine dair yapılacak iddialara set çekmekte, irfan öğretisini reddetmektedir. Kindi’ye göre bilgi üç türlüdür: a) Duyusaldır ki bunu elde etme aracı duyular, bununla bilinecek objeler de duyusal varlıklardır. b) aklidir ki, bunu elde etme aracı akıl; bununla öğrenilecek objeler, makulat yani soyut mevhumlardır. c) İlahidir ki, bunun aracı, Allah’ın vahyini tebliğ eden Resuller, bununla bilinebilecek obje ise rububiyet yani Rab’lik alemidir.”[3]
Farabi’ye göre ise insan, ancak toplum sayesinde mükemmellik ve mutluluğa erişebilir. Kişi yalnız bunları elde edemez. Toplum bu yüzden vardır ve insanlar ve toplumlar insanın mutluluk ve mükemmelliğinin nedenlerini bilemez. Bunun farkında olmadıkları için mesela zenginlik, şeref ve şöhret, güç, yemek, içmek cinsel zevklerin mutluluk için yeterli olduğunu düşünüp bunların peşinden koşarlar. Fakat aslında insanlara mutluluk için gerekli olan şey kurulacak olan ideal bir toplumdur yani Medine’tül Fazıla’dır. Böyle bir toplumu oluşturmak için ise insanın ihtiyaçlarını ve mutluluğun nasıl temin edileceğini bilen yöneticilere ihtiyaç vardır. Farabi işte kurduğu siyaset teorisini bu yöneticiyi tasvir etmek için kullanır. Bu yöneticinin hem doğuştan bazı vasıflarının hem de zaman içinde kazandığı bazı üstün vasıflarının olması gerekir. Yani kısaca Farabi ideal bir toplumun yaratılması için başında bir filozofun olması gerektiğini düşünür ve dile getirir.
“Farabi’ye göre filozof, insan varlığının anlamı, insani mükemmellik ve mutluluğun ne olduğu hakkındaki bu bilgiyi, göksel akılların sonuncusu olan Faal Akıl’la temasa gelmesi ve onun tarafından aydınlatılması sonucunda elde eder. Filozof düşünme erdemi sayesinde ‘Kazanılmış Akıl’ seviyesinde bu faal akıl ile birleştiğinde, ondan varlıkla ilgili hakikati öğrendiği, bütün ‘akılsalları’ kavradığı gibi insanlar için en iyi, en faydalının ne olduğunu, insani mükemmelliğin ve mutluluğun neden ibaret olduğunu öğrenir. Böylece ideal toplum için gerekli kanunları vaaz eder ve onlar etrafında bu toplumu yönetir.
Ancak Farabi’ye göre bu Faal Akıl ile birleşme, ondan varlıkların hakikatleri ile ilgili her türlü teorik bilgiyi ve bunlara uygun olarak her türlü pratik erdemlerin kurallarını alma imkan ve gücüne sahip olanlar yalnız filozoflar değildir. İnsanlar arasında olağanüstü yetilere sahip bir başka grup da bu Faal Akıl’la birleşmek imkanına sahiptir. Bunlar peygamberler grubudur.”[4]
İşte böylece Farabi ilk taslağını Kindi’nin oluşturduğu bir teoriyi peygamberlik teorisini ortaya atmış olur. Kindi rüyalar teorisinde hayal gücü yetisi olarak isimlendirdiği ruhun bir yeteneği olarak insanın gerek uyanık, gerekse de uyku halinde kendi özüne döndüğünde gelecekteki olayları görebildiğini ve kehanette bulunabileceğini söylemişti. Farabi işte bu teoriyle birlikte Faal Akıl olayını ortaya atar ve bunların birleşebileceğini öne sürer. Bu birleşme de yine uykuda veya uyanıkken olabilir.
“Uyku esnasında Faal Akıl ile bu yetenek sayesinde birleşilmesi sonucunda ortaya peygamberliğin bir parçası olduğu tespit edilen ‘Doğru rüyalar’ çıkar. Uyanıkken bu birleşme gerçekleştiğinde ise asıl peygamberliğin kendisi ortaya çıkar. O halde peygamberlik, olağanüstü ölçüde gelişmiş olan bir hayal gücü aracılığıyla Faal Akıl’la temasa gelmek demektir. Vahiy ise böyle bir temasın sonucu olarak ortaya çıkan şeydir.
Bu teori üzerinde biraz duralım: Bu teorinin en önemli özelliği veya anlamı, peygamberlik ve vahiy üzerine dayanan İslam dininin bu temel ilkelerine felsefi bir açıklama getirmek yönündeki önemli başarısıdır. Bir başka deyişle bu teori, Farabi’nin kişiliğinde Felasife’nin İslam’la Felsefe arasında çok temel bir noktada bir uzlaştırma, telif sağlama yönündeki çok ciddi bir çabasını temsil etmektedir.”[5]
Bu teoriye göre Filozof ve Peygamberi Faal Akıl aracılığı ile aynı kaynaktan beslenen ve aynı şeyleri gözleyerek gerçeğe ulaşma peşinde olan kişiler olarak görmekteyiz. Bu teoride şöyle bir aksak yön vardır. Filozof aklı sayesinde Faal Akıl ile birleşirken, Peygamber hayal gücü sayesinde bunu gerçekleştirmektedir. Yani konum olarak Filozof sanki peygamberin üzerinde bir yer almaktadır. Çünkü akla, hayal gücünün üstünde bir yer vermektedir. Buradan tekrar ideal toplum meselesine dönersek;
“Farabi, filozofun ideal toplum için vaz etmiş olduğu kanunları ile peygamberlerin getirmiş oldukları şeriatları arasında mahiyet ve amaçları bakımından büyük bir benzerlik, hatta özdeşlik olduğunu düşünmektedir. İbni Haldun’un ileride çok iyi bir şekilde yakalayacağı üzere Farabi ve onu takip eden İbn Sina ve İbni Rüşd, peygamberlik ve vahyi daha ziyade toplumsal ve siyasal işlevinde anlamaya çalışmakta, peygamberleri birer kanun koyucuya, onların getirdikleri vahiyleri ise pratik felsefenin karşılığı olacak bir şeye, ahlaki-toplumsal–siyasi kanun ve kurallara indirgemek istemektedir. Bu özellik veya görüntüsünde peygamber ve vahiyle, filozof ve onun ideal toplumu için vaz ettiği kanunlar birbirleriyle birleşmekte ve adeta birbirlerine dönüşmektedir.”[6]
Farabi’nin ideal toplum üzerine yazdıkları ve söyledikleri İbni Sina tarafından da takip edilecektir. İbni Sina bu ana görüşten yola çıkarak peygamberliğin toplumsal siyasal düzen için zorunlu olduğu tezine varacaktır. İbni Sina için Cabiri, onun bir felsefeci olarak Burhan yani akıl yolundan çıktığını ve irfani metinlerden yani hermetik öğretiden beslendiğini iddia eder.
“İbn Sina genel olarak evrensel aklı Arap kültürüne entegre etmeyi hedefleyen Kindi Farabi çizgisinden kabul edilmekle beraber aynı anda Arap aklının kendi iç çelişkisinin patlama anını temsil eder.” [7]
Cabiri özellikle İbn Sina’nın yapmış olduğu bir ayrım olan Magribiler ve Meşrıkiler ayrımından hareketle ve İbn Sina’nın İhvan-ı Safa risalelerinden etkilenmesinden dolayı onu tamamen felsefi çizginin dışına çıkarsa da kanaatimce İbni Sina kendisinden sonra özellikle Anadolu coğrafyasında ortaya çıkacak olan bir ekolün ateşleyicilerinden birisi olduğunu görmez. İbn Sina bu doğulu ve batılı felsefeciler ayrımında enteresan bir görev görür. Ona göre, nefs Allah tarafından insan bedenine gömülmüştür. Nefs bu bedende yaşamaya devam edecektir. Ne zaman ki nefs arınma sürecine girecektir, işte o zaman ilahi aslına dönecektir.
“Ona göre nefs, en ulvi makamdan insana inmiştir. İbn Sina insanın duyularla algılanan bir bedenden değil her insanın ben diye ifade ettiği nefsten ibaret olduğunu iddia etmektedir. Bedene can veren nefs, cevherini tamamlayıp, Rabbini tanıyabileceği ve O’nun bilgilerinin hakikatlerine vakıf olabileceği ilim ve bilimleri kazanabilmesi için bedeni bir araç edinmiştir. O, Rabbini tanıyıp kavradıktan sonra O’nun huzuruna dönüş için kendisini hazırlayacak ve sonunda namütenahi bir saadet içinde O’nun meleklerinden bir melek olacaktır. Bu ilahi hikmet ehlinin ve Rabbani alimlerin görüşüdür. Ehil, riyazet ve mükaşefe sahiplerinden kimi de bu görüşü paylaşmaktadırlar. Onlar, bedenlerinden sıyrılıp ilahi nurlarla ilişkiye girdikten sonra kendi cevherlerini müşahede etmişlerdir.”[8]
İbn Sina’ya göre peygamberin amacı, bu dünyada insanın iyiliği için adil bir yönetimin kurallarını, kanunlarını oluşturmak, böylece öteki dünyada insanın mutluluğu ve kurtuluşunu sağlamaktır. Bu yönden bakınca peygamber ile filozof aynı amaca hizmet etmektedir. Onların hem bilgi edinme hem de amaçları bakımından çok farklı yönleri yoktur. Aralarındaki en önemli fark bunu ifade ediş ve amaca ulaşmak için aldıkları yoldadır.
“Peygamber esas olarak halka hitap eden bir adamdır. Bundan dolayı onun öğretisi halkın ihtiyaç ve özelliklerine göre düzenlenmiştir. Halk, akıl ve burhan ehli değildir, hayal gücü ve ikna ehlidir. Bundan dolayı ona hitap ederken tanrısal yani metafizik gerçekleri onun hayal gücünün kavrayabileceği bir şekilde duyusal sembol ve benzetmeler altında ifade etmek zorunludur. Bundan dolayı halka Tanrı’dan bahsederken O’nu bu dünyada ulu bir kişiden, hükümdardan anladığı şekilde tasvir etmek gerekmiştir. Öbür dünyadan bahsederken de buradaki mükafat ve cezayı duyusal, bedeni zevkler ve acılar olarak anlatmak zorunlu olmuştur. Filozoflara gelince onlar, akıl ve burhan ehlidir. Filozoflar bu sembol ve benzetmelerin gerisinde bulunan, onların ifade ettiği gerçeklerin akli, kesin, ispatlayıcı bilgisine sahiptirler. Onlar Tanrı’nın özünü, gerçeğini, gelecek hayattaki kaderin gerçek mahiyetini bilirler.”[9]
Yazımızın girişindeki İbn Tufeyl’in, Hay bin Yakzan hikayesinin bitişi de bu şekildeydi. Filozof birisinin ada halkına anlattığı şeyler ağır geliyor ve iki arkadaş bu söylemlerinden vaz geçerek tekrar adalarına geri dönüyorlardı. Bizde söylenen bir özdeyiş vardır. ‘Her doğru, her yerde söylenmez’ denir. Tasavvufta geçerli olan sır perdesi de bunun için vardır. İbn Sina bu söyledikleriyle özellikle Horasan, Fergana hattında bulunan tasavvuf okullarına ve ekollerine kendisi ve takipçileri vasıtasıyla yepyeni bir kapı açmıştır. Bu kapıdan içeri girenler, daha sonra Anadolu erenleri diye tabir edilecek bir nesli oluşturacaklardır.
İslam ve Felsefe konusunda son olarak, Gazali ve İbn Rüşd tartışmaları ile ilgili bir özet yazarak, felsefe ile ilgili yazıların sonuna geleceğim inşallah.
Doğrusunu ancak Allah bilir.
[1] Ahmet Arslan, İbn Haldun, İbn Haldun Öncesi İslam’da Din ve Felsefe İlişkileri, s.233.
[2] Ahmet Arslan, İbn Haldun, İbn Haldun Öncesi İslam’da Din ve Felsefe İlişkileri, s.234.
[3] Muhammed Abid el-Cabiri, Arap İslam Aklının Oluşumu, s.272-273.
[4] Ahmet Arslan, İbn Haldun, İbn Haldun Öncesi İslam’da Din ve Felsefe İlişkileri, s.245-246.
[5] Ahmet Arslan, İbn Haldun, İbn Haldun Öncesi İslam’da Din ve Felsefe İlişkileri, s.246-247.
[6] Ahmet Arslan, İbn Haldun, İbn Haldun Öncesi İslam’da Din ve Felsefe İlişkileri, s.248.
[7] Muhammed Abid el-Cabiri, Arap İslam Aklının Oluşumu, s.311.
[8] Muhammed Abid el-Cabiri, Arap İslam Aklının Oluşumu, s.302.
[9] Ahmet Arslan, İbn Haldun, İbn Haldun Öncesi İslam’da Din ve Felsefe İlişkileri, s.261.